RSS

Bu aralar!!!!

Bu aralar uzun cümleler kuruyorum.
Bu aralar yaşadıklarım birikti anlatmak içi nasıl toparlarım bilemiyorum.
Bu aralar kendi kendime otosansür uygulamaktan sıkıcı yazılar içinde boğuluyorum.
Bu aralar yazdıklarım bana ait diilmiş gibi şey oluyorum.
Bu aralar sakinleştim.
Bu aralar herkesten ve şeylerden uzaklaştım, kendimi dinliyorum.
Bu aralar hep yapıcı olmaya çalışıyorum.
Bu aralar yazılarımdan kimse alınmasın diye nazik olmaya çalışıyorum.
Bu aralar bütün bu olmaya çalıştıklarım canımı çok sıkıyor.
Bu aralar içimde tekrar birikenler patlamasın diye acı çekiyorum.
Bu aralar, bu aralar aslında ben ben diilim beahh!!!

Bir Fotoğrafçı: Erwin Olaf!!!

1959'lu Hollandalı Erwin Amca çok acayip işler yapmış. Özellikle chessmen serisindeki işleri Joel-peter Witki'inkileri anımsatsa da aslında teoride tamamen farklı işler ve anlatımlar. Tabi diğer serileri de görülmeye değer. Hakkında bilgi edinmek için buyrun burdan yakın

Acil !!!!

Evvelki gün Öğle yemeği için Bizim Fatma Girik'e gittiğimde, baktım bizimkisi salonda yatıyor. Sabah kahvaltısını da yarım bırakmış, üstelik sabah onu indirdiğimizde yaptığı ilk işi kapının mandalını takmak olurdu fakat onu da takmamıştı. Kapıyı açar açmaz kendimi evin içinde buldum. Tabi korkmasın diye zili de çaldım. Bizimkisi zar zor kalktı. Yanına vardım, ama inanılmaz uysal, mahsun. Hastayım dedi. Bazen morali bozuk olunca hasta numarası yapıyordu ama" N'oldu sabah bi şeyin yoktu "derken, "şuram ağrıya" dedi. Uzun süredir ilk defa kalçam ağrıyor yerine başka bi yer gösterip şuram ağrıyor deyince, anladım ki bizimkisi hasta.
Yalnız eften püften şeylere kaprisler yapıp ilgi bekleyen Fatma Girik gerçekten bir hastalık olunca birden dünyanın en dirayetli ve mızmız olmayan insanına dönüşüyor olması da ilginçtir yani.
ÖB'yi aradım," gel Fatma Girik'in karnının sağ altı ağrıyor, hastaneye götürelim"dedim. Çünkü sağda dalak da olabilir, apadisit falan olabilir diye telaşlandım.

ÖB gelene kadar bizimkisi naz, niyazla , doktora gitmemek için ağrısının geçtiğine beni inandırmaya çalışarak hazırlandı. Morali düzelsin diye de yeni pantolonunu, yeni tshirtünü ve çok sevdiği desenli yeni soket ince çoraplarını ve kıyafetine uygun bej tonlarındaki süslü eşarbını giydi. Biraz neşelendi kendini aynada görünce, sonra ÖB geldi, arkadaşımız ZÜ'nün verdiği şahane akılla eve en yakın olan özel hastanenin aciline girdik. Acile giriş yapmamıza rağmen saaat 14.00 girdiğimiz hastaneden akşam 19.00'da çıktık. Tabi biz bile perişan ve yorgunluktan ruhumuzu teslim etmek üzreyken siz düşünün bizim Fatma Girik'in halini.

