RSS

Saçmalardan Seçmeler...

Hafta sonu bi çekim için görüşmem vardı. Bende de Cuma'dan beri bademcikler olmuş davul, bi ateş bi terleme bi perişanlık gırla gidiyor. Zaten benim ısrarlarım üstüne bu görüşme şey olmuş zira müşteri telefonda fiyatı sorup, kapatıcaktı ama ben ısrar ettim demek kendimi rezil edeceğim varmış!
Neyse aldım elime malzemeleri gittim görüşmeye, ter kan içinde.Sonra benim bi çenem düştü bi çenem düştü, olmadık şeyler söyledim de söyledim, sonra ara ara farkettim de nasıl toparlıcamı bilemeden iyice yerin dibine battım battım çıktım. Bi de üstüne kesinleşmemiş işe indirim yaptırdılar bana ki sormayın. Ve bütün bu patavatsızlıklarımın ve aptallıklarımın farkına daha bugün varıyorum. Hastalıktan sayıkladım galiba, bazen de sarhoş olunca yaparım ben böyle patavatsızlıklar ve ben aptalım aptalım diye ağlarım her sarhoşluk sonunda, demek sarhoşken bile insan kendini biliyor.
Neyse şimdi bugün, iki gün önce söylediklerime üzülsem ne fayda!!! Bu da bana kapak olsun, ders olsun. Gereksiz muhabbet boka sararmış onu da anladım.
Umarım bu kadar saçmalığın üstüne yine de ararlar ve ben de alnımın akıyla bu çekimi yaparım ve paramı alırım.
Bi de şu amatör ruhumu üstümden bi atabilsem ve bu çekimleri para kazanmak için yapılar işler olarak görsem, acaba ismek böyle bi kurs açar mı ki ahahahaha !!!!! Walla hemen yazılırım, nasıl profesyonel olunur, tüccar kafasıyla düşünme taktikleri nelerdir, gereksiz samimiyetten nasıl uzak kalınır, aptallıktan nasıl kurtulunur ....
karikatür ahan da şurdan

Sürreal Olaylar Dizisi!!!

Ben her zamanki gibi yine simit yiyorum, Taksim'de. Simitçinin bahçe gibi  olan yerindeyim, hava güzel malum amına koduumun tatilini de yedik, en azından şu güzel ortamı bozup, içerde tıkınmaktansa, onca gürültü ve araba egzozuna rağmen dışarda oturmak yine de güzel. Bu sırada, yanımdaki iki kız, iştahla yağlı mı yağlı böreklerini çayla götürüyorlar, hemen hemen dışardaki bütün masalar dolu. Yanımdaki masa boşaldı ve anında da doldu. Yaşlı bi amca geldi oturdu, burası self servis olmasına rağmen, masaları temizleyen çocuğu çağırıp, çay istedi, parasını da peşin verdi. Çocuktan öyle bi ses tonu ve vurguyla istedi ki çayı, çocuk burası self servis diyemedi, kuzu kuzu getirrdi çayı, bi de kül tablası koydu önüne. Bu arada, yan taraf trafiğe kapalı ve kocama bi belediye arabası, su fışkırtarak ve ortamın gürültüsüne gürültü katarak sözde sokağı yıkayarak temizliyor. Evet buraya kadar olağan bir şehir manzarası ama  aniden bu gürültücü arabanın arkasından bir koç beliriyor, boynuna takılmış, yeşil bi çamaşır ipi, ondan bi iki adım önde giden sahibinin elinde, taşşakları sallana sallana yol alıyorlar. Zaten ben de bu hayvanın koç olduğunu kırkılmış tüylerinin yokluğundan ortada kalmış, kendinden büyük taşşaklarından anlıyorum, zira daha küçük ve boynuzları da belli belirsiz çıkmış. Bu koç ve sahibi, sakince işine gücüne koşturan, ellerinde laptop çantaları, kol çantaları, kravatlı, topuklu ayakkabılı tiplerin birbirini itiş kakışının arasında sakin sakin yol alıyorlar daha da komiği adam ışıkların oraya geliyor ve yayalar için yeşil yanmasını bekliyor, sonra ışık yanıyor ve yine sakillik içinde karşıya geçip gidiyor. Ben bi yandan simidimi yiyorum, bi yandan bu koçu ve sahibini seyrediyorum ve ulan diyorum, bu gerçek olamaz , galiba aklım bana bi oyun oynuyor, ulan sabahın 08.30'unda taksimde bir adam ve yanında bi koç yaya geçidinden karşıya geçiyorlar hahahaah hahahaha!!!!
Ama bu hikayenin dahası da var. Öğle yemeği için dışarı çıkıyorum, kestirme olsun diye gezi parkından geçiyorum, parkın yeşillik alanlarında bilimum evsiz arkadaş,  şekerlemesini yapıyor, bi kaç tarafta da bi iki turist, atmışlar çantalarını yanlarına, dinleniyorlar, sonra bi iki çocuk oynaşıyor babalarıyla, derken biraz daha aşağıya doğru yol alınca , Elmadağ çıkışına doğru, sabah gördüğüm koça benzeyen bi hayvan, Gezi parkının çimlerinde otlanıyor. Yok artık diyorum, bi an durup bakıyorum dikkatlice, sonra iyice yanına yanaşıyorum, gerçek mi bu diye, ben bakınca sahibi ayaklanıyor, galiba huzursuz ediyorum adamı, demek ki burda bi hayvan gerçekten otlanıyor, çünkü sahibi var ve hayvanın yakınına geliyor. Sonra adamı tanıyorum evet bu sabahki adam ve sonra bizim taşşaklının boynundaki ipe bakıyorum evet o da sabah gördüğüm  koçun boynundaki yeşil çamaşır ipi. Sonra seviniyorum,  ulan sabahki de gerçekmiş, bu da gerçek diye düşünerek yoluma devam ediyorum!!!:))) Hiç sorgulamıyorum bu olayı, gerçek olması yetiyor bana, Taksim Gezi parkında otlayan hayvan, sürüden ayrılmış hayvan, şehirde sahibiyle belki de tarlabaşında bi evde yaşayan hayvan ...
karikatür şurdan

