Deniz ve rüzgar...!!!
Olsa da Olmasa da...!!!
Oburum Obur!!!
Kahve Falı!!!!!!
Bugün yağmurun üstüne eve gelip kendime (şekil 1A)'da görüldüğü üzre koccaman çay fincanında köpüklü bi kahve yaptım. Bi yandan kahvemi içerken bi yandan yağmuru seyrettim. Aman ne romantiklik. Aslında bunu planlamıştım ama anlatınca bu kadar romantik olabileceğini düşünmemiştim!:) Gerçi bu romantik gibi görünen kahve keyfi sırasında kafamda planlar, projeler, çözülmeyi bekleyen sorunlar dönüp dururken pek romantik bi durum yaşayamadım. Yağmur !!
Deniz Seviyesi!!!!!!
Bu aralar sık sık Kabataş'dan füniküleri kullanıyorum. Dün yine füniküleri beklerken, bu sefer kalabalıktan kaçmak için en arkaya, yokuş aşağıya doğru indim. Aracı beklerken karşımdaki grafiklere takıldım. Böyle saçma saçma şeyler, balıklara bıyık takılmış, dişi balıklara şapka, Türkan Şoray kirpikleri çizilmiş,yzügeçlerine çantalar, şemsiyeler takılmış ve mekan olarak da deniz dibindeler, ee tabi malum balıklar yaa!!!. Hatta abartıp, jeton gişeleri, turnikeler falan falan koyulmuş. Galiba burası açılırken, başarılı ve yetenekli anaokulu çocuklarına yaptırılmış bu resimler diye düşündüm. Sonra duvarlardaki her şeye dikkatlice bakınca, en arkadaki özürlü asansörünün yanındaki duvarda "deniz seviyesinin 10M altındasınız" yazısını gördüm. İçimden de İlahi o yüzden mi bunları asmışlar buraya dedim. Sonra da Ulan hem yıllaaaaar sonra duvardakileri farkediyosun sonra da laf ediyosun, bi de sünger Bob'u bayıla bayıla izlerken sesin çıkmıyo da şimdi şurdaki şeylere dünyanın lafını ediyosun diyerek kendi kendimle çeliştim. Ama yine de üstünde tekrar düşününce Sünger Bob'la burdaki insanlaştırılmaya çalışmış balıkların ne alakası var ; biri çizgi film, diğeri toplu taşıma aracının duvarları. Tamam deniz seviyesinin 10 metre altındayız da ama böyle bişi yapılıyor bari karikatürize edilseydi, komik de diil ki !!!Pazar Kımıltıları!
Aslında bugün için süper planlarım vardı. Lakin Murat Bardakçı ve ekürüleri pelin ve Erol Şadi'nin programını izlerken uyuyaklamışım uyanıp yatağıma gittiğimde saat sabahın dördü olmuştu. Şu program yüzünden uyku sersemi olduğum için sabah erken kalkıp yürüyüş yapma planlarım suya düştü. Uyumuş da uyumuşum. Malum bugün son bekar sabahım, şöyle yatağımda ossura ossura, sağa sola yata yıkılı geçirdiğim son günüm aman walla bu iş de iyi ama sevdiceğim gelsin de ben ossurmayayım dedirtti yani bu ayrılık da. Neyse işte, İstanbul'da bu sabah yağmur vardı kalktığımda, markete bile gitmedim, evdeki bayat ekmeklerle kahvaltı edip, biraz nete takıldım. sonra ÖB aradı, moladayım dedi. İşte bu telefonla bana bi enerji geldi ve başladım evi temizlemeye ama ne temizleme, bir yıldır düzenlemediğim cdler mi düzenlenmedi, taşındığımızdan beri ellenmeyen yerlerin mi tozu alınmadı yani öyle böyle derken evi kırkladım. Bu temzilik içinde en çok hoşuma giden de kitaplarımızın tek tek tozunu alıp, yapraklarını çevirerek, kurttur, haşeredir, tozdur kalmasın diye havanladırmaktı. Ayrıca uzun zamandır hiç kitaplarımızla ilgilenmemişim onu anladım. En son kitap fuarından alınan kitaplar da diğerleriyle kaynaştırılmamış, emaneten bi köşeye konulmuş, onu da farkedip onları da yerleştirdim. Ve en çok da ne kadar çok güzel , okunmaya değer kitaplarımız varmış, onu hatırladım. Şİmdi elimdeki Yaşar Kemal'i bitirip artık bir Goerge Perec dizisine dalmak için sabırsızlanıyorum. Ve akabinde de ağır kitaplar bi ceh diyecek kadar gaza geldim gözüm kitaplara daha yakından bakınca.:)Bekarlığa Veda Günleri!!!!
.jpg)
Bayram Yürüyüşü!!!
popüler insan tipleri!!!
Sakinlik!!!! Bana ne kadar uzak bi' kelime!!!!!
Hep bahane Hep bahane!!!!!:)))))
Saçmalardan Seçmeler...
Hafta sonu bi çekim için görüşmem vardı. Bende de Cuma'dan beri bademcikler olmuş davul, bi ateş bi terleme bi perişanlık gırla gidiyor. Zaten benim ısrarlarım üstüne bu görüşme şey olmuş zira müşteri telefonda fiyatı sorup, kapatıcaktı ama ben ısrar ettim demek kendimi rezil edeceğim varmış!Neyse aldım elime malzemeleri gittim görüşmeye, ter kan içinde.Sonra benim bi çenem düştü bi çenem düştü, olmadık şeyler söyledim de söyledim, sonra ara ara farkettim de nasıl toparlıcamı bilemeden iyice yerin dibine battım battım çıktım. Bi de üstüne kesinleşmemiş işe indirim yaptırdılar bana ki sormayın. Ve bütün bu patavatsızlıklarımın ve aptallıklarımın farkına daha bugün varıyorum. Hastalıktan sayıkladım galiba, bazen de sarhoş olunca yaparım ben böyle patavatsızlıklar ve ben aptalım aptalım diye ağlarım her sarhoşluk sonunda, demek sarhoşken bile insan kendini biliyor.
