RSS

Sekiz Sene Sonra Gelen Bir Merhaba

 Bu gece çok darlandım. Uzun zamandır böyleyim ama tüm dünya böyle diye ses etmeye yüzüm yoktu. Pencereyi açtım biraz kirli ve soğuk hava soludum. Bir saat az oyun oynadım diye Öykü'yle aram fena açıldı. Bi bahçeye çıkasım hatta hiç içmediğim halde bi cigara yakasım geldi. O yakacağım cigarayı da muhtemelen  hiç edecektim ama yine canım çok istedi. ama ne çıkacak bahçe ne yakacak cigara var elimde şu an. Ben de eski defterlerimi açtım, sonra aklıma geldi yıllar yıllar önce bi bloğum vardı benim. Aradım ciddi ciddi, sonra buldum şifresini neyini küçük bi defterde, açtım okudum biraz. Şu an fena haldeyim. O kadar yoğun duyguları tüm çıplaklığıyla nasıl da rahat yazmışım ilk başta ona şaştım. Sonra ne kadar da her şeyi hissediyor ve ifade ediyormuşum, direkt. O duygu dolu kadına özendim, ağlayasım geldi. Hatta az az şıpırdatıyorum. Şu satırları yazmak için içimde bi titreşim oluştu ama bayaa uğraştım gönderi nasıl oluşturacağım diye. Neyse ki buldum. Şimdi bunu bloğa eklemeye ve bloğu görünür kılmaya uğraşacağım kesin. Eğer başarırsam burdan biraz nefes alırım. Belki eskisi kadar blog okuyucusu olmasa da yazmak ruhumu iyileştirir, kimbilir.

Şimdilik bu kadar. Bu gece muhtemelen daha önce yazdıklarıma dalıp, çoğunlukla ağlayacağım. Bazen bu blog yıllarından beri arkadaşlarımın olduğu whatsapp grubunda bazı yazışmalarda ağlayasım geldi dediğimde, "dur ya hemen ağlama" diyen bi arkadaşım var. O aklıma geldi. şimdi bunu okusa aynı şeyi söylerdi. Ağlamak niye hep gereksiz görülür acaba? Ya da ağlamak ne olarak görülür? Çocukken annem de hep beni uyarırdı, film izlerken duygulu bi sahnede ağladığımda, filme ağlanmaz, film o gerçek değil ki derdi, bense gizli gizli ağlamaya devam ederdim. Şimdi benim kızım da herhangi bir şey için ağladığında bazen ben de ağzımdan kaçırıyorum, buna ağlanmaz, gereksiz buna ağlamak dediğimi duyuyorum ve çok utanıyorum ve hemen şaka şaka istersen ağlayabilirsin, ağlamak çok normal diyorum ama kendimi farketmediğim zamanlar da oluyordur mutlaka. Umudum bu zamanların oldukça az oluyor olması.

Evet şimdilik gerçekten bu kadar. Eskisi kadar samimi ve açık olabilir miyim bilmiyorum ama biraz yazmayı deneyeceğim. 

Hayaller alemi!!

Sabahın altısında kalkacak insan hiç şu saatte ki saat 23.44 tam olarak, ekmek için  hamur yoğurup, pişirmek için mayalanmasını bekler mi(?) Şu an nasıl pişmanım anlatamam, gidip gelip hamura bakıyorum, mayalanmış mı diye. Gerçi uykum hiç yok, dün de böyleydi ve uyumak için kendimi zorlayıp, yatağa çivilenmem de uykumu getirmedi. Ben de bu gece, sabah sevgilime bi ekmek süprizi yapmak istedim lakin o şu an  bi üşengeçlik içindeyim, bi yandan da uyumam gerekir düşüncesi, suçluluk duygumu kamçılıyor.

On günlük tatil bize hiç yaramadı galiba. Tatilin ilk günü sabahın yedisinde kalkan biz son günlerde, öğlen saatlerinde kahvaltıya oturan tiplere dönüştük. Haliyle uyku düzenimiz de bozuldu. Hatta ÖB iki gündür o kadar depresif o kadar mutsuz ki, tatilini şahane bi şekilde geçirmiş insan modelinden çok uzak. Bugün bu mutsuzluğun bu İstanbul'a  ve o yıpratıcı işe geri dönmenin dayanılmaz yan etkisi olduğunu anladık. Ben de ona "gel gidelim burdan, mesela Girit'e yerleşelim ve bi cafe açıp işletelim" dedim. Hatta cümlemin sonuna "ben samimiyim bak bu hususta" diye ekleyince, ÖB de gülme krizine girdi. Ne var ki bunda gülünecek, samimiyim tabi, yalandan söylemedim, biraz cesur olmak lazım.
Neyse işte beyefendinin gülme şeysi geçince hayaller kurmaya başladık. Girit'e, ottini dedemin memleketine yerleşemesek de, buralarda bi adaya falan yerleşip, orda sezonluk butik bi cafe işletme, yemekleri beraberce yapma, hatta ÖB'ye bi heykel atölyesi açmayı da  hayallerimize ekleyince, ben de bi köpek, bi kaç ördek, tavuk ve keçi istedim ve tabi ki boş bir oda, fotoğraf için. Her şey tamam da bu sefer de  keçi istemem  ÖB'yi yeni bir gülme krizine soktu. Aslında bunda da gülünecek bi şey yoktu ama gülmesi hoşuma gitti, en azından şu mutsuz ruh halinden kurtulmuş oldu. Demek ki hayal kurmak çoğu zaman zor günleri kurtarmak için faydalı. Ayrıca Yaşar Kemal'in Karınca adasının yakınındaki küçük adada yaşayan Hızır'ın keçileri gibi bi kaç keçi istemenin neresi komik allasen , iki götü boklu keçiye bakamayacak mıyız canııııım.   cık cık cık....

