RSS

Zaman ilerlerken!!!!

Günler hızla birbirini kovalarken, sınava şunun şurasında hiç bişi kalmadı nerdeyse. Bense yumurta gelmiş kıçına dayanmış bir kimse olarak inatla, bu sıcakta ders çalışmaya uğraşıyorum. Fakat bunu yaparken kıçımdan da ter akıyor zira çok sıkılıyorum. Sanırım yaş da kemale erdi zor geliyor ders mers ama ben küçükken de böyleydim. Özellikle orta öğretimde okuldan da ders çalışmaktan da nefret ederdim. Ne zaman hep kafada olan gsf'ye girdim o zaman zevk almaya başladım bu okul işinden.
Şimdi bu işin devamını getirmek için uğraşıyorum. Üç yıldır ayrı kaldığım mecralara akmak için çabalıyorum fakat biraz geç kaldım çalışmaya. Aklımdan hemen şunlar geçiyor; acaba bu işi bahar dönemine mi bıraksam, o zamana kadar da bu tempoda çalışırım, kendimi daha donanımlı hissettiğim bi zaman olur hem falan filan...." Ama o zaman da yine motivasyonum şey olabilir. ÖB'ye göre kazansam da kazanmasam da bu sınava girmeliymişim, kendimi denemek maksadıyla. Ama başarısız olunca çok moralim bozuluyor. Tıpkı üç yıl önce hacettepe'de sınava girdiğimde yaşadıklarım sonucunda bütün okullara küsüp elimi eteğimi her yerden çekmekten korkuyorum. Bir de küsme huyum var. Tavşan dağa küsmüş misali!!!
Bir ara da o üç yıl önceki Hacettepe YL mulakat sınavında yaşadıklarımı anlatıcam, hem komik hem trajik bir maceraydı ama şu sıraalar bu olayın hiç bir ayrıntısını hatırlatmak istemiyorum kendime!!!!

En iyisi ben çalışmaya devam edimm. N'olur N'olmaz!!! Hahahhaha.......

Gitmek mi zor Kalmak mı ???!!!!

Tatildeyken aldığımız haberi, tatilin verdiği huzur ve rahatlık sebebiyle, mutlulukla karşılamıştık. Düşündük, konuştuk, tartıştık ve sonunda "gidelim lan, ne kaybederiz ki zaten hayatımız zor daha ne kadar zor olabilir ki!!! hahahah" diye biten bir diyalogla noktayı koyduk.
Sonunda sayılı tatil günü bitti, yola çıkma vakti geldi. Akşamdan arabaya cennetten arakladığımız cennet mahsüllerini; zaytinyağıydı, zeytiniydi, nar ekşisiydi, sebzesiydi, meyvesiydi diye diye yerleştirdik. İkea'dan annemin bana geçmiş doğum günü hediyesi olarak aldığı turuncu ve sevimli mi sevimli balkon masası ve iki tane turuncu çiçekli şezlonglarımızı ve büyük bavulumuzu da bagaja attık.

Sabah oldu uyandık, annem çoktan kalkmış, kahvaltıyı da hazırlamıştı. Derin bir sessizlikle kahvaltımızı yaptık ferah balkonumuzda zira daha karga bokunu yemediğinden herkes uyuyordu, namaza kalkan müminler dışında.

Ayrılık vakti gelmişti. Kahvaltı bitti. Geceden yaptığım ve buzdolabına astığımız listeyi kontrol ederek son hazırlıkları da yaptık , motoru çalıştırdık. Annem arkamızdan bahçe hortumuyla suladı bizi, yolumuz açık olsun, bi daha gelmek nasip olsun diye(ymiş)!!!:)))

