RSS

Kar yağıyor.....

Sabah bi ara sevgilimden şu sözleri duyar gibi oldum;" baksana ne biçim kar yağıyor..." , fakat, bu kelimeler rüya gerçek arası geldiği için uyanmadım, ya da bilinçaltımda, bu sözlerin karşılığı, yataktan kalkayim diye yalandan heyecan yaratma cümlesi diye kodlayıp, ciddiye almadım. Tabii uzun zamanlar oldu, günlerce, lapa lapa kar yağdığını görmediğimiz; hatta çocukluğumuzdur , en taze ve en heyecanlı kar anılarının olduğu zamanlar, bunca yaşımıza rağmen.

Şu an atölyedeyim, nerdeyse han bomboş, bi çaycı bi ben, ara sıra mekandan çıkıp, hala yağıyor mu diye bakıyorum, nasıl geldim bilmiyorum ama evde duramıyorum, çok canım sıkılıyor, yollarda kalacağımı bilsem o uzun ve meşakkatli yolu aşıyorum, zaten burda yapacak çok işim var, zira kaçırdığım hayatımı yakalamaya çalışıyorum.

Kar hala yağıyor, çaycının canı sıkılıyor, ara sıra laf atıyor bana: "geldin de nasıl gidicen, bi çadır kurarsın artık caminin bahçesine keh keh keh..." diye. Gerçekten kar güzel yağıyor, sıcak atölyemde , yanımda sıcak çayım, işimi yapıyorum, huzurluyum bugün nedense, kar yağıyor......

Hastalık oldu böyle olduuuuu gel gel gel..........!!!!!!!

Bu hafta bi türlü götümü toparlayamadım, her sabah bu gün kesin gidiyorum atölyeye diye kalktım yataktan ama, wc'den doğruca yatağa gömüldüm yine. Oysa ben ne hasta hallerde yollara koyulmuşumdur , lakin o zamanlar da pek verimli olamıyordum, kendimi ya Selmuş'un evine zor atıyor ya da atölyedeki kanepeye kıvrılıp, akşam eve geri dönebilmek için güç topluyordum.

Hastalık, halsizlik, soğuk derken işte , eve tıkıldım kaldım, ilk iki gün hastaydım yattım, yayıldım, üçüncü gün canım çok sıkıldı, heyecanla sevgilim ÖB'nin eve dönmesini bekledim sonra da ona sardım, daha doğrusu sataştım, allahtan beni çok iyi tanıyan ve halden de anlayan biri olduğu için, pek bana bulaşmadı hatta beni neşelendirmeye bile çalıştı tüm rezil ve huysuz halime rağmen. Dördüncü günde de yine atölyeye gidiyorum diye kalktım yataktan ama bu sefer de salonda tv'nin karşısındaki o iğrenç kanepede elimde de tv kumandasıyla takıldım kaldım. Kaç gündür tv gündüz kuşağı izleyicisi olduğum için nerde ne var biliyorum artık. Önce eski diziler ama çook eski dizilerin tekrarı oluyor sonra da tabipler başlıyor programa, o sırada bi iki kadının sunduğu zırtapoz showlar var alternatif olarak, işte onları zaplaya zaplaya, kucağımda tepsi, kahvaltı yaptım, sonra tepsiyi bi kenara iliştirip, uyukladım, sonra kalktım, kahve içtim, yine yatış, yuvarlanış, çerez olarak aptal gündüz kuşağı saçmalıkları, ev sıcak, kapı çalan yok, evi bok götürüyor ama şaşırtıcı bi şekilde umrumda değil, arada tv'nin sesini kısıp kitaplıktan bi kitap indiriyorum, alıp bi iki karıştırıp masaya koyuyorum, bunu okuyim diye, bi iki saat sonra bi kitap daha bi tane daha derken salon dağılmış kitaplarla doluyor, hiç sevmediğim bişi ama bu da beni rahatsız etmiyor, derken akşam oldu ve bi Cuma gününü; bizim için haftanın son çalışma gününü de yedim ve çaktırmadan da küçük, huzurlu, sakin, sessiz bi tatil yaptım galiba.

Adaleeeeeeeet, nerdesiiiiiiiiiiiin(?)!!!!!!

Lapa lapa.......






İşte 14 Ocak Cumartesi, kar böyle ahenkle yağıyordu......