Burda bu kadar zaman bıdı bıdı yaparken, hamur mayalanmıştır heralde. Bi gidip bakem ben hadi.....

Welcome to Smyrna!!!


ŞEKİL 1-A

 Havalimanından , İzban gibi şahane bir banliyo sistemi ile Periferideki evime olan indisiz bindisiz yolculuğum için 1,75 tl'lik kentkart okutmam karşılığında trene ayak basar basmaz, şahane çalışan klimalar, ve her koltuğa, sere serpe yayılmış yolcular karşıladı beni. Biçerova'ya kadar, yüzümde bir gülümseme, kulaklarımda, güzel melodiler eşliğinde yolculuk nasıl geçti bilemedim. Bunun sebebi, rahat, koşturmayan, evindeymiş gibi (şekil 1A)rahat pozisyonlarda treni kullanan İzmir ahalisi miydi yoksa anneme gitmemin , kardeşime, evime, denize kavuşmanın şahaneliği miydi, ayırt edemedim.  Zaten etmeye de lüzum yok, İzmir beni çoğu zaman olduğu gibi çok sakin, mutlu ve huzurlu karşıladı.


Baba tarafından Girit muhaciri yanım olmasına ve  üstüne de şu İzmir'de geçirdiğim dört yıllık eğitim macerama rağmen, rahat bir tip olamadım. Yaparız abi, sıkıntı yapma, geliriz  abicim, veririz, yat yuvarlan yahu, daha zamanı var , yetişiriz, gibi cümlelere çok mağruz kaldım hatta okuldan bi hocama bu İzmir rahatlığından, genişliğinden, sakinliğinden biraz dem vurunca : "Eee bakalım biraz daha ileriye gidince siesta bile var, dua et burda yok, bi de o olsaydı n'apacaktın burda" diyerek gülüp geçti bu şikayetime.

Şİmdi yaşım epey ilerlemiş bir insan olarak, İzmir'deki dinginlik hoşuma gidiyor, itiraf ediyorum. Hatta beni anormal derecede mutlu ediyor ama yine de İzmir'de yaşayacak kadar gaza getiremiyor. Buna en çok içerleyen de annem oluyor. Bi kaç sene önce, bizzat annem tarafından hazırlanan bi  katekulliye kurban giden kardeşim, Üç yıl önce İstanbul'dan İzmir'e yerleşti, gerçi böyle yazınca kötü bi şey olmuş gibi görünüyor ama aksine, İzmir'de yaşamak kardeşimi, daha sakin, daha az sinirlenen, şeker gibi bi insan dönüştürdü, üstelik de , kendi işinin sahibi olması bi yana, yaşam kalitesi de yükseldi.
 Şİmdi sıra bende. Annem alttan alttan ayarı verip duruyor:" alırız size bi zeytilik, yaparsının toprağa, bi prefabrik, İzmir'den de bi ev alırsınız valla şahane olur....." Bi yandan da "hiç düşünmezdim, çocuklarımın  İstanbul'da yaşayacağını" diye sitemkar cümleleri de sık sık tekrarlar oldu.

Bab'aziz!!!

Bu sıralar İran sinemasına takmış durumdayız. Her hafta en az 4 film alıyoruz, bulursak tabi. Şu an,  geçen hafta bulup izlediğimiz filme, tarih 24 haziran pazar gününün,  saat 01.18 i gösterirken TRT 1 de rastladım. Fİlm başlayalı çok olmuş hatta sonuna yaklaşmış lakin tekrar yakaladığım yerden seyretmekten kendimi alamıyorum.

Şu su böreğinin ettiği......

Bugün saçma bi güne uyandım, yataktan zor kalktım. Sanki ertesi gün bu halde olacağımı biliyormuşum gibi, akşamdan evde yapılacak tüm işleri yapmıştım, her şeyi düzenlemiş, hatta sefer tasımı ve yarın yanıma alacaklarımı bile hazırlamıştım.

İlk iş duş almaktı ama almadım. İki saat ne giyeceğimi düşündüm, zira bu şişmanlık artık canıma tak etmeye başladı. Etek giysem baldırlar pişik olur, pantolon giysem götüm çıkar, tayt giysem üstüne uzun bi şey geçirmek lazım derken, her zamanki forma kıyafetimi üstüme geçirip, kendimden memnunsuz bi şekilde evden çıktım.