Yatağından kalkan....!!!

Dün bankaya gittim. Malum sınav için para yatırmaya, taksim şubeye gittim ve iyi ki gitmişim, topu topu sekiz kişiydik bankada. Ben kapıya yakın tarafta bi yere oturdum yanan sıra numaralarına bakıyordum, ışıklı panodan. O sırada hışımla kapı açıldı, altmışlı yaşlarda bi adam içeri girdi ve bana bakarak, "yatağından kalkan bankaya gelmiş ne bu bee" diye hönkürdü, ben bi an kaldım şöyle, ne diiicemi bilemedim, sonra adam sıra alıp, oturdu, benden uzak bi yere ve  nemrut bi şekilde burnunda dumanlar çıkartıyordu oturduğu yerde. Ben de sürekli adama bakmaya başladım gayri ihtiyari, gıcık oldum ya bi kere, sabah sabah geldi, üstümdeki bütün o keyifli ve her şeyden memnun olan ve bu işi bitirdikten sonra yapacağım simit çay keyfini düşünerek etrafa gülümseyen halimi yok etti , bedenime gerginlik ve sinir saldı göt kafalı. Sonra benim sıramın gelmesine bir kişi kalmışken ben adama baka baka önüne geçtim, elimdeki numaraya bi de adama bakıp, salına salına gişeye gittim, bi de işimi uzatmak için cevabını bildiğim halde, son başvuru tarihini sordum gişedekine ve uzun uzun TC kimlik no'mu kontrol ettim, paramın üstüne yavaşça saydım. Teşekkür edip gişeden ayrılırken bi yandan da adama gıcık gıcık baktım.

Sahura Kalkan Kedi!!!

Ramazan'ın ilk günüydü. Ben her zamanki gibi, öğle yemeğim ve abur cuburum, soğuk tutucu cantamın içinde,  beraberimde, sabah kahvaltımı almak üzre bi simitçiye girdim, simidimi aldım, kitaplıgın yolunu tuttum, o sırada da, simitle içeceğim çayın hayalini kurdum yolda giderken, sonra kitaplığa gelince çantamı içeri bırakmadan, aşağıya, çay ocağına indim. Ama inmemle hüsrana uğramam bir oldu. Çay ocağı kapı duvardı. Sanki çay  oacğına inme yasğı varmış gibiydi. Sinirle boş masalardan birine oturdum. Allahtan yanımda metobolik sıvım vardı da, simitle peynirin yanına katık ettim, bu sırada her zamanki gibi ocağın kedisi, yanıma yanaştı, gözlerimin  içine bakıyordu. Yazık dedim kendi kendime kedi burda bütün gün aç kalacak şimdi, bütün kitaplık oruç, çaycı da oruç tatiline çıkmış, malum kimse çay içmeyeceğine göre. Sonra kediye de attım bişiler ama bu sefer kedi dönüp bakmadı bile. Öylece benim yememi bitirmemi seyretti. Ulan dedim kendi kendime yoksa bu kediyi güvenlik görevlileri sahura mı kaldırdı hahahah!!! Yazık lan kediye, diye güldüm kendi kendime. Sonra kalktım masadan, çöplerimi toplayıp, çöp kovasına attım, bu sırada kedi de ayaklandı, peşim sıra, sonra çöpün yanındaki kendi su kabından lıkır lıkır su içmeye başladı, beni yine bi gülme tuttu, şimdi kedinin oruç bozuldu!!!!!