Neyse şimdi bugün, iki gün önce söylediklerime üzülsem ne fayda!!! Bu da bana kapak olsun, ders olsun. Gereksiz muhabbet boka sararmış onu da anladım.
Umarım bu kadar saçmalığın üstüne yine de ararlar ve ben de alnımın akıyla bu çekimi yaparım ve paramı alırım.
Bi de şu amatör ruhumu üstümden bi atabilsem ve bu çekimleri para kazanmak için yapılar işler olarak görsem, acaba ismek böyle bi kurs açar mı ki ahahahaha !!!!! Walla hemen yazılırım, nasıl profesyonel olunur, tüccar kafasıyla düşünme taktikleri nelerdir, gereksiz samimiyetten nasıl uzak kalınır, aptallıktan nasıl kurtulunur ....
karikatür ahan da şurdan
Sürreal Olaylar Dizisi!!!
Ben her zamanki gibi yine simit yiyorum, Taksim'de. Simitçinin bahçe gibi olan yerindeyim, hava güzel malum amına koduumun tatilini de yedik, en azından şu güzel ortamı bozup, içerde tıkınmaktansa, onca gürültü ve araba egzozuna rağmen dışarda oturmak yine de güzel. Bu sırada, yanımdaki iki kız, iştahla yağlı mı yağlı böreklerini çayla götürüyorlar, hemen hemen dışardaki bütün masalar dolu. Yanımdaki masa boşaldı ve anında da doldu. Yaşlı bi amca geldi oturdu, burası self servis olmasına rağmen, masaları temizleyen çocuğu çağırıp, çay istedi, parasını da peşin verdi. Çocuktan öyle bi ses tonu ve vurguyla istedi ki çayı, çocuk burası self servis diyemedi, kuzu kuzu getirrdi çayı, bi de kül tablası koydu önüne. Bu arada, yan taraf trafiğe kapalı ve kocama bi belediye arabası, su fışkırtarak ve ortamın gürültüsüne gürültü katarak sözde sokağı yıkayarak temizliyor. Evet buraya kadar olağan bir şehir manzarası ama aniden bu gürültücü arabanın arkasından bir koç beliriyor, boynuna takılmış, yeşil bi çamaşır ipi, ondan bi iki adım önde giden sahibinin elinde, taşşakları sallana sallana yol alıyorlar. Zaten ben de bu hayvanın koç olduğunu kırkılmış tüylerinin yokluğundan ortada kalmış, kendinden büyük taşşaklarından anlıyorum, zira daha küçük ve boynuzları da belli belirsiz çıkmış. Bu koç ve sahibi, sakince işine gücüne koşturan, ellerinde laptop çantaları, kol çantaları, kravatlı, topuklu ayakkabılı tiplerin birbirini itiş kakışının arasında sakin sakin yol alıyorlar daha da komiği adam ışıkların oraya geliyor ve yayalar için yeşil yanmasını bekliyor, sonra ışık yanıyor ve yine sakillik içinde karşıya geçip gidiyor. Ben bi yandan simidimi yiyorum, bi yandan bu koçu ve sahibini seyrediyorum ve ulan diyorum, bu gerçek olamaz , galiba aklım bana bi oyun oynuyor, ulan sabahın 08.30'unda taksimde bir adam ve yanında bi koç yaya geçidinden karşıya geçiyorlar hahahaah hahahaha!!!!Yatağından kalkan....!!!
Sahura Kalkan Kedi!!!
Ramazan'ın ilk günüydü. Ben her zamanki gibi, öğle yemeğim ve abur cuburum, soğuk tutucu cantamın içinde, beraberimde, sabah kahvaltımı almak üzre bi simitçiye girdim, simidimi aldım, kitaplıgın yolunu tuttum, o sırada da, simitle içeceğim çayın hayalini kurdum yolda giderken, sonra kitaplığa gelince çantamı içeri bırakmadan, aşağıya, çay ocağına indim. Ama inmemle hüsrana uğramam bir oldu. Çay ocağı kapı duvardı. Sanki çay oacğına inme yasğı varmış gibiydi. Sinirle boş masalardan birine oturdum. Allahtan yanımda metobolik sıvım vardı da, simitle peynirin yanına katık ettim, bu sırada her zamanki gibi ocağın kedisi, yanıma yanaştı, gözlerimin içine bakıyordu. Yazık dedim kendi kendime kedi burda bütün gün aç kalacak şimdi, bütün kitaplık oruç, çaycı da oruç tatiline çıkmış, malum kimse çay içmeyeceğine göre. Sonra kediye de attım bişiler ama bu sefer kedi dönüp bakmadı bile. Öylece benim yememi bitirmemi seyretti. Ulan dedim kendi kendime yoksa bu kediyi güvenlik görevlileri sahura mı kaldırdı hahahah!!! Yazık lan kediye, diye güldüm kendi kendime. Sonra kalktım masadan, çöplerimi toplayıp, çöp kovasına attım, bu sırada kedi de ayaklandı, peşim sıra, sonra çöpün yanındaki kendi su kabından lıkır lıkır su içmeye başladı, beni yine bi gülme tuttu, şimdi kedinin oruç bozuldu!!!!!
Çölde bi Vaha!!!!
Şerefe dedeeee!!!!!

Wake up, freak out,then get a grip!!!
SKT!!!