Bugün son günü olan aidati ödemek için  bankamatikleri dolaşıp, kalan bakiyeleri çekip, parayı denkleştirdim, ödemeye gitmeden önce bizim orda yeni açılan Haci Sayid denen yere oturdum,
aslında canım bi şey istemiyordu ama karnım acıkmıştı kahvaltı yapmak lazımdı. Refleks olarak bi küçük açık çay ve su böreği istedim zira bu durumda su böreği her zaman beni memnun eden bi şeydir. Oturduğum masa pisti, garsonu çağırdım, sağa sola tek başına koşturmaktan hayli telaşlı olan adam hızlı bi şekilde siparişimi aldı. Sonra bi bezle gelip masayı sildi. Fakat silmeseydi daha iyiydi, şu keyifsiz günüme pis kokular da eklenmiş oldu. Garson gidince, bezin masada bıraktığı iğrenç kokuyu daha fazla solumamak için çantamdan ıslak mendil çıkartıp masanın bana yakın kısımlarını  bi güzel sildim. Sonra çay geldi, soğuktu, kaşık kirliydi ama zaten ben şeker kullanmıyordum, ardından su böreği geldi; yanında domates ve hıyarla servis edilen bi su böreğini ilk defa yiyecektim. Görünüşü güzeldi ve bense  aç, şişman bir kadındım, üstelik de o an çok mutsuzdum.  Soğuk çayımdan bi yudum, börekten bi lokma derken yedim bitirdim, burnumda hala silinen masada kalan kötü bez kokusuyla. Sonra hiç şikayet etmeden hamur olan ve  yedikten sonra ilk defa  daha da mutsuz olduğum,  görünüşü güzel tadı kötü böreğin ve soğuk çayın parasını ödeyip çıktım ordan. İçimden " biraz sabredip, çiğdem'de yeseydim bu böreği hem günü kurtarmış olurdum hem de bu aldığım yağların hakkını verecek bi tat bırakırdım zihnimde" diye kızdım kendi kendime.

Gidip aidatı ödemeye çalıştım, almadılar, sonra bütün hesaplardan topladığım paraları bi hesaba yatırıp , gelip iş yerine , netten ödedim.

Geri kalan günüm mutsuz, tatsız bi şekilde yapılması gerekenleri yaparak geçti. Birazdan  SH ile tünelde buluşmaya gidicem, hala tatsızım, alkol alsam biraz havam değişir mi acaba diye düşüneceğim yolda, yoksa boş yere göte, göbeğe kalori depolamayalım.

Hadi çıktım ben....

ÖB'ye Doğum Günü Hediyesi

Bugün atölyede şöyle bi güzellikle karşılaştım.
Masama bırakılmış bi  kitap; Michel Foucault, hapisanenin doğuşu.
Hemen atölye arkadaşım G. hanımefendiyi aradım, nedir bu benim masama bırakılan kitap dedim:
O da :" O kitap ÖB'ye benden doğum günü hediyesi( ki bana da doğum günüm gelene kadar üç tane hediye almışlığı vardır kendisinin huyudur), üstelik de  onun en sevdiği hocasının( MEHMET ALİ KILIÇBAY) çevirisi, içine de o üzücü olayı yaşadığınız günün anısına bir de şiir ekledim, oku bak sen de " dedi. Ben de huysuz bi şekilde: " yahu daha adamın doğum gününe iki ay var, üstelik ben şiir de sevmem, kafam basmıyor diyorum sana, bana niye oku diyosun" dememe kalmadı her zamanki huyu gereği, telefonu çoktan kapatmıştı.
Neyse aldım kitabı elime, dur lan bi bakim ne şiiriymiş bu dedim. Okudum, sonra ikinci defa yavaş yavaş okudum ( IQ'um gereği), sonra beni aldı mı bi ağlama, duramıyorum, o esnada çaycı girdi içeri, ama girdiğine pişman oldu adamcağız, n'apcanı şaşırdı, sonra aceleyle çıktı, sonra yine girdi içeri telaş içinde , ben hala zırlıyorum, bi kessem sesimi, adam cesaretini toplayıp n'oldu diye soracak, soramıyor, ben biraz kendime gelip, O. Abi çay var mı deyince adam şaşkın şaşkın; "büyük mü olsun" diye sordu, sonra çıktı.

Şimdi hiç huyum değildir ama, bu G. hanımefedinin bizim o acı günümüzün anısına ki, bizi yalnız bırakmayıp, kendi büyük büyük sorunlarını bi kenara bırakıp,bizimle kederimizi paylaşıp, acımıza o anda bile ortak olmuş şahane dostumuzun bizimle özellikle sevgilim ÖB ile paylaştığı bu şiiri kayıtlara geçirmem gerektiğini düşünüyorum:


Çağın gereği....

Sosyal medya diye bi şey var dimi artık(?)
Ossurduğunda bile oraya yazıp kamuoyu yaratmak.
Sonra  da bunun adı çağın gereğini yapmak oluyor.