Tabi bu arada uzun süre acil de konaklayınca gelen hastaları da gözlemleme şansımız oldu. Yaş ortalaması 19 olan üç kişi geldi sırayla. İlki biz gittiğimizde acili ağlaması, nazı, şımarıklığıyla inletiyordu, etrafında da onun yaşlarında arkadaşları hemşirelere çemkiriyordu. Sonradan öğrendik ki bu kızcağızın tansiyonu düşmüş, bayılmış, arkadaşları da onu acile getirmişler. Aman ne trajedi, hasta bi yandan "serum bağlamayın bana, kesinlikle istemiyorum fırk, zaten kan alırken canımı çok yaktınız" diye salya sümük; hastanın arkadaşları; her birinin kulağında bir telefon, acil koridorlarında aşağı yukarı ağlayarak birilerine haber veriyorlar. Gören de kızın başına gerçekten bi şey geldi de herkes acıdan travma geçiriyor sanır. Neyse bu şımarık ve kedi götünü görmüş yara sanmış sanrısını yaşayan grubun, kan testleri falan geldi, bunlar gitti. Ardından iki tane bürüklü ablanın kollarında yine 18'lik çıtır mı çıtır, ince mi ince başka bir bürüklü genç kız tirtir titriyor. Hemen sedyeye aldılar, perdeler kapandı. Biz de Fatma Girik'le yan sedyedeyiz, serumun bitmesini bekliyoruz, ultrasona gitmek için. Aman tanrım o ne çığlık öyle. Kız bi yandan çığlıklar atıyor, doktor bi yandan sakin ol diyor, kızın adını öğrenmeye çalışıyor. Tabi bizim FG korkmaya başladı çığlıkları duyunca. Sonra bana dönüp "n'Oluyo yaww doğum mu var yanda dedi" Beni aldı bir gülme. Şİmdi acildeyiz gülsen olmaz. Ben de "evet doğum var" dedim. Ne diiyim şimdi. Bizimkisi duramadı ve "aaa ama burda bi sürü erkek var niye burda yapıyorlar doğumu, cıkcık her şey değişmiş yahuu"dedi. Ben yine bir gülme patlaması yaşamamak için kendimi zor tuttum. Neyse yandaki çığlıklar kesildi. Kıza bir sakinleştirici yaptılar, ve kız 10 dakka sonra hiç ni şey olmamış gibi kalktı, türbanını topladı, yanındakilerle birlikte gittiler. Sanırım sinirleri boşalmıştı kızın ve katılmıştı kalmıştı, biri dokunduğunda da çığlıklar atıyordu. Böyle böyle bi kaç ağlayan hasta daha geldi gitti. Biz hala ordayız, kan testi, ulltrason, rontgen, idrar testi , en az 9 kere wc gitme derken, bizimkinin hastalığını idrar yolu enfeksiyonu olarak tanımladılar, bize antibiyotik, idrar yolu antiseptiği ve ağrı kesici verip yolladılar, ilaçlar bitince ağrı geçmezse ürolojiye gitmemizi söylediler.

O gece bizimkisi hala ağrı çekiyordu ki ara sıra yanına odasına girdiğimizde " tez tez dolanın, bakının bana olur mu" diye tembihledi her seferine ve o gece ağrıdan bayağı inledi. FG hala biraz ağrı çekiyor ama ilaçları daha bitmedi. Bu arada o kadar önlem almamıza rağmen, bir diyabet hastasına göre şekeri yüksek, demiri düşük çıktı. Sanırım bizim de demir eksikliğimiz var çünkü aynı şekilde besleniyoruz. Kolestrol yüzünden kırmızı et yememe olayını biraz abarttık sanırım.Bizimkinin günde 12 bardak su içmesi (şeker hastası olması dolayısıyla , böbreklerini yıkaması gerekirmiş) ve ellerini wc'den sonra mutlaka sabunla yıkaması doktor tarafında salık verildi. Bakalım, dikkat edebildiğimiz kadar edicez. Umudumuz daha ciddi bir sağlık sorunuyla karşılaşmamamız.

Bu arada bizimkinin içtiği ilaç sayısı 8'e çıktı ve bu durumdan hiç de memnun olmadı, haklı olarak. Neyse ki bu son eklenen ilaçlar 7 günlük.

Bu da Hüseyin çavuştan sonraki ikinci acil deneyimimiz oldu; Yani bu seneki. Fakat şunu söyleyebilirim ki gece acile gelen hasta profiliyle gündüz gelenler arasında acayip bir farklılık var. Tabi biri gece biri gündüz olmak üzre iki kere acil deneyimi olan biri olarak çok da kesin konuşmamak lazım. Sadece iki ayrı zamandaki gözlemlediklerim.

Karikatür de şurdan

İroni ya da Trajedi!!!

Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan bellidir diye bi laf vardır. Hakikaten de bu geçen hafta sonunun nasıl geçeceği Perşembe'den belli oldu bizim için.