Sıcak ve yaklaşık 10 saat süren yorucu yolculuğumuzun sonunda Evimize ulaştık. Yolculuk sırasında beynime nüfuz eden baş ağrısı eve geldiğimde bile bedenimi terk etmemişti. Hemen duşa girip, biraz uyudum, ben uyurken ÖB balkonumuzu yıkamış, yeni balkon masamızı kurmuş, şezlongları yerleştirmiş ve yiyecek bi şeyler hazırlamıştı. Sonra ben de kalktım, beraber balkonda yedik içtik. Üstüne baş ağrısı için 300'lük bir asprini de kahveyle yuvarladım. Sonra bu tatilde aldığımız haber üzerine konuşmaya başladık.
ASlında ben gitmek istiyordum, ÖB de öyle. Lakin kafamızda bir sürü soru işareti vardı. Çok güzel bir fırsattı bu ÖB için zira benim için de öyleydi. Öte yandan şu anda olduğumuz yerde de yalnızdık. Bir ben bir ÖB bir Fatma Girik bir de dedem. Kimimiz vardı ki. Dedemi ilk etapta yanımıza alamazdık ama Fatma Girik'i de yanımıza alıp basıp gidebilirdik.
Üç yıldır bir sürü sorunla tek başımıza boğuşup, derin yaralar almıştık ama her şeyi de yoluna koymuş, düzenimizi daha yeni sağlamıştık. Şimdi başka bir şehir, yeni iş ortamları, tekrar aynı sorunlar ve tekrar başa dönüş ve hatta daha da zorlu bir hayat bizi bekliyor olabilirdi ama bir yandan da kapalı kutuyu açmak istiyor, içinden ne çıkacak diye merak ediyorduk, maceraperest yanımız ne kaybederiz diye düşündürüyordu bizi ve içimizde derinlerden bi ses gidin gidin gidin diyordu.
Bugün ben iyice düşündüm. Bu kararı benim vermemem gerektiğine karar verdim. Zira ben her karar verme durumunda kaldığımda kararsızlıktan kafayı yemiş ve sonunda hep aleyhime kararlar vermiş ve hep hayatımın aaaazına sıçmış, ağır yaralar almışımdır. Bu yüzden ÖB'yi hangi kararı vereceğine dair yönlendirmek istmediğimden, Ona her ne kararı verirse onunla birlikte olacağıma, her halükarda ona destek olup, hayatını şu an olduğu gibi kolaylaştıracağımı söyledim. Artık topu ona attım. Ben karar vermek istemiyorum çünkü yine kararsızlığa düştüm, N'apcamı, ne istediğimi şaşırdım.

Hangisi doğru, hangisi uygun, Önceki planlarımızı çöpe atıp başka plan projeler içine mi girmeliyiz ya da ne!!! Hangisi zor hangisi kolay gitmek mi kalmak mı!!!!!!

Cennette İki Gidiş Dönüş Lütfen!!!

Şu anda cennetten sesleniyorum sizlere. Deniz, gözlük ve şinorkel eşliğinde deniz canlılarıyla muhabbet, güneş, evim; annem, sevgilim, sınırlı ama yeteri kadar kardeşim; günübirlik Foça, Bergama, Dikili, İzmir; İzmir'de ailem,arkadaşlarım, sevgilim eşiliğinde kordona karşı nargileli bol muhabbet; mangalda balık, bol kitap, huzur, mutluluk hatta kaplıca havuzu, kahvaltı sonrası Türk kahvesi, rahatsızlık vermeyen nazik komşular, 14 km uzaktaki babam derken sevgilime gelen telefonla aldığımız sevinçli, umut dolu, tam da cennetteyken alınabilecek cinsten, insanın tekrar hayal kurmasını sağlayan, plan projeler içinde dolandıran, tekrar hayata döndüren, by-pass etkisi yapan bir haber...

Yaaa gerçekten cennetteyiz galiba yahuuu.....!!!!

Vernacular labirentlerde bir babanın varoluşu ve aurasının hiç bir zaman yokolmayacağı üzerine:

1971

Salon hınca hınç dolu değildi, sadece iş arkadaşları ve ailelerinden habersiz, gizlice törene katılmaya gelmiş bir iki kuzen , kardeş, yiğen o kadar. Zira bu izdivaç her iki gencin ailesi tarafından da onaylanmamıştı. Yine de gelin ve damat herkese inat, medeni bir şekilde, günün koşullarına göre birbirleriyle yaşamayı seçmiş ve bunun için gereken imzayı atmışlardı. Sonra alkış kıyamet ardından toplu fotoğraflar falan filan.

Sonra yine herkese inat bu iki genç, etraflarındaki yuva yıkıcılara rağmen hiç vazgeçmediler birbirlerinden. Gerçi kavga gürültü de çok oldu evlilik yaşamlarında ama yine ayıramadı hiç kimse onları. İki de çocukları oldu; Biri kız biri oğlan.

Bu inadına evliliğin ilk ve tek kız çocuğu ergenliğe kadar çok mutluydu anne babasıyla. Annesinin keyifsiz ama bir o kadar da sağlıklı ve faydalı yemeklerinden kızı ve kardeşini kurtaran ve en abur cuburundan çeşit çeşit mezeler, patates, köfte, rus salatası, haşlama dil, sucuklu tost, yanına evde yapılmış mayonezle, satın alınmış en güzel ketcapla, midelerini bayram ettiren kahraman bir babaları olduğunu düşünürlerdi hep. Ve kardeşiyle oynadıkları oyunlar için mizansenler hazırlayan, kostumler ayarlayan, annenin en pahalı rujlarını hiç sakınmadan, yüz maskesi olarak kullanan yine aynı kahraman babaydı. Çocuklar tarafından eve getirilen her türlü hayvanın evde beslenmesi için hep çocuklarından yana olan da yine kahraman babaydı. Hatta bu hayvan merakı yüzünden evin balkonu bitlenmiş, yavru köpek viyaklamaları yüzünden konu komşuyla okkalı tartışmalar yaşanmış, balkondan düşüp ölen hayvalara yine aynı kahraman babayla cenaze törenleri tertip edilmişti. Yılbaşılarında, her sene sırası gelenin kırmızı bornozu giyip, baba tarafından noel babaya dönüştürülüp, o çocuklarını ve babayı sevmeyen teyzelere dayılara kapıdan uğranıp şekerler, çikolatalar yine aynı kahraman babayla dağıtılmıştı. Tabi annenin de hakkı yenmemeliydi bu durumda. Anne daha entellektüel olandı bu ilişkide. Sinemadan, tiyatrodan, okuldan, kitaptan, sosyal aktivitelerden sorumlu kadın bakanıydı evin.

Sonra bu inadına evliliğin ilk ve tek kızı ergen oldu. İşte o zaman başladı babayla çatışmalar. Baba otoriterdi, korkulurdu ondan. Her ne kadar onlarla oyunlar oynasa da aslında sevgisini direkt hiç yansıtmamıştı. Kızı bazen babası yanına yaklaştığında, olduğu yerde uyuma numarası yapardı çünkü bilirdi ki babası onları hep uykularında severdi. Sonra babası gelip uyuyan bu güzele bir öpücük kondurup, başını okşayıp uzaklaşırdı. ASlında baba duygusaldı ama korkardı duygularını göstermekten. Mesela Sadece içtiği zamanlarda ağlardı. İnatçıydı da, öldürseler yumuşamazdı ama bi tek kızına dayanamazdı. Bir keresinde yine saçma bir otorite savaşı sırasında baba kalbini kırmıştı kızının. Haklı olduğuna yüzde yüz inanıp aynı inatçılıkla babasına tavır yapıp tam altı ay aynı evde hiç konuşmayan kızını yumuşatmak için yapmadığı şey kalmamıştı. En sonunda bir sabah erkenden sahile giden kızının arkasından bisikletle gelip, kız denizdeyken, kızının en sevdiği sucuklu tost ve bir kişilik termosa koyulmuş sıcak çaydan oluşan kahvaltıyı bırakıp gitmişti.

Tabi çocuklar büyüdükçe, aslında her biri ailelerinden farklı birer birey haline dönüşüyorlardı. Anne bunu olgunlukla karşılarken baba endişe içindeydi. Üstüne kuşak çatışması, fikir ayrılıkları derken özellikle babayla kız arasında giderek bileylenen uçurumlar oluşuyordu. Kız 19 yaşına girdiğinde ilk defa yalnız gönderildiği tatilden dayısına bahsedip, katıldığı gençlik kampında Alman gençlerden geri kalmayıp, arka arkaya sekiz birayı nasıl götürdüğünü anlatırken, bilerek sesini yükseltmiş, babasının duymasını sağlamış ve pek tabi ki kavga kıyamet de oracıkta kopmuştu. Başka bir seferde de şehir dışında saçma bir üni. kazanan ve anne tarafından bu okula gönderilen kız, daha ilk sömestirde koluna bir oğlan takıp, "bu benim sevgilim, burda kalcak , beraber dönücez" demişti. Ama baba kızını öyle özlemişti ki hiç ses etmemişti bu duruma. Hatta o sevgilim dediği oğlanı rakı masasına davet etmiş iletişim kurmaya bile çalışmıştı. Ardından daha bi sürü ergenlik saçmalıkları devam etmişti. Aslında birbirlerine çok benzeyen baba kız, birbirlerini çok seviyorlardı ve aslında birbirlerine çok bağlılardı. Aralarında anneden gizlenen konuşmalar, gizli gizli para biriktirmeler, gizli gizli dalga geçmeler, eğlenmeler ama birden birinden birinin aksiliği ve saçma bi şeye verdiği tepkiyle yerle bir olan uyum ve ardından barışma safhası ve birbirini takip eden bir döngü işte.

2008

Babanın kızı şimdi 34 yaşında ve artık her şeye başka bir objektifle bakmakta, her şeyi artık daha geniş görmektedir ama babası çoktan gitmiştir. Kızına babasından kalan en değerli şey vernacular fotoğrafları ve şimdilerde aklına geldikçe bazen güldüğü bazen ağladığı anıları. Ama üstünden zaman geçmesine rağmen en sıcak hissettiği duygu, babası gittiğinde, normalde babasından hoşlanmadıkları için, evlerine pek sık uğramayan teyzelerin, dayıların, eniştelerin telkin ve başsağlığı için eve doluştukları sırada, içinden geçirdikleridir;" baba keşke sen gitmesiydin de bütün bu akraba denen şeyler hiç bir zaman evimize uğramasalardı. Onlar olmasaydı da keşke sen olsaydın şimdi burda!!!"

Baba gideli tam sekiz yıl olmuştur bile. Kızı gene babasına kızgındır azıcık, bu kadar erken bırakıp gittiği için onu. Halbuki, o gittiğinde daha yeni kazanabilmişti o çok girmek istediği okulunu, daha yeni tanışmıştı sonradan hayatının nerdeyse tamamını paylaşmaya karar verdiği adamı. O adamı da görememişti, okulunu bitirdiğini de, ilk sergisini açtığını da, sonra diğer olan bitenleri de. Eminim bazıları çok hoşuna gider, bazılarına da kızının tahmin ettiği tepkileri verirdi.Daha ne fikir ayrılıkları yaşayacaklardı halbuki, neleri tartışıp nelere gülüp eğleneceklerdi,
"Şimdilerde daha çok özlüyorum seni ama bir türlü o koca, uzun ağaçlarla çevrelenmiş, üstünde adının yazıldığı taşın olduğu mekana hala gidemiyorum, gitmicem işte. Oyunbozansın sen" diye geçiriyordu kızı hala aklından.
Ve içinden geçenleri şu cümlelerle bitirdi kız;
babam benim, sana diyorum: sen her zaman aklımdasın. Seni anmak için bu belirli zamanları beklemiyorum hiç, geleneklerin aksine. Ya da bu yılndönümlerinde yapıldığı gibi, helva kavurmuyorum, pişi pişirip dağıtmıyorum, lokma döktürmüyor, mevlüt okutturmuyorum sana. Sen sürekli benim zihnimde, beyaz sayfalarımdaki kurşun kalem izlerimdesin ama ben bu sefer senin için bu hikayeyi pişirdim, yanına da senin o sevgiyle, özenle hazırladığın mezelerin gibi olsun diye vernacular varoluşlarını ekledim senin için, hem de hiç orjinalliğini bozmadan photoshoplamadan, buraya tıklayan herkese dağıttım. Görüşürüz babacıımm, şeyde, hani dedim ya......

Paranoyak bir kişiliğin olayları algılayışı!!!!

Neydi bu acı diye düşündü kendi kendine Abigale. İki gündür midesindeki kramplar hiç geçmemişti. Açlık hissetmiyordu. Dizleri her an bükülüp yere düşecekmiş gibi seğiriyordu. Hayat durmuştu sanki, işleri umursamıyordu. Herkesle keyifsiz ve mecburi konuşmalar dışında pek muhatap olmuyordu, bakkaldan bi ekmek ve bir gazete istediğinde her zaman kuruşu kuruşuna en bozuk paralarını veren kişi o değilmiş gibi bozuk parasındaki bütün bozuklukları adamın önüne yığmış ve çıkıp gitmişti, sonradan bakkal arkasından koşturup, bunları bıraktınız diye eline tutuşturmuştu.
Abigale eve girer girmez elindeki gazeteyi, ekmeği, bozuk para kutusunu ve çantasını bir kenara atıp, kendini yatağa bıraktı, tam uykuya dalmıştı ki sert bir kapı açılmasıyla sıçradı. O da eve gelmişti. Hiç konuşmadılar ve hatta asık bir suratla mecburi konuşmalarını yapıp geçiştirdiler, sonraki saatlerde ikisi de aynı anda aynı odada bulunmamaya dikkat ettiler.
Abigale, artık bitti diye önemsizce ve hatta kızgınca geçirdi aklından. Bitti ama o zaman bu midesindeki ağrı neydi, niye hiç bir şeye konsatre olamıyordu? Bu iki gün neden ona yıllar gibi gelmişti? İçinden, " n'apalım, ben de işime bakarım, bi sürü şey var yapacağım, onları sıraya koyarım, okuyacağım kitaplar, yazacağım öyküler, bitireceğim master, gezeceğim ülkeler, öğreneceğim yeni yabancı diller var... var da var...."diyordu ama bir türlü hiç bir şeye konsantre olamıyordu. Gidip gelip saate bakıyordu, sanki zaman durmuştu, saniyeler birbirini kovalarken, akrep ve yelkovan bana mısın demeden sanki oldukları yerde duruyorlar gibi geliyordu Abigale'e. Sürekli kendine telkinlerde bulunuyor ama fayda etmiyordu; O'nun evden çıkmasını bekliyor ve ağladığı hiç bi yerden duyulmasın diye hıçkırıklarını içine ata ata , kafasını bir yere dayayıp ağlıyordu. Sonra gözlerindeki yaşları silip, hayatının rutinine geri dönmeye çalışıyordu;Mesela günün en sevdiği saatinde bir kahve keyfi yapmak için kettle' a su koydu, fincanına kahve, ama kettledaki su kaynayıp, alet işaret verdiğinde o çoktan kahve keyfinden vazgeçmişti ve kafasını mutfak tezgahına dayayıp, sessiz sessiz ağladı; bütün kitaplarını döküp, saçtı ve hangisinden okumaya başlayacağına karar verip eline kitabını aldı, okuyor okuyor ama ilk sayfayı bir türlü geçemiyordu. Sonra bu en çok sevdiği ve en çok okumak istediği kitabıyla böyle bir başlangıç yapmak ve bu olumsuz duygularına bu kitabını da karıştırmak istemediği için, onu da diğer dağıttıklarının yanına attı ve yine hıçkırıklarını yutarak ağladı.
İkinci günün ortaları olmuştu. Yine evde karşılaştılar ve hiç konuşmadılar . Yine aynı evin içinde birbirinden kaçan iki yabancı olmuşlardı. Abigel mutfağa gitti, içinden O'nunla konuşuyordu. Sonra iyice kızdırdı kendi kendini, ağlamamak için direndi ve salona gidip sert bi şekilde bi şey demek istedi ama yapamadı sonra O salondan kalkıp yatak odasına gitti. Abigale daha da kızmıştı O'na, "iyice iletişimsizleşelim, ilkelleşelim" diye söylendi sessizce arkasından sonra da balkona çıktı. "Bitti bu iş bitti" dedi yine kendi kendine, "ne diye kendini küçük düşürüp diyalog kurmaya çalışıyosun ki" diye de çıkıştı kendine. Aslında diyalog kurmaya çalışmadığının farkındaydı. Kırmışlardı birbirlerini ve her zaman olduğu gibi O'nun gelmesini bekliyordu Abigale. Bir gurur budalası olarak, haklı da olsa haksız da olsa bunu o yapmazdı ama bu sefer O da yapmıyordu.
"İşte artık yalnızım, daha dün birbirimizi öpüp, kucaklıyorduk, güzel sözlerle pohpohluyorduk. Hayatlarımız anlamlı bir hale getirip, dertlerimizi paylaşıp ağırlıklarımızı hafifletiyorduk. Ne kadar da yalnız hissediyorum kendimi şu an, sanki yıllar önce kendimin bir yarısı O'nunla bütünleşmiş ve şimdi kendimin yarısından çoğu onda kalmış gibi hissettim. Her şey ne kadar da anlamsız artık ve hissettiğim tek şey bu mide kasılmaları ve O'nu gerçekten çok sevdiğim ve çok özleyeceğim" diye geçirdi yine içinden.
O tükenmek bilmeyen zamanlar tükendi, İkinci günün sonu geldi; Abigale de artık tükenmişti ve O'nun yanına gitti,en azından daha somut bir sebeple durumu netleştirip ne olacaksa olsun diye düşünürken, kounşmaya başladılar, sinirlendiler, sonra Abigale çıkıp gitti odadan, arkasından O geldi, sonra birbirlerine sarılıp bir süre birbirlerine öyle kenetli kaldılar bu sırada Abigale çaktırmadan gözyaşı döküyordu. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde balkonda keten helva eşliğinde, ikisi de biraz mahsun, iki günlük üzüntüden dolayı biraz yorgun kahve içiyorlardı. İkisi de sonunda ne kadar büyük bir sorun olursa olsun birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini bir kez daha farkettiler , sonunda gönül kırıklıkları eşliğinde birbirlerini affettiler.
Bu iki günlük küskünlük macerası sonunda Abigale ilişkilerinin akibeti ile ilgili kurduğu büyük fantastik sonları O'na anlatırken, kendi de nasıl olup en kötü ve en can yakan sonuçlara varabildiğine şaşırdı.
Biraz hayal gücü, biraz evham ve paranoyaklık, aynı zamanda gereksiz yere büyük gururlu bir kişiliğin, hayata bakışından başka bir şey değildi bu.

Ben Böyle Hayatın Taaaa amınaaa Koyiiimmm!!!!

Hayatta başarısız olmuş bir kezban olmak ne demektir; hala kendi başına yaşamaya yetecek para kazanamıyor olmaktır; şu an tek başına kalınsa ne yapacağını şaşırmış, ışığa maruz kalmış tavşan pozisyonuna girmektir; hayatta hiç bir şeye faydanın olmamasıdır; boş yere gezegende yer kaplamak, metan gazı üretmek, su, besin tüketmek, doğaya bile zarar vermekti; duygularını karşındakine tam aktaramıyor olmaktır; hayatta bu kadar başarısızken en yakınında yaşayanları da başarısızlığa sürüklemek, onların da canını yakmaktır...
Peki hayatta başarısız olmuş bir kezban olunmuşsa ne yapmak gerek; Etrafındakilerin düzenini ve ilişkilerini daha da fazla bozmadan, kıyıdan kıyıdan yollanmak gerek; üstüne bir de ifade eksikliği yüzünden anlaşılmakta da başarısız bir kezban olunduysa daha fazla inat etmemek, hem başarısız hem de kendisine kötü davranılan bir kezban'a dönüşüp yaraları daha da kanayan bir kezban olup etrafın acınası bakışları ve aşağılamaları altında daha da ezilmemek gerek.
Ama o zaman ben böyle hayatın taa amına koyim yani, hem kezban olmak ,üstüne başarısız olmak, üstüne ne hissettiğini kimsenin önemsemediği bir hayvan olmak, üstüne çulsuz olmak, üstüne bunca yıldır yalnız olmadığını sanıp da aslında ne kadar yalnız mışım lan ben, bak işte yalnızım, demek ki hep yalnızdım da yalnız değilim sanrısını yaşıyormuşum meğer diye kafaya dank etmek....
En iyisi sakinleşmek, ufaktan antidepresan ilacına uzun soluklu bi şekilde başlamak, kezban değilim, değilim, bütün bunlar değilim diye telkinde bulunmak ve bir çıkış yolu bulmak!!!!

Koy Koy Koy .Koy Koy Koy Koy Koy......

değişmez sorumuz
nedir ki sonumuz
toprak değil mi erkeni geçi
aldırma sen doldur be meyhaneci

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

çok ülkeler gördüm
çok diyarlar gezdim
öğrendim alemin sırrı nedir
dünyanın merkezi bu meyhanedir

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

ölürsün dediler
dün içirmediler
sanki sarhoş oldum bilmem neden
çıkmam tövbe bir daha meyhaneden

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

Karmaşık, yorucu ve sıcak günler!!!!

Kaç hafta olmuştu dedemi görmeyeli. Aradım bi ara çok hastalanmış, hala yatıyormuş. Dedim teyzeme geliyorum alıcam dedemi, dedi yok alma hasta adam, dedim yok alıcam , hem açılır biraz, bu kadar zaman yatılır mı yahu, normal insan hasta olur cıkcıkcık.... Öyle böyle gittik almaya. Aşağıda sitenin otoparkında teyzemle bekliyorlar. Dedemi ilk defa kravatsız, takımsız gördüm o gün. Üstünde çamaşır suyu olmuş bir eşofman, kat kat giydirilmiş birbirinden ucube kalın giysiler(bu sıcakta) ve üstünde 80'li yıllardan kalma bir hırka vardı.
Hüseyin çavuş bizi görünce sevindi. Belli ki teyzemi çok yıldırmış, teyzem de sevindi bizi gördüğüne. Neyse attık arabaya dedemi koyulduk yola. Bizimkisi yol boyunca hiç konuşmadı. Ne bir ahlama ne bir oflama. Sakin sakin oturdu arkada eve gelene kadar. Zar zor çıkarttık merdivenleri. Bir de altında yetişkin bezi haşır haşır, bir yandan keskin bir sidik kokusu. Girince eve, direkt odasına gidip, yatağa girmek istedi. Konuşurken zar zor sahip oluyordu ağzındaki dişlerine.
Eskiden biz küçükken dedem hasta olduğunda odamıza girip ağlardık, "niye yatıyor dedem, ölücek dimi" diye etrafımızdakileri suçlardık kardeşimle. Çünkü alışık değildik dedemin yatmasına. O kadar az hasta olurdu ki, hep unuturduk daha önce hastalandığını. O bizim için her sabah biz kalkmadan kalkan, bize erimiş peynirli ekmek yapan, sobayı yakandı, dedemizdi işte.
Hele benim için daha da önemliydi. Almanya'da doğmuş ve orda almanların eline bırakılmaya razı olmayan annem babam tarafından bir kaç aylığına, onların izin tarihlerine kadar anneanneme ve dedeme bırakılmıştım. Tabi benim dünyadan haberim yok o aralar. Meğersem dedem beni hiç istememiş, büyük bir mezhep ayrılığı yüzünden, dedemin onaylamadığı babamla evlenen anneme küs olan ve annemle babamla konuşmayan dedem bir de rızasının alınmadığı evlilikten olan veledi yani beni hiç istememiş. Hatta yezidin dölü diye hep uzak durmuş benden ama çok değil, annemler gittikten bi kaç gün sonra ateşlenen ve hastalanan bu bebeğe kayıtsız kalamayan dedem, o hasta olduğum gün beni kucağına almış, hatta o geceden sonra hep koynunda yatırmış. Sonra annemler izne geldiklerinde onlara beni vermemiş, "bırakın burda büyüsün, şimdi yaşına girmeden yabancının eline düşmesin çocuk "demiş, bu arada anneannem de ağlamış sızlamış ve sonunda annemler iki yıl sonra kesin dönüş yapmaya karar vererek, beni dedemlere bırakıp gitmişler. İşte o günden sonra anneannem ölene kadar, benim ve dedemin ayak ucunda yatmaya razı oldu ve benim dedemle olan diyaloğum dillere destan oldu. Çünkü annemler geldiğinde bile dedem benimle ilgilenmeye devam etti. Nereye gitse götürürdü beni; eskiden Ankara'da gençlik parkında nargileciler vardı, oraya giderdik, dedem kavede nargile içer ben de beyaz gazoz ve leblebi tozu yerdim.Kronolojik Fotoğraf albümüm dedemle fotoğraf stüdyolarında çekilmiş özel portrelerle, annemin Alamanya'dan getirdiği Agfa marka fotoğraf makinasıyla çektiği, an be an yaşantımı ve dedemle ilişkimi birebir anlatan fotoğraflarla dolu.
Naz niyaz, her istediğim yapılırdı. Dedemden korkardı herkes. Hatta rivayete göre, ortanca ve daha o zamanlar bekar olan dayımın arsız sevgilileri dayımı tavlamak ve dedemin gözüne girebilmek için benim boklu bezlerimi yıkamak için sıraya girerlermiş. Sonunda en çok boklu bezimi yıkayan, en yalakası, en içten pazarlıklısı da zaten dayımı kapmış, büyüyünce bunu daha iyi görebildim.
Ben de bir yetişkin olunca dedemin aslında benim bildiğim, tanıdığım kişi olmadığını, karakterini, huylarını, tepkilerini, zihniyetini algıladım ve bana taban tabana zıt olan karakteriyle tanıştım hatta psikolojik bir savaş geliştirdik aramızda ama Anneannem ölünce ben temmelli dedemin yanına taşındım annemlerden ayrılıp. Ve onca kavga ve başkaldırıya rağmen aramızdaki sevgi ve bağlılık hiç bitmedi.
Şimdi dedem yine hastaydı. Ve ben odaya girip yine çocukken yaptığımız gibi zırıl zırıl ağlamaya başladım. O sırada içerden bana seslendi zayıf bir sesle, gözyaşlarımı silip yanına gittim. Çay istedi benden, zar zor konuşarak. Tamam dedim, mutfağa girdim, çayı koyarken yine ağlamaya başladım. O sırada ÖB geldi, şaşırdı beni ağlarken görünce. Dedim ki "dedem ölüyor!", dedi ki "saçmalama!! Biraz hasta olmuş o kadar, kaç yaşında adam halsiz kalmış, teyzen de bakamamış N'apsın o da yaşlı, cahil kadın". Ama yok ben durduramadım gözyaşlarımı. Dedim ki "hiç dedemi böyle halsiz, böyle tepkisiz gördün mü , bu üç yıldır hiç böyle gördün mü?"dedim. O da şaşırdı. Sakinleştiremedi beni.
Dedemin odasına gittim. Onu yıkanmaya ikna ettim. Biraz ÖB'den kuvvet desteği aldım, sonra biraz kendine geldi. Biraz da hafif giydirdim, Yorgan yerine, battaniye nevresimledim ama hemen Uyutmadım, çayla bi şeyler yedirdim zorla.Baktım bizimkisi ahh vahh etmeye başladı. Benim de gözlerimdeki yaşlar azaldı. Bir de yatmadan bol şekerlisinden, tam sevdiği gibi bir bardak sıcak süt içirdim. Gece de sık sık kontrol ettim, nefes alıyor mu diye. Sabah da öyle 12'lere 13'lere kadar uyumasına izi vermedin. Saat 10'da uyandırdım, zorla balkona çıkarttım, kahvaltısını yaptı en atomundan, sonra da bi multivitamin patlattım. Bol bol sıvı içirttim zorla, ayran, kefir, su. Zorla, oflaya puflaya yemek yedi 6 öğün.Biraz toparladı kendini.
Pazar günü olduğunda ve teyzeme gitme vakti geldiğinde, Güzel bir sakal traşı yaptım, güzelce kokular sürdüm, misler gibi giyindi, morali düzeldi. Hatta daha gitme vaktine çok varken, eskiden olduğu gibi, acele etmeye "ben dolmuşa binip gidiyim mi" demeye bile başladı. Bu sefer bu aceleciliğine ve gidicem gidicem diye tutturmasına, ha bire gömleğimi ütüledin mi diye sormasına kızmadım bilakis çok sevindim, eski performansına yavaş yavaş kavuşuyor diye!:))Bu sefer dedemin gitmesine izin vermedim ama eninde sonunda gidicek hatta belki de yakında. Eh zaten geldi 87 yaşına o da gitmek istiyor. Ama her gidecekmiş gibi yaptığında ya da bir gün gerçekten gittiğinde ben yine o çocukluğumdaki duygularıma dönüp, "gitme dede, gitme Hüseyin Çavuş", diye ağlayarak" Gidiyor dimi dedem" diye etrafımda suçlayacak birilerini arayacağım.