Dün markette şöyle bi olay yaşadım; Bira reyonuna yöneldim, ÖB'yi aradım, şundan bundan alım mı diye sordum. Sonunda alıncakları kararlaştırdık ve soğuk bira dolabına yöneldim. Bu sırada, bi market görevlisi de bira ekliyordu içecek dolaplarına. Aradığım biraları çok dikkatli bakmama rağmen bulamayınca ,O anda orda çalışan görevliye sordum, o da bana o biraları SKT sebebiyle kaldırdık dedi. Ben de aaa hadi yaaa, bütün hayallerim yıkıldı tühh derken, içimden de alla allla ne için kaldırmışlar bugün sigara yasağı başladı ondan mı acaba, yoksa seçim gibi bişiy mi var ne lan bu SKT bi çeşit STK mı (sivil toplum kuruluşu) bu alla alla derken daha fazla duramayıp, sanki az önce görevlinin dediğini anlamış gibi davranıp bi de üstüne hadi yaaa çeken ben diil mişim gibi pardon yaa bu SKT denir, neden kaldırdınız canıım biraları deyince, görevli anlattı olayı. Meğersem SKT; son kullanma tarihiymiş. Son kullanma tarihine bir hafta kala bu gavur biralarını raftan kaldırıyorlarmış. O an ulan ben de meseleyi ne kadar da ciddiye almışım, bunu da başka bi yasak zannetmişim diye güldüm kendime. Ama bi yandan da görevliye kızdım. Ulan ben ne bilim SKT 'den dolayı kaldırmak nedir dimi yani,cıkcıkcıcıkcık.....
Yasak!!!
İnsan bunalır da hani , bi cigara yakar, o cigarayı öyle bi iştahla çeker ki, sanki bütün dertlerini savurur ağzından burnundan çıkan dumanla. Ya da bir eş dost muhabbetinde, içkiyle ya da enfes bi kahveyle tüttürülen sigara dumanı da tatlı söze, sohbete, farklı lezzetlere yarenlik eder. İşte ben hep bu zamanlarda bu sigarayı etrafımdakiler kadar iştahla içemediğime ve zevk alamadığıma hayıflanır dururum.Ama bazen de tam tersi olur, gece bi eğlence mekanından dönüşte, donuma kadar sigara kokmanın verdiği sinirle, üstümdekilerin hepsini çamaşır makinesine doldurup, kendimi de duşa zor atarım. Çoğu zaman da evde içilmesine illet olurum. Hatta alt, üst, yan komşulardan gelen keskin sigara kokuları beni cinlendirmeye yeter de artar. Bütün tezat fikir gidip gelmelerime rağmen şimdi sigaranın zinhar yasaklanması bana bile ağır geldi. Ayda bi alıp çantama attığım karanfilli sigaralarımı bi içme zıçma ortamında herkese tutarak, zar zor bitirdiğim, bazen de ulan bu sefer zevk alırım belki diip bi dal yaktığım paketlerimi şimdi çantamdan çıkaramıcam. Benim gibi sigarayı hiç sevmeyen, ama sürekli arasını iyi tutmaya çalışan, güzel ortamları bozmamak için en ağır kokan, en adi dumanlara bile göz yuman bendeniz şimdi bu yasağın tuhaflığını yaşıyorum.Bir veda Yazısı!
"Benim kitaplarımı okuyanlar, cümle kötülüklerden arınsınlar'"

Yaşar Kemal’in Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konuşması:
Sevgili dostlar,
Beni bu doktorayla onurlandıran Boğaziçi Üniversitesi’ne teşekkür ederim. Buraya kadar gelerek beni onurlandıran dostlarım da sağolsunlar.
Folklor ve etnoğrafya araştıran bir bilim adamı olmayı çok istedim. O olanağım olmadı, ama büyük şanslarım oldu.
Biz Cumhuriyet sanatçıları, tercüme bürosunun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Halkevleri, Köy Enstitüleri bize yardım etti.
Edebiyata gelince, ben edebiyata çocukken başladım. Benim köyüm 1865 yılında bir isyandan sonra yerleştirilmiş göçebe Türkmenlerin köyüydü. Benim çocukluğumda bu köye çok âşıklar, destancılar gelirdi.
Bütün Çukurova’da âşıklar, destancılar dolaşırdı. Ben destancılara çok meraklıydım. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım, ki karşılaşmam tesadüftür, bir destancı olurdum.
Köye bir destancı gelince ben onun yayındaydım. Çıraklığını yaptığım Çukurova’nın büyük gezginci destancılarından öğrendiğim destanları Toroslarda köy köy dolaşarak anlatır, bir yandan da ağıtlar, büyük halk şairlerinden şiirleri toplardım.
Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. Bana katılan iyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin bana az katıldığı köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu.
Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar 40 bin yıl su altında kalmış çakıl taşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir.
Yazılı edebiyat ise bambaşkadır. Karşında kaleminden, kâğıdından başka hiç kimse yoktur. Ne ses, ne karşında insanlar, ne beden hareketleri, hiçbir şey yoktur.
Sözlü edebiyat, her zaman, 20. yüzyıla kadar diyelim, yazılı edebiyatın özsel kaynağı olmuştur. Çağımızda halk sanatının üstünde gereğince durulmaması, folklorun salt bir bilim dalı sanılması çağımız kültürüne epeyce zarar vermiştir.
Sözlü edebiyat bugün de birçok biçim ve anlatımla karşımızda, Gılgamış, İlyada, Odysseia, Manas, Dede Korkut, Şahname. Biz Türkiye yazarları çok talihliyiz aslında, bir yanda Homeros, Nâzım Hikmet, Âşık Veysel, Orhan Veli, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Sait Faik, bir yanda da Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gogol, Faulkner elimizin altında.
Bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Her yeni oluşum eski zincirin son halkasıdır. Örneğin, bugün mitolojiyi, 19. yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Her çağın insanı, klasiklere kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla büyük klasikleri zenginleştiriyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak destanları, klasikleri yeniden yaratıyoruz.
‘Bir sürü kötü şair çıktı’
Türkiye’de halk ürünlerine karşı olumsuz tavır epeyce abartılmıştır. Bunun da sebebi var, Cumhuriyet çağında Osmanlı kültüründen koparak Anadolu diline, kültürüne dönerken aşırılıklar yapıldı. Büyük halk sanatı ürünlerine sırtımızı dönmemize bir sebep de bu ürünlere bir kısmımızın abartılı yaklaşımı olmuştur. Örneğin, şiire bakarsak, köklü bir halk şiirimiz var, büyük halk şairlerimiz var. Halk şiirini bir kaynak sayacağımız yerde ona bir kısmımız öykündü. Öylesine öykündüler ki, ortaya bir sürü kötü şair çıktı. Oysa sözlü edebiyatlar her dilin yazılı edebiyatını etkilemiştir.
Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?
Ben destan, masal dilinden geliyor, dilin ne kadar büyük bir güç olduğunu biliyordum. Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dili yaratmak zorundadır. Kendine has dili olmayan bir roman güçlü bir roman olamaz. Bu dil halkın dili de olamaz, destan, masal, şiir dili de olamaz. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı anlatımınki bambaşkadır. Yazarken bunun farkına vardım. Uzun romanları yazarken de başka bir şeyin farkına vardım, dilin yapısı da romanın biçimini, içeriğini etkiliyordu.
Dostoyevski, ‘Budala’sında “İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkûm edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir” diyor.Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu alıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç nedir?
İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır.
Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısır’da başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken... Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratıp onlara sığınıyoruz. Ben de kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor.
Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız.
Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır.
Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır. Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler toplumda bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar, insanları birer obur canavar haline getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu isteyenler için bir tehdittir. Onun için de romanı, bestseller denilen bir yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Roman böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler. Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.
Bir gün Sait Faik’le...
Türk edebiyatında büyük yıldızlar vardır. Hikâyeci Sait Faik de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından tanıyordum. Bir gün bana “Gel seninle edebiyata getirmek istediklerimizi anlatalım” dedi.
Bende “İyi olur anlatalım” dedim.
“Başlayalım öyleyse.”
“Başlayalım” dedim.
Ve başladık:
“Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.
Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler zulümler bitmiyordu. Sonunda ‘bizim kitaplarımız’ demeye başladık, eninde sonunda biz iki yazarız. Bu kadar savaşı, zulmü bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki.”
“Kaldıramaz” dedim.
Sait:
“Dur” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız kalmayacak” dedi. “Nâzım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar onu da okuyacak.”
Ben “Melih Cevdet de var” dedim, “Orhan Kemal de.”
Sonra çok insan, çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık.
Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım. Kendime, söze ve insanın onuruna bağımlıyım.
Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek buğüne kadar gelmiştir.
Hayatı pürüzsüz görmenin keyfiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!!!!!!!!
Artık hayata yeni, çözünürlüğü yüksek ve geniş mi geniş, flat mi flat bi pencereden bakmanın şaşkın mutluluğunu yaşıyorum. Bugün sabah verdiğim kararıma sevgilim ÖB destek çıkınca, hemen MKH'yi zorla ve cebren evinden emrivaki alıp, bir apple tükkanına gittik ve gözümüzü bile kırpmadan 20'ınc 2.66 Ghz 2GB olan (ve hatta 8GB ta yükseltilebilen) bi mac alıp eve döndük. Ve ben o şu an yeni aletimle sizlere ulaşıyorum. Böyle şiiir gibi bi şey bu. Hala benim olduğuna inanamıyorum. Nazik mi nazik bi klavyeyi bi yana bırakın, inanılmaz güzel bi ekrandan dünyaya seslenmek süper bişiymiş. Haaa bi de her siteye elimi kolumu sallayarak virüs korkusu yaşamadan girip çıkmamın şahaneliği içindeyim. Böyle çoşup çoşup duruyorum. Ben daha önce nassı oldu da bu kadar eziyet çektim anlam vermiyorum. İnsanoğlu işte, emektar PC ye hemen kıçımı dönüverdim!!:))))Uzuuuuun bi aradan sonra....
Kaç zamandır blogla ilgilenmediğim ortada. Hatta blogroll'umdaki blogları bile ziyaret edemiyorum. Böyle bi kopuşlar içindeyim ama isteksizlikten değil bu kopuşlar onu belirteyim.peki nerdeyim, ne boklar yemekteyim(?) Şahsen çook sıkıntılı işlerin figuranı olmuş durumdayım ve bundan da kurtulamamaktayım. Öte yandan artık kendi işlerimi yapmaya başlamaktan mütevelli, bi iç sıkıntısı, bi sorumluluk, bi panik, bi korku eşliğinde "ya beceremezsem" , "ya elime yüzüme bulaştırırsam" gibi düşünceler dizisiyle yoğrulmaktayım.
Öncelikle kafamın basmadığı bi işe kalkışıp, virüsler içinde boğuşan PC'mi kurtarmak için format atma serüvenine girişmem, benim sanal hayatla aramdaki bağı kopma noktasına getirdi. Hem bütün programlarımı tekrar kurmam çok sıkıntılı oldu, hem virüslerden kurtulamadım hem de bütün pratik, o alışık olduğum sanal düzenimin amına koymuş oldum. Şu an kendi bloguma bi gönderi eklemek bile mucizevi bi olaya dönüştü benim için. Nete bağlanamamaktan yakınıp sürekli arızayı aramam sonucunda yeni bulaşan ya da formatla kurtulamadığım bi virüsün benim yerime neti meşgul ettiğini ve bi şey download ederek( neyse artık o ) benim bağlanmamı zorlaştırdığını anladım. Sayfaları açamıyorum, msn kuramıyorum, bi program çalışırken aniden her şey donuklaşıp, kitleniyor falan filan işte.
Ardından yeni aldığım işle ilgili problemler, 4oo fotoğrafla eli belinde bi fotoğrafçı olarak lönk diye ortada kalmanın stresi içinde, ulan diyorum eskiden çekerdik biterdi şimdi, çekince de bitmiyor, lightroom u var, photoshop u var, freeehand i, zortu var zurtu vaaarrr, var var da var amına goyimmm...... Zaten alet yavaş ve problemli, ıkınmaktan iş yapamaz hale geldim. Kör şeytan diyo ki git lan al kendine bi mac. kurtul bu pc den ama döt yemiyo tabee!!!:)
Neyse sanırım yeni bir format göründü bana, en azından bi haftamı daha yer sonra bakıcezz!!!!
karikatür ahan da şurdan
Santral santral!!!