Perşembe günü Fatma Girik'i uyutup, şöyle bir yürüyüşe çıktık, dönüşte de sabah için süt müt almak üzre markete uğrayıp her zaman kullandığımız kestirme sokaktan eve doğru yollandık. Biz tam kestirme sokağa girmiştik ki ak saçlı, yaşlıca bi teyze, yola bakınmakta ama biraz da telaşlı. Ben hemen farkettim teyzenin telaşını, ben de ona baktım, n'oluyo gibisinden. Hayır belki evine hırsız falan girdi telaşa kapıldı vakitt geç diye düşündüm. Teyzeyle göz teması kurunca teyze bizimle konuşmaya başladı:" evladım, hastam var, biraz yardım edebilir misiniz bana" dedi. ÖB ve ben şaşırdık, çünkü böyle bi şey beklemiyorduk. İkimiz de durduk ve teyzeye doğru yanaştık ve ona bakakaldık; ne hastası, nasıl yardım gisinden. Teyze devam etti:" Tekerlekli sandelyeden yatağa yatırıcam, yalnızım, evim giriş katta, ayakkabılarınızı da çıkartmanıza gerek yok" dedi. Biz de elimizdeki poşetleri apartmanın bahçesine bırakıp, teyzeyle birlikte apartmana girdik. ÖB teyzenin talimatı ve tarifyle tekerlekli sandalyedeki amcayı koltuk altlarından , teyze de bacaklarından tuttu, yatağa yatırdılar. Amca da gözlerini kırparak bize teşekkür etti. Teyze de çok teşekkür etti. Biz de iyi geceler dilekleriyle evden ayrıldık, poşetlerimiz alıp yola devam ettik. Yolda yürürken ikimiz de suskunlaştık. Benim gözyaşlarım taştı taşacak ama ÖB'nin morali bozulmasın diye tutuyorum kendimi. Sonra dayanamadım, ağlamamak için kendimi çeneye vurdum:" Nasıl oluyor yaa, kadın her gün birini bulmak için yola mı çıkıyor, bu yaşlı kadın kaderiyle başbaşa bırakılmış şu hale bak yaaa cıcıckcıck" diye söylenmeye başladım. Derken ÖB de suskunluğunu bozdu:" Amcanın üstü de pislik içindeydi, nasıl kokuyordu odası dimi, demek ki bu teyzenin gücü yetmiyor adama bakmaya, yazık yaaa, işte ne çocukları var yanında ne koca, belli ki yardım edecek birini tutacak parası da yok, tek başına kalmış, devlet de bu insanları kaderleriyla başbaşa bırakıyor, bu kadın o adama bakamaz ki yaa, ne moral bozucu" dedi. Ardından yine bir sessizlik oldu. Bu arada eve ulaştık, yine sessizce poşetlerimizdekileri mutfağa yerleştirdik. Fatma Girik'i yokladık uyuyor mu diye. Eve geldiğimizde güzel balkonumuzda filtre kahve keyfi yapacaktık ama hiç keyfimiz kalmadı. Balkona çıktık, karanlıkta öylece oturduk. Sonra da kafamız dağılsın diye tv'açıp sesesizce izleyerek günü yine aynı sessizlikte bitirdik.