Müzik:Philip Glass/ Candyman

Eski defterler açılınca.....

Yaklaşık dört gündür sevgilim şehir dışında, bi ara geldi valizini boşalttı, temiz olanlarla tekrar doldurdu ve gitti. İş seyahati diyor ben de yiyorum, şaka şaka gerçekten çok çalışıyor. Tabi ben de bu arada yalnızlıktan piskopata bağladım bile. Bi gece Selmuş'da kaldım. Sonraki günlerde evde tek başıma ki zaten bi ara on sekiz saat aralıksız uyumuşum, çok hastaydım da. Bu hastalık mevzuunu da bahane edip, atölyeye gitmeyi bırak, ekmek almak için bile dışarı çıkmadım, hatta bi ara kapı çaldı ama hiç oralı bile olmadım, salonda sırtıma metal iskeleti batan kanepede bi sağa bi sola döne döne uyudum. Yalnızlığımın son gecesi, biraz da iyileşmenin verdiği hareketlilikle sıkılmaya başladım. Ivır kıvır işlerle oyalanmaya başladım, dip köşe sakladığım kutularımı kurcalarken, 1998-2003 arası yazdığım ve hayrettir hala saklıyor olduğum bi defterime rastladım. Açtım yavaş yavaş okumaya başladım.

Bu deftere, hayatımda o sıradaki her şeyi nasıl da açık seçik yazmışım çok şaşırdım. Biraz da acımasız geldim kendime, bu gerçekten yaşanmışları okuyunca. Sanki biri beni dikizlemiş de benim ağzımdan yazmış gibi bi duyguya kapıldım. Bi yandan da okumaktan kendimi alamadım: bi kaç örnek vermek gerekirse, çoğunlukla depresif ve mutsuzmuşum, tembelliğimden ve kararsızlıklarımdan çok şikayet etmişim,hep ölüm varmış aklımda, hep hayattan sıkılıyormuşum, okul beni çok bunaltmış, oysa ki okula girmeden önce de en büyük hayalim olarak kayıtlara geçmişim, hiç fotoğraf üretememişim okula girdikten sonra, mutsuzluklarımın en tavan yaptığı zamanlar olmuş zaten. Ara sıra değişik şeylere sarmışım, mesela; "...ve neden orkid koruyucu kılıfları hep hastane yeşili oluyor..." diye bi şey yazmışım ve bu bana sevimsiz gelen tasarım ve regl olmak konusunda bir sayfa yazı yazmışım, bak şimdi bile hayal meyal hatırlıyorum o orkid kılıflarını; bi sürü sancılı ilişki yaşamışım, o yaşımda bunlara nasıl tahammül etmişim şimdi bile okuyunca canımı sıktılar; ailemden, köşe başlarında olan yakınlarımı kaybetmişim, bu sebepten büyük travmalar yaşamışım ki o zamanlardan kalma şeyleri hala yaşıyorum; Ara sıra İstanbul'a gelmişim, Musti ve Selmuş'un yanına, çoğunlukla çalışmak için olmuş bu, şu meşhur Yağmur cafede, zaten tek mutlu ve eğlenceli cümleleri bu İstanbul'a geldiğim zamanları anlatırken kurmuşum, mesela bi bilet yapıştırmışım, görünce hatırladım;
Harbiye açık Hava Tiyatrosu, 01 Eylül 2001: İstanbul'da gittiğim ilk konser; Bülent Ortaçgil, Doğan Canku, Kerem Görsev, Okay Temiz; Üstelik bu konserin en önemli kısmı da yok parasıyla bana sürpriz yapıp bana bu konser biletini hediye eden Musti'den gelmesidir, yıllar sonra tekrar teşekkür ederim kendisine ve hala hayatımda olduğu için de çok mutluyum. Sonra halihazırdaki sevgilim ÖB hakkında yazmaya başlamışım, onunla ilişkimizin başladığı gün ÖB defterimi alıp "Ö... D....yi seviyo" yazmış, altına da İzmir-Bostanlı,17 şubat 2002 diye tarih atıp imzalamış:))
Bu sayede gerçek ilişki tarihimizi de öğrenmiş oldum, çünkü ikimiz de hatırlayamıyorduk kesin tarihi! Ve ÖB hayatıma girdikten sonra, bütün yazılarımı sanki onunla mektuplaşıyormuşum gibi yazıp, 2003 yılında da bırakmışım yazmayı.
Böyle böyle okudum defterdekileri evdeki yalnız geçen son gecemde. Biraz ağladım, geçen günlere, niye bu kadar mutsuzmuşum hep, hayatımı çok gereksiz zorlaştırmışım diye. Gerçi şimdi de farklı sayılmam, hala hayatımı zorlaştırmaya ve günlerimi her şeyden kendimi sorumlu tutatak, suçlayarak geçirmeye devam ediyorum. Bundan vazgeçmek zorundayım, yıllar önce yazdığım günlüğümü okurken buna karar verdim, değişmeliyim, artık kalan zamanımı da çarçur etmemeliyim, umarım başarabilirim...

Yeni kelimeler...

Ne güzel bu yıl, ücretsiz kurslarda Osmanlıca'ya kaydolmuştum, ama hastalık, doktor, bakım, meşguliyet, eve yetiş, derken ilk dört dersi kaçırdım. Beşinci derse katıldığımda ise, kalabalık bir sınıfın bana çince kadar yabancı gelen metinleri öğretmen eşliğinde cümle cümle Türkçe'ye çevirdiklerini gördüm. Sonra da öğretmene gidip: "n'apim ben şimdi, siz çok ilerlemişsiniz, ben kendimi çok fena hissettim" deyince: "hemen ümitsizliğe kapılmayın, önce alfabeyi öğrenin" dedi ama nafile, artık bi başka bahara kaldı bu Osmanlıca işi, içimde bi ukte.

Sonra aklıma İhsan Oktay Anar geldi,Gerçi kitaplarını çoktan okumuştum ama aklımda kalan kitaptaki hikaye ve çok fazla yabancı kelime olduğuydu. Hatta dün Selmuş'la bu konu hakkında konuşup şu karara vardık; bi kitabı alel acele, keyfini sürmeden, bi an önce hikayenin peşine düşerek yalamadan yutuyoruz sonra da asıl o kitabı okurken yaşanacak serüveni es geçiyoruz. İşte bundan mütevelli ben de daha önce okuduğum Suskunlar'a tekrar başladım, her sabah uzun otobüs yolcuğum sırasında bana eşlik ediyor, zaten hikaye belli, satır aralarındaki inceliklerin tadına vara vara, acele etmeden okuyorum. Şİmdi daha bi anlamlı daha bi güzel geldi. Zaten otobüs yolculuğum bitiyor, kitabı kapatıyorum, bu sefer de kitapta geçen bütün mekanları adım adım geçiyorum, sanki olay yeri inceleme yapıyor gibiyim, kitapta geçen yerlerin şimdilerde tabi ki artık yokolmuş kahvehanenin, evlerin, divanyolu üstünde dilenen dilencinin yerlerini tahmin etmeye çalışarak yürüme yoluma anlamlar katıyorum. Bi yandan da Osmanlıca , Farsça kelimeler öğreniyorum, daha önce okurken bunları hiç önemsememişim; mesela şunları öğrendim; (tabi şapkalı alfabe fontum olmadığı için doğru yazamayacağım)
tennure, cima, mahdum, necaset, mebun....

Kayıp zamanlar!!!!

Bugün biraz fazla uyumuşum, malum annem gitti, sevgilim de sabahın kör karanlığında 05.00 civarlarında başka bi şehre uçmak üzre evden ayrılınca, sessiz sedasız evde, uyumuş kalmışım. Gözümü açtığımda 09.30'u gösteriyordu duvardaki saat, bu zamana kadar uyumama rağmen yine yorgun kalktım yataktan, bi rüyalar bi rüyalar görmüşüm ki, burda anlatsam uzun metrajlı saçma bi film çıkar ortaya, o yüzden anlatmamaya karar verdim, zaten bi an önce de unutmak istiyorum, gereksiz insanlar, gereksiz zaman kayıpları, değersiz şeyler... işte rüyamda olanlar, gerçi bu tip şeylere rüyadan çok kabus deniyor zira rüya güzel bi şeydi dimi(?)
Neyse bu uykuda olanlar yüzünden beş karış surat ve sıfır motivasyonla ve geç kalmışlığın suçluluk duygusuyla kendimi bi bok gibi hissederek duşa girdim, giyindim, param olmadığı için, sabah kahvaltısına extra para harcamamak için evde bi şeyler yemeye zorladım kendimi. Sonra evden çıktım, zamanlamam müthişmiş, hemen otobüs geldi, atladım geldim hemen, trafik de yoktu, ee tabi, saat olmuş 11.00, trafik mi kalır tem'de. Her zamanki durağımda, Aksaray'da inip, (tek vasıta olsun diye) yürümeye başladım, Beyazıt'a, lakin altı ikiye ayrılmış olmasına rağmen, rahatlık ve sıcak tutma konusunda bir yenisine değişmeyeceğim botlarımla vedalaşıp, ÖB ve annem tarafından zorla ve kınama usulu ile aldırılan yeni botları giydim ki giymez olaydım; şu an bile bileklerimin arkası ve sol ayağımın serçe parmağı zon zon zonklamakta; acılar içinde yürüyorum, ayaklar fena, bi de sabahki rüyanın siniri de var hala üstümde, bana bi delilik geldi, bi sinirliyim, etrafımadaki insanlara kötü kötü bakmalar, turistlerin davranışlarını kınamalar, derken, karşıdan iki erkek Rus turist ellerinde şişe biralar, içe içe yürüyorlar, beyaz tenleri de soğuktan olmuş pancar, "hah" dedim, "amına kodumun ayyaşları, Rusya'da sandılar kendilerini, saat daha 13,00 olmamış, bira içmeye başlamışlar, hayır hava da soğuk, ne bokuma canları çekiyor bu biray cık cık cık" diye söylenerek yanlarından geçtim. Bi beş dakka geçti geçmedi, bende bi susuzluk, bi asitli bi şey içme isteği, bi biraya özenme, bi sıcaklama halleri ki sormayın, sanki iki dakka önce bira içen rusları kınayan ben değilim, cebimde de sayılı para, aradım bizim kızı, "çık" dedim atölyeden, "ben bira içiçem" o da koştu geldi, oturduk her zamanki mekanımızda, hem de bu soğukta dışarıdaki masalara, sonra MK de katıldı bize, ayarlasan olmaz bu kadar, otuduk içtik bi iki, sonra da herkes işine gücüne gitti. Geldim atölyeye bi sik yapamadan öylece oturuyorum, bi iki photohoplanacak fotoyla uğraştım onları da beğenmedim, kendi kendime çekim tekrarı verdim. Şİmdi de Selmuş'a gidip, demleneceğim, bugün de alkole adadım kendimi, bi bok çıkmaz bugün benden artık yarın hayırlısı bakalım.

Sabahat Akkiraz - & Mercan Dede - Kerbela (Extended)



Biz çocukken, akşamları, dedem, rakı sehpasını hazırlar, bi kaç gün önceden yayıp, kuruttuğu tütününü piposuna ince ince yerleştirir, odasına çekilir, bi yandan yaktığı piposundan büyük dumanlar çekip, bi yandan da bi çatal haşlanmış et, rakısından koca koca yudumlar alırken, pikabından da beyitler dinlerdi, biz de evde can sıkıntısından kardeşimle o odadan bu odaya koşturur, gürültü ve kavga çıkarır dururduk. Bir ara dedemin demlendiği odaya dalınca dedemi kafasını sallaya sallaya pikaptan çıkan musikiyle uyumlu bi ritmde ağladığını görüp şaşırırdık, sonra biz de ağlamaya başlardık, dedem ağlıyor diye, anneannem gelip bizi alırdı odadan; "ağlamayın gurban olimm size, dede üzüntüden ağlamiiiiyir yavrum" derdi de bize hiç fayda etmezdi.
Şimdi bile ne zaman bi alevi türküsü dinlesem , bu uhrevi işlere kayıtsız biri olarak ağlamadan duramıyorum, ahh dedem n'aptın sen bize....

yaşlılık!!!!!

Azize (original)



Bizim atölyenin mensubu G.Ö. hanımefedinin bugünkü gidiş müziği bu oldu, gitmeden az evvel, bu klip eşliğinde atölyenin ortasında iki dönüldü, iki kıç kıvrıldı sonra da müziğin bitmesi beklenmeden dans eşliğinde yola çıkıldı, ben zavallısı da oturduğum yerden figüran kıvamında giden hanımefendiye bakakaldım......