Kendimize gelmemiz öğleden sonrayı buldu. Sonra n'apsak diye düşünürken, "ulan altı aydır burda yaşıyoruz ve daha Santralİstanbul'a gitmedik " diye hayıflanıp bi hamlede karar verip, bilinmez yollara sürmeye başladık arabayı. Ben ÖB'yi Gazi OSman Paşa'ya soktum, içimde bi kuşku yok değildi ama doğru yoldayız diyordum sürekli ÖB'ye, sonra Alibeyköy'e yöneldik. Sonunda ışıklarda yanımıza düşen taksiciye yol sorduk, "kaptan silahtar'a nassı gideriz" Adam karmaşık bir şeyler dedi sonra önümüze geçti ve bizi santral istanbul yoluna soktu. Sonra da iki dat dat yapıp gitti, biz de el sallayıp teşekk
ür ettik.ÖB ve ben bu iyi adamın nasıl olup da bizim karşımıza çıktığına hayretler edip müzeye girdik. Girdik ama ne müze, ne okul, aman yarabbim, varoşta bir vaha, süper lüks arabalar, iki büyük tasarım harikası ve bi o kadar da pahalı mı pahalı yeme içme yeri. Bi tanesini seçtik, ama içeri girince bi durduk , önce mekana şaşırdık, içeriyi bi güzel inceledik sonra ürkek bi şekilde bi masaya oturduk, içimizden "ulan burda servis selfservis mi yoksa masaya mı geliyorlar sipariş için " diye düşünürken çok kibar bi çocuk masaya gelip siparişimizi aldı. Yemeği beklerken, ben de cortlamış telefonumun yerine kullandığım ÖB nin eski telefonunu, sesini hiç duymadığımdan ve duysam bile benim olmadığı için önemsemediğimden, annem falan arar da duymam diye masaya bıraktım ama bi an bi tedirginlikle elimi telin üstüne koyup çaktırmadan cebime attım. Sonra kendimden utandım "ulan nabıyom ben, eski meski tel. çalışıyo, niye utanıyorum ben şimdi, bu zenginlik beni de tuhaflaştırdı sanki buralı değilmişim de dışlanacakmışım gibi hissettim ha siktir yaa" diye düşünüp, tel.i cebimden çıkarıp tekrar masaya koydum. Sonra ÖB'yle burdaki durumu tartıştık biraz, toplumsal saptamalardan bulunduk. Neyse karnımızı doyurup, eski elektrik s
Giriş kelle başı yedi tl idi. Ben kendi adıma üç tl ödedim heheh... sonra yine ürkek, nerden başlayacağımızı bilemeden kaldık bi an. Sonra ben görevliden bi el haritası istedim. Sonra yukarı çıtık. Alet edevat, canavar gibi makinalar derken, kontrol odasına girdik. İÇimden ulan burda uzay gemisinde geçen süper bi fotoroman çıkar diye düşündüm. Orda bayağı bi zaman geçirdik. her şeyi kurcaladık, bu sırada gelen giden oldu. Onlardan rahatsız olduk zira ben zorla ÖB'yi de model olarak kullanarak bi fotoroman çekme sevdasına girmiştim.biraz çektim ama sonra ÖB sıkıldı ve ordan ayrıldık. Tam biz çıkarken üç, dört yaşalarında bi oğlan çocuğu annesinin elinden kurtulmuş kontrol odasına doğru koşarken, bi yandan da annesine " düğmeler nerde haniii" diye soruyordu. Çocuğun afacanlığına kayıtsız kalamadık ve içe
ri girince n'apcak diye izledik onu bi süre. Sonra yolumuza devam ettik. Deli gibi bi fotoğraf çektik. Makina kah ÖB'nin boynunda kah benimkine takılıp durdu.Müze kısmının alt katına indiğimizde bizi elektrik enerjisiyla ilgili deney sergisi karşıladı. Biraz onlarla oynadık. Çok eğlenceliydi. Ama asıl eğlence müzenin diğer kısmındaki sergi salonundaki "haritasız" isimli sergiydi. Hem çok anlamlı hem de çok eğlenceliydi. Sadece sergi salonunda dört saate yakın oyalandık. Sergideki işler gelen izleyiciyi aktif hale sokuyor ve izleyici kimliğinden çıkarıp, sanat eserinin bir uzantısı haline sokuyordu. Neyse işte gitmeyen varsa, gitsin, az kaldı galiba bitmesine. Çok fazla anlatıp da gideceklerin heyecanını şey etmimm.
Çıkışta da altı tl otopark ücreti bayılıp, bitap bi şekilde eve gelip, bira içmeye devam ettik. Santal İstanbul sayesinde ve ordaki sergi sayesinde, haftasonumuzu kurtramakla kalmadık, düşündürücü ve öğterici ve ders çıkarıcı bir
Hani okuldayken götürürlerdi ya bizi, bi müzeye falan ve çok sıkılırdık ama illa geziyle ilgili kompozisyon yazdırırlardı ve o yazıda illa bu geziden faydalı anılarla ayrıldığımızı anlatmamız istenirdi. Ne faşizan bir durumdu allllaamm!! ;::))))))))))
Ama bu seferki gezi güzel oldu olmasına da yazı biraz tutuk oldu. Geçmiş okul deneyimlerinin verdiği bi baskı olsa gerek!!!:)))
Cepte Unutulan Komik Fotograflar Serisi I
Şimdi giden numaralarıma mı yansam yoksa, dedemle olan foto ve videolarımı kurtardığımla mı teselli olsam derken, cepteki fotolardan biri keyfimi yerine getirdi. Çektiğim anda çok mutsuz ve çaresizdim; Hastaneden çıkmış, sevimsiz Sıhhıye'den yürümüş, soğuk, donuk bir Ankara gününün akşamında, bulvara geçebilmek için saçma bi üst geçiti kullanmak zorunda kalmış, feci halde çişim gelmiş ve hastane nöbetini gönülsüz olarak anneme bırakmanın huzursuzlğunu yaşarken, seçimlere bi iki kalmış bir tarihte, otobüs durağında bu afişi görüp, kederimi dağıttığımı hatırladım da bi nebze olsun gülümsedim:
Seni Gidi Amcık ağızlı Seni!!!!!!
Geçenlerde SH ile olan buluşmamızda, Ankara mecaramı anlatırken, akrabalardan(daha doğrusu dedemin akrabaları sayılır) bir tanesinin özellikle evine gidip, düzgünce kapısını çalıp, bi dakka gelsene diiip, apartmana çekip, suratına, apartmanda büyük bir yankı yapacak kadar sesli bir osmanlı tokadı çakıp ki karşımdaki dişi olduğundan,( hani erkek olsa suratının ortasına bir yumruk yemesi daha münasip olur tabiii) sonra da bütün komşularına kapıyı açtıracak şekilde ulan ...mcık ağızlı , ...rospuuuu, senin o verdiğin 100 yetaleyi senin kıçına sokarım layn, benden, dedemden, anamdan ve en büyük teyzemden uzak durcaksın diyip, saçından tutuğum gibi, arkasını çevirip, o koca, yemiş de sıçamamış, domuz götü gibi kıçına da okkalı bir tekme atıp, yere serip, ulan ...mcık ağızlı ben gidene kadar kalkma yerden diyip çekip giderken, bir an geri dönüp, ulan ..mcık ağızlı şimdi al sana şahane bi dedikodu malzemesi, balladıra ballandıra yaşadığın sürece yap dedikodunu hahahahah... demek ve yeni taşındığı sosyete semtindeki komşularına bir güzel rezil etmek istediğimi anlatırken, SH korkuyla "DŞ sen de bazen çok cadı oluyorsun, ne kadar kavgacısın" dedi. Ben de "ama yapamadım ki, fantaziden öte gidemedi, değil evini cep numarasını bile bilmiyorum, dayımı aradım açmadı, teyzeme o kadar baskı yaptım, vermedi cebini, annem uyma, ağzına yazık dedi falan filan yani içimde ukte kaldı gitti" dedim. Sonra olayı dinleyince onun da ağzı açık kaldı.
karikatür şurdanŞİmdi bizim Hüsyin çavuş ilk hastalandığında 6 ay önce kadar, bir ay hastanede yattık beraberce, annem, büyük teyzem ve ben; sonra dedem iyileşti ama özel bakıma gerek duyuldu. Evde hemşire tutmak gerekir denildi. Bu arada diğer çocukları , gelinleri, torunları, el gibi geçmiş olsun dediler ve gittiler. Ben ve sevgilim ÖB uzun ve yıpratıcı arayışlardan sonra dedeme süper bir bakımevi bulduk, sonra herkese teyzem aracılığıyla haber verildi, herkes bu yerin çok pahalı olduğunda hemfikir oldu ama bu arada herkes ortada yok, para da yok ama sesler eko şeklinde bana ulaşıyordu. Neyse ben kimseyi dinlemedim, dedeme en uygun yerin burası olduğuna karar verdim, gerekirse tek başıma bu parayı ödeyeceğimi söyledim (nasıl bilmiyorum ama) ve dedem oraya yerleşti.
Şİmdi bu akrabalar içinde en büyük dayı, zaten babasıyla hiç ilgilenmez ve ilgilenmek istemediğini de açık seçik ifade ederdi ki bence açık olmak takdir edilecek bi şeydir.Ama buna rağmen üç kuruşluk maaşından her ay 100 lirayı da hesaba hiç sevmediği babası için yatırır hale gelmesi de ayrı bir takdir konusudur. Diğere çocuklardan bi kısmı her ay veribildiklerini, düzenli olmasa da vermeye çalıştılar. Ama bi tanesi varki evlere şenlik; Ortanca dayı ama bu dayının esamesi yok, kendini içkiye vurmuş, yıllardır evli kaldığı avratla hayatı yaşanılabilir kılmanın en güzel yolunu bulmuş zavallım. O yüzden onun da cezai ehliyeti yok sayılsa yeridir. Amma velakin bu dayı ortada olmamasına rağmen , bu dayının parayla oynamaktan sıkılmış, cahil, sonradan görme bir avradı var ki evlere şenlik aaa dostlar.Bu şenlik aracı yaratık sürekli söylenmeyen şeyleri kafasında kurup, ordan oraya taşıyıp, sülalede herkesi birbirine düşürüyor ve bunu evlendiği günden beri durmaksızın ve bıkmaksızın yapıyor. Hatta kimse onu artık ciddiye almayıp ,ilgilenmeyince daha da kudurup, eline bi çomak alıp, arı kovanını kurcalayan bir ahmak haline bile dönüşüyor.
İşte bu kadını ben hiç tanımıyormuşum, ben bunu ortanca dayının karısı bilmem ne yenge, yeni adıyla amcık ağızlı olarak biliyomuşum hahahaha...!!!Bunun nedeni bizim evde de sevilmediği için, onun adı , ortalığı ne kadar sallarsa sallasın hiç anılmadığından, bize bi şey çaktırılmadığındanmış.
Şimdi dedem yeni yerinde, mutlu, kilo almış , temiz pak, hemşiresiydi, doktoruydu, 24 saat bakım içinde yaşarken birden sarılık oluyor ve Ankara'dan bakımevi beni arıyor zira orda dedeyle ilgilenen teyze; yaşlı, yanlış anlar kadına bi şey olur diye direkt aranmıyor. Neyse ben kalkıp gidiyorum, annem geliyor, bir de beter bi teyze var onun ortanca kızı insafa gelip bize yardım ediyor, biz 18 gün kadar dedeyle hastanede yatıp kalkıyoruz, tedavi ettirmeye çalışıyoruz. Yine diğerleri ortada yok, ama bu en yaşlı teyze arayıp herkese haber veriyor, saflıktan. Tabi yine kimse yok ortada.
Sonra birden bu ..mcık ağızlı ortaya çıkıyor. Merak ediyor yaa. Kim ilgileniyor dedeyle, parayı kim veriyor, nerde tedavi oluyor , bu işten bi dedikodu çıkar mı, birilerini kışkırtabilir mi, kime sataşabilir, kimi kime düşürebilir falan filan sebeplerden bilgi edinmek için bakımevinin telefonunu bulup, arıyor ki, bir kere bile dedem orda kalırken nassın diye araramıştır bir kere ziyarete gelmemiştir.Ordaki hemşireleri sorularıyla bunaltıyor ve bana şikayet ediliyor bu . Sonra ben de telefonda bilgi verimesini, dedemin ordaki vasisi olarak yasaklıyorum ve bi şey öğrenmek istiyorlarsa benim cebimi vermelerini söylüyorum ki herkes benim cebimi ezbere biliyor bu evrimini tamamlayamamış sülalede. Ordaki yetkililer de aynen böyle yapıyorlar ama bu iyice kuduruyor, nasıl olurmuş da, bi torun buna karar verirmiş de, o zaman oranın parasını da o torun ödeseymiş de falan filan , ağzına geleni sayıp, kapatıyor bakımevindekilere, sonra hızını alamıyor en büyük teyzeyi arıyor ona da sayıp döküyor ama bi tek beni aramıyor hayret!!
Sonra ben ödeme makbuzlarına bakıyorum, 6 ayda sadece iki yüz küsur para odemiş ödememiş olduğunu görüyorum. Aslında mecbur olmadığını düşündüğümden ve dedeme ve kimseye sevgi beslemediğinden, buna gerek olmadığını düşüyordum ben hep, Hatta teyzeme kimseyi arayıp para istememesini, kimseyle muhatap olmamasını, herkesin Hüseyin Çavuş'un nerde olduğunu bildiğini ve isteyenin istediği şekilde ilgilenebileceğini söyleyip duruyordum ki hala öyle düşünüyorum.
Ama şimdi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu canım!!! Hem sen ilgilenme hiç bi şeyle, hem de sorunları çözmeye çalışanları sabote etmeye uğraş olmadı enerjilerini başka yöne çekmek için elinden geleni yap.
Aslında bir gün karşıma çıkarsa bunları yüzüne söylemek isterim ama annemin tezine göre bir tavşan kadar da korkak olduğundan, hayatta benim karşıma çıkmazmış. O yüzden annem bana söz verdirtti, karşıma çıkmadığı sürece muhatap olmamam konusunda hatta çıksa bile!!!
Aslında bende daha ne küfürler var. Öyle sokak ağzı it kopuk küfürleri de diil haaaa!!! Taaa biz çocukken en küçük dayı, bizi karşısına dizer, hepimize ayrı küfürler ezberletirdi sonra da musamerede şiir okuyan çocuklar gibi sırayla söylettirirdi ama ne küfürler, küfür diil tekerleme sanki. İşte o gündür bu gündür, ağzı bozuk biri oldum çıktım. İyiki de oluşum. Küfür etmeyi beceremeseydim,bu sinir patlamalarıyla nasıl bir şey olurdum bilmiyorum!!!!!
Şİmdi bu satırlarımı okuyan Antalya pilicim ZÜ yine kızacak bana" yine erkeklerin kadınları aşağılamak için söyledikleri küfürleri ediyorsun" diyecek ama n'apimm yaaa dünya böyle, küfürler her dilde, her kültürde böyle, farklı küfür var da ben mi etmiyorum Hahahah...!!!!
BU arada bu ...mcık ağızlı küfrüne de sanırım bu aralar takıldım, önceden sadece ...mın koyim diyordum ......
Offf Atatürk Off!!!!
Gece olmadan biraz önce annem aradı "naber, nette yoksun , sesin çıkmıyo hiç "dedi, ben önce Ankara'da olduğumu söylemedim ama sonra daha fazla kıvıramadım ve nerde olduğum gerçeğini sakince söyledim. İşte o an annem telefonun diğer ucunde hönkürerek ağlamaya ve bana kızmaya başladı; yok efendim zaten kaç gündür içinde bi sıkıntı varmış, ota boka ağlıyormuş, ben her zaman tekbaşıma her şeyle mücadele ediyormuşum, kimseye bi şey söylemiyormuşum, o beni bu kadar eziyete katlaniim diye mi doğurmuş,çocuk doğursam göbeğini kendim kesermişim, inatçıymışım, salakmışım falan filan diyerek telefonu yüzüme kapattı, ben daha "sen de zaten hastasın gelip perişan olma diye söylemedim" bile diyemeden. Neyse bi saat sonra biletini aldığını sabah orda olacağını söyledi ve yine telefonu yüzüme kapattı.
Aslında annemin bütün kardeşleri, bütün yeğendir, hısım akrabadır hepsi burdaydı ama sacece bi tane 60'lık yaşlı teyzem dışında dedemle ilgilenen yoktu ki GERAS taa Ankara'dan İstanbul'u beni arama gereğini duymuştu. N'apsaydım yani dedemle ilgilenmese miydim!!! Diğerleri vicdansız ve evrimini tamamalayamamışlar diye ben de onlara kızıp dedemle ilgilenmese miydim laf işte!!!
Neyse işte bi gecelik acil konaklamanın sabahında Gazi Hastanesi bizi kabul etmedi, torpilimiz yoktu ve yatak da yoktu. Dedem gözümüzün önünde sararırken, acildeki doktorlar, hemşireler, hatta güvenlik görevlileri bize nefretle "hadi ne zaman siktirip gidiyorsunuz, sizin acillik işiniz kalmadı" muamelesi yaparak, ve dosyayı elime tutuşturarak "alın bunun fotokopisini çektirin ve kendinize bir hastane bulun tedavi için" denildi. Bu muameleler bizi insanlıktan bir adım daha uzaklaştırıken, ordaki kuzenlerden biri insafa gelip, kocasının tanıdığı vasıtasıyla Yüksek İhtisas Gastroenroloji bölümünde zar zor üç kişilik bir odada yer ayarladı dedeme. Hemen Annemle birlikte dedemi Oraya yerleştirdik. On beş günlük bir hastane macearasından sonra (dedem , annem ve ben iyice yıpranmış olarak ki gece gündüz hastane havası solumaktan olsa gerek), dedemin pankreası ve safra yollarını tıkayan tümörüne bir stent takılmak suretiyle bizim Hüseyin Çavuş'u Geras'a yerleştirip geri döndük.
Bu sırada diğer iki yatakta da çok ilginç iki karakter yatıyordu. Biri H amca, hayatı hastanelerde geçen bi Adanalı ama İstanbul'da yaşıyormuş; Ha bire taş kırdırmaya, stent taktırmaya geliyormuş, çok da yaygaracı bi tipti. Bi hemşire ya da hasta bakıcı bi selam vermeden odanın önünde geçse hemen yaygarayı basıyordu. Sanki hastanenin bir parçası olmuştu. Her şeye karşıyordu. Biraz insanı yoran bi tipti, allahta biz geldikten iki gün sonra taburcu oldu ama her gün günde iki kere önce hemşire bankosunu sonra da bizim odayı arıyordu. Hatta hemşireler kontrole geldiği zaman sizi de aradı mı H Bey diye gülümsüyorlardı. Bir de kapı tarafında yatan M amca vardı, Bizim bu H amcaya "çok cıvık canım" diye kızıyordu zaman zaman, o da böyle minyon , sarışın bir esnaf amcaydı. İyi niyetli, sakin, bazen komik. Zavallım onun işi aslında bi kat aşağıda kardiyolojideymiş , bypass yapılmış , ertesi gün çıkarsın denmiş ama başka sorunlar tespit edilinde bizim kata çıkartmışlar. O da nerdeyse bizim kadar yattı. Asıl en ilginci bizim yaygaracı H amcanın yerine gelen MH amca idi. MH amca da aynı dedem gibi turuncuya çalan bir renkte geldi. Hem de taaaaa Bolu'dan. O odaya yerleşirken, annem ve M amcanın kayın biraderi L dayı seçimleri konuşuyorlardı, bi de Baykal'a verip veriştiriyorlardı. İşte tam o sırada Bu yeni gelen MH amca önce hanımıyla gözgöze geldi sonra da sinirli bi şekilde "Baykal n'apmış" dedi. Sonra tartışma bir süre sonra tatlıya bağlandı. anlaşıldı ki odadaki herkes sosyal demakrattı. Hatta MH amcanın çocukları ve eşi "ehh artık gözümüz arkada diil oda sosyal demokratmış" diyerek odadan ayrıldılar. Biz de annemle merak etmeyin biz hep burdayız, oda bize emanet, biz onlara da göz kulak oluruz diyerek daha da rahatlatarak yol ettik onları. Sonra günler geçti, artık akrabalarımızdan daha samimi olduk oda sakinleriyle. Bir gece odada kimse uyumuyor. Zaten dedem uyumuyor kaşınmaktan , M amcanın da şekeri 46'ya düştü mü, hemen hemşireyi çağırdım neyse hemşire ağzına üç tane küp şeker attırdı da düzeldi adamcağız . Bu arda MH amca "offf Atatürk offff" diyerek inliyor ara ara. Zaten bu MH amca'nın ne zaman canı yansa, morali bozuk olsa böyle "Off Atatürk Off" diyor. İşte herkesin uyanık olduğu o gece madem kimse uyumuyor, hadi çay içelim , ışığı da yakalım diye bir teklifte bulundum ve herkes de bu teklifi beklercesine sevinçle tamam dediler, hatta dedem bile yatağından inip, bir açık çay içmek ve sandelyede oturmak istedi. İşte o gece bu üç yaşlı adamla çok sıcak bir dostluk kurduk, MH amca şiir yazıyormuş; karınca duası gibi, ince uçlu basmalı bir kalemle minik minik, uzun ince kağıtlara bi şeyler karalıyordu da ben de anlam veremiyordum. O gece bize hastaneden kaldığı sürece yazdığı şiirleri okudu. Bizim bu MH amca meğersem Köy Ensititüsü mezunu bir öğretmenmiş, sonradan müfettiş olmuş. Ben hemen cep telefonumu çıkratıp "MH amca sizi videoya almak ve fotoğrafınızı çekmek istiyorum izin verin lütfen, hayatımda ilk defa Köy Enstitüsü mezunu biriyle karşılaşıyorum ve çok heyecanlıyım" dedim. O da gururlandı tabi. Bana anlatmaya başladı , ben hayretler içinde aldıkları eğitimi, o yoksulluk ve imkansızlık içinde neler neler başardıklarını dinlerken şaşkınlık denizinde daha da derinlere yol alıyordum. Benim de Fotoğraf okuduğumu duyunca o da benimle daha çok ilgilendi. O da bir Fotoğrafçıymış , sonra sohbet makinalara kaydı. Bir hastane odasında yaşanabilecek en muhteşem geceydi. Hatta sonraki günler ben odada herkesin torunu oldum. Artık benden bi şey isterken çekinmeden istiyorlardı.Hastaneden ilk biz ayrıldık. M amcayla cep telefonu alışverişi yaptık, hatta dedemi ziyarete gideceğini ve kaldığı yerin adresini de yazdırdı bana. MH amcayla da ektra olarak mail adresleri alındı. Dedemden sonra en yaşlı kişi MH amcaydı ama photoshop ve internet kullanıyordu. EEeee ne de olsa o bir Köy Ensititüsü mezunuydu.
Köy enstitüleri