Ertesi gün yani Cuma günü akşamı, dedemi alma günümüzdü, onu aldık getirdik, ÖB de Fatma Girik'e gitti. Bizim Hüseyin Çavuş bu hafta o kadar aksi o kadar huysuz o kadar memnunsuzdu ki ya da O her zamanki gibiydi de ben hassaslaşmıştım. Neyse işte. Her zamanki ritüeller, Hüseyin Çavuş'un banyosu, manikür pedikürü, saç sakal traşı, yemesi içmesi derken Cumartesi akşamı oldu. Cuma akşamından beri Çavuş beyle durmaksızın ilgilenmeme ve onu hiç yalnız bırakmamama rağmen yine söylenmeye, of püf etmeye başladı:"kimse beni aramıyor, ben alıp başımı gidicem sarmısaklıya, ya da güçsüzler yurduna, ben allaha karşı suçluyum, ölüm de yokki kurtulayim..." Ben de tabi sabır taşı diilim ki, önce morali düzelsin diye eski günlerinden konuştuk sonra gazoz içtik beraberce, ardından meyveli yoğurt, bi yandan bunlara burun kıvırırken bi yandan da bi güzel mideye indirdikten sonra yine kaldığı yerden başladı şikayetlenmeye; bi noktadan sonra koptum tabi ben de , bayağı bir bağırdım, hiç mutlu olmadığını, böyle yaptığı için sekiz çocuğundan ve 24 tane torunundan hiç biri onu istemediğini , ona bakan tek evladı teyzeme de aynen bana davrandığı gibi davrandığını, şu kibirini artık bi kenara bırakmasını, elindekilerle ve onunla ilgilenenlerle mutlu olmasını ; Zaten hayatımızın zor olduğunu bi de onun mutsuz bir şekilde hiç bir şeyden memnun olmamasının moral bozduğunu söyledim, sonra da ağlayarak odamadaki yatağa attım kendimi. Bi on dakka sonra yanıma geldi; "DŞ hanıııım, yatıyor musun, sen de beni attın çöpe dimi" dedi. BUnu duyunca ben yine dellendim ve kalkıp "Niye öyle diyosun dede, sanki yanında oturunca çok mu mutlu oluyosun da öyle diyosun, evet çöpe attım seni, birazdan da kendimi balkondan atıcam tamam mı" dedim. Bana sinri bozucu bi şekilde gülüp o da yatağına girdi. Sonra Kapı çaldı, Gelen ÖB'ydi. Onu görünce benim musluklar daha da tazyikli akıtmaya başladı. Neyse bi süre onun kollarında ağlayıp, rahatladım. Sonra biraz balkonda oturduk, sakinleştim. Sonra Bizim Çavuşa küstüğüm için üzülüp yanına gittim. Beni görünce kalktı o da " Yaa dede niye beni üzüyorsun derken yine ağlamaya başladım" bu sefer o da üzüldü " yaw üzülme yavrum, takma her şeyi kafana bana ölüm lazım bak seni de üzdüm" dedi, ben " yaa dede bak böyle konuşma diyorum sana, ama sen hiç mutlu olmuyosun ama ama derken yine hıçkırıklara boğuldum." Ardından bizimkisi hiç bi şey yokmuş gibi süt var mı dedi."Ben de bi yandan ağlak bi yandan güleç:"var ısıtiim mi" dedim. Sonra bizimkisibol şekerli sütünü hüpürdetip uyudu. Pazar günü de bizimkisini teyzeme geri bıraktım. Sonra geçen gün rastladığımız teyze aklıma geldi. İŞte dedim kendi kendime benim teyzem de aynı kaderi paylaşıyor. 70 yaşında ama dedemle uğraşıyor, üstelik dedemin akli dengesi ve sağlığı gayet yerinde olmasına rağmen, psikolojik savaş ustası Hüseyin Çavuş teyzemi yiyip bitiriyor, bir zamanlar anneanneme ve anneme yaptığı gibi. Öte yandan üç oğlu ve diğer kızları da hiç bir şeyi umursamadan hayatlarına durmaksızın devam ederken tel açıp teyzeme "ne uğraşıyorsun morukla gönder bi huzurevine" diyebilecek kadar acımasız bakış açılarıyla, teyzemle sorunu paylaşmak yerine, yalnız bırakıyorlar. Üstelik teyzem, kendi kocası ve iki bekar oğluna da hala bakmaya devam ederken Bizim hiç bi şeyden memnun olmayan ve işine gelmeyen durumlarda lama gibi etrafa tükürüp balgamlar saçan, wc de umursamazca sağa sola çiş yapan, ona sunulanlardan hiç memnun olmayan ara sıra da küsüp kaçıp trenle izmir'e gidip sonra da arkasına baka baka dönen özgür ruh, acımasız dedem de genlerini verdiği çocuklarından aynı acımasızlığı görüyor. Halbuki çözümler o kadar basit ki ama sorunun kaynağıyla ve bu sorumluluğu paylaşması gerekenlerle empati ve iletişim kuramadığınız zaman yakınlar uzak, sorunlar çözümsüz oluyor.


Başbakan da evinde yaşlısına bakıp çalışamayana üç kuruş maaş bağlıcaz diye meydanlarda duyurular yapıyor. Lakin yaşlılara ve özürlülere bu ülkede yaşayabilmeleri için bir politik bir duruş, bir proje, bir sosyal yasa, yaşam alanları, sağlık ve sosyal hizmet adına yapılan bi şeyin duyurusuna rastlanıyor mu(?) Hahaaa ben de iyice uçtum haaa, iktidara gelen hangi yönetimin böyle bir derdi oldu ki(!)

Yaşlıların, hastaların, özürlülerin bakımı ailedeki en vicdanlı kimse ona kalsın, böyle biri yoksa, sürünerek ölsün, devletin başka işi mi yok bir de bunları çözecek, şurda AB'ye girmek için canla başla çalışırken, demokratik düzeni korumaya çalışırken, herkese özgürlük sunmaya çalışırken, ekomoniyi düzeltmeye uğraşırken allaalaa!! Allam ironik mi bu durum yoksa trajik mi!!!!?????

illütrasyon şurdan

Bahar girdi bedene!!!

Bu sabah bütün nefretlerimden arınarak uyandım. ÖB gitti ben de yatakta biraz daha tembellik yaptım sonra kalkıp çay demledim kendime zira çook uzun zamandır yapmamıştım bunu.

Balkonu yıkayıp, çiçekleri suladım.Balkondaki uyduruk ama bir o kadar da şirin mi şirin bizim icadımız balkon masası halini almış şeyin üstüne kahvaltımı hazırladım. Kahvaltı dediysem, aynı tabağın içine domates, salatalık, biber dilimleri, bolca lor peynir, üstüne çok az limon ve zeytinyağı yanında da iki dilim