Çölde bi Vaha!!!!

Bu aralar iyice dağılmıştım. Yapacağım bi ton şey vardı ve kılımı bile kıpırdatmadan, paniğe kapılmadan, sadece aklımdan geçirip duruyordum.  Zaman geldiiiii geçtiii, geldiiii geçtiiiii sonunda sıkışıp kaldım. 
Nerden toparlayacağımı bilemeden can havliyle ortalıkta koşturuyorum şimdi.  Önce istemeye istemeye buluşup tanışmam gereken doğum doktoruyla tanışıp, yine can havliyle yapmama rağmen güzel olan kartvizitlerimi verdim, utana sıkıla, ama broşürümü yetiştiremedim:(!!  
Sonra  çok zaman önce yaptığım ama arkadaşım olduğu için utanıp bi türlü alamadığım işin parasını yine arkadaşımın ısrarları sonucunda yine utana sıkıla aldım. Yahu şu serbest çalışmak güzel de tek derdi parayı elden almak. Ne güzel memur olsan maaşın hesabına geçer, sen de ıkınnıp, sıkılıp, utanmazsın elden para alcam diye:))!!!!
Bu arada MKH'nin studyoya da korsan olarak takılıyorum, bakalım nereye kadar. Hatta öyle abarttım ki geçmem gereken bi takım sınavlar için orda çalışmaya bile başlayacaktım ki, çekimler başlayınca, kendime bi kütüphane aramaya koyuldum. Şöyle günde iki üç saat çalışabileceğim bir yer bulma hevesiyle Beyazıt'a gittim. Neden bilmiyorum ama bana sorsalar en çok nereyi seviyorsun bu şehirde diye ilk aklıma gelecek yerler ve şeyler ; Beyazıt, ordaki kapalı çarşı, pazar günleri kurulan bit pazarı, Çorlulu Ali Paşa'da nargile, türk kahvesi derim. Hatta abartıp, çorluluda olduğum zaman kendimi İHsan OKtay Yanar'ın kitaplarında bi yerde, bi figuran olarak , o kitaplardaki hikayeleri yaşadığımı bile söyleyebilirim çünkü oraya ne zaman gitsem aklıma hep Anar'ın kitapları geliyor, özellikle suskunlar'daki o kahvehanede oturyormuşum gibi geliyor.
Neyse Beyazıt'a gittiğimde ilk aklıma gelen yer Beyazıt Devlet kütüpanesi oldu. Bi güzel kimliğimi verip iç kapıya yöneldiğim sırada güvenlik görevlisi sırtımdaki  çantayla giremeyeceğimi  söyledi, ben de o zaman içindeki kitaplarımı alimm dedim, ama görevli kitapları da sokamayacağımı, burda sadece araştırma yapanların  burdaki kitaplardan yararlanmak için girebileceklerini söyleyince boynumu büküp, kimliğimi alıp çıktım ordan. 
Karşı kaldırımda bi halk kütüpanesi varmış dediler, oraya yöneldim. Ama yönelmez olaydım. Orda da çantayla giremedim, kitaplarımı, kalemlerimi alıp ders çalışacak bi yer göstermelerini istedim güvenlikten, ordakilerden biri de  sanki oraya gelerek  onları huzursu etmişim havasında elini zorla kaldırarak, şuraya  bi yere otur işte dedi. Şöyle bi baktım adama, sonra bana gösterdiği yere; burası kütüpanenin çocuk bölümüydü ve kapı ağzıydı ve çok karanlıktı; oraya oturdum, kitaplarımı açtım ama  adamın bana olan tavrına illet olmuştum bi kere, o yüzden öylece kaldım bi kaç dakika hiç bişi yapmadan. Bu sırada bi  iki güvenlik görevlisi daha ve bi de bunlardan birinin gürültücü yavrusu geldi. Adamlar hararetli bi sohbete girişmişlerdi, sayıyı üçleyince, kadın olan da  yavrusunu avutmaya çalışıyordu. Birden ulan ne işim var benim burda, diye düşünerek, bi hışımla kalktım otuduğum yerden, dolaptan çantamı alıp eşyalarımı yerleştirdim yine aynı sert tavırlarla ve etrafımı aşağılayan bakışlarla ki bunu çok iyi becerdiğimi ve karşıdakinin kendini bi bok gibi hissetmesini sağlayan tavır  ve bakışlarım olduğunu ve benim hışmımdan allahın herkesi koruması gerektiğini söyeyen kardeşimden öğrendim bu özelliğimi de. Sonra bi iki dakika önce bana verilen ziyaretçi kartını bankoda oturan güvenlik görevlisinin önüne atıp, kimliğimi aliimm  dedim. Adam da bu işe sevinmiş gibi hemen kimliğimi verdi. Can hıraş, sinir küpü çıktım ordan tekrar karşıya geçtim. Karşıdaki merzkez kütüpaneye gittim, ama orda takılmak için de günlük beş lira ödemem gerektiğini öğrenince tırıs tırıs çıktım ordan da . Bizim BH'i aradım zira kendisi bilgi belge mezunu, nadide ve çakal mı çakal bi şahsiyet olarak, bana hemen Taksim gel DŞ abla   Atatürk Kitaplığı açıldı, Oraya git  dedi. Bi de bi güzel tarif etti orayı. Elimle koymuş gibi buldum, hemen bankoya gittim, girebilir miyim, öğrenci diilim dedim, görevli evet dedi, çantayla girebilir miyim dedim, görevli gene evet dedi, sonra şansımı zorlayıp, WCyi de kullanabilir miyim dedim, görevli bu sefer gülerek tabii ki dedi. Ben sevinçle , önce içeri girip beğendiğim bi yere çantamı bıraktım, sonra WCye gittim. Sonra tekrar içeriye. Burası o an benim için çölde bi vaha gibiydi. Konforlu koltuklar, klimalı bi ortam, çantam yanımda, etrafımdaki herkes bi şeyler okuyup çalışıyor, ful sessizlik..... Hatta ucuz bi çay ocağı olduğuna da keşfettim,  akşam saat sekize kadar açık olduğunu da.....
Bu sıralar en gözde, en popüler, en harika mekanım Atatürk kitaplığı, yaşasın Atatürk kitaplığı, çoook yaşa Atatürk kitaplığı.......
Halbuki Avrupa kültür başkenti adayı olan bu koca şehirde böyle bi yer görmek beni ya da bi başkasını bu kadar şaşkın, mutlu, özel hissettirmemeli, burası gibi bir sürü kamuya açık, öğrenci, öğretmen, doktor, öğretim görevlisi olmayan, çiftçi olan, amele olan ya da hiç bişi olmayan sadece insan olan ve yazıp çizmek, okumak isteyen herkesin kullanabileceği böyle kitaplıkların olması gerekmez mi(?)!!!











Şerefe dedeeee!!!!!

















Hüseyin çavuş'un yokluğuna alışmaya çalışıyorum. Bazen küçük mor defterimin arkasındaki cepte duran telefon kartlarını görüyorum ya da bi telefon kulübesinin önünden geçiyorum ve ağlamaklı oluyorum. Birisine onu anlatırken geçmiş zaman kullanamıyorum. Bazen rüyama geliyor; Ankara'daki o köhne ve karanlık evimizde, rakı içerken yakalıyorum onu, kızıyorum, yaa dedeeeee diye bağırıyorum bet sesimle, niye böyle yapıyorsun, bak hasta olursan hastanelerde sürünürüz beraberce diyorum, ama hiçççç bana mısın demiyor, bi de üstüne piposundan derin bi bi nefes çekiyor ve sonra ortalığı dumana boğuyor,  ben ağlayarak kızmaya başlıyorum , belki bu sefer beni dinler diye sonra iç çeke çeke ağlarken uyanıyorum uykumdan, rüya olduğunu fark edip hemen gözlerimi kapatıyorum, tekrar rüyaya geri dönebilmek için...
Günde kırk kere aklıma geliyor, gözlerim doluyor ama akıtmıyorum yaşlarımı, gözlerimi kocaman kocaman açıp yaşlarımı gözümün içinde tutmaya çalışıyorum. Ama bazen gözümün bi yerinden fırlayıveriyor da hemen elimle siliyorum kimse fark etmeden.
Akşamları mutlaka bira içiyorum bu aralar. Dedemin şerefine. O içkiyi çok severdi. Gerçi o rakı severdi. Sonra teselli ediyorum kendimi, zaten rakı içemiyordu, pipo içemiyordu, alıp başını istediği yere gidemiyordu, çok sevdiği gazozu bile içemiyordu, meyveli pastayı da çok seviyordu, onu da çok az yiyebiliyordu. Sonuçta istediği gibi yaşayamıyordu. Onun için yaşamak artık ölümü beklemek gibi bi şeydi. Artık üretemiyor, istediklerini de tüketemiyordu diye. Ama gene de yaşamasını isterdim. Gerçi artık tam olarak birarada yaşamıyorduk ve bu çoğunlukla beni çok üzüyordu ama yine de dedem var benim orda  arıyorum, gidiyorum diyordum. 
Hiç kimseye çaktırmadan büyük bi travma yaşıyorum. Sanki hiç alışamıcakmışım gibi geliyor, sanki hiç bu duygularımın yoğunluğu azalmacakmış gibi, olmemiş gibi, sanki daha önce hiç bi yakınımı kaybetmemişim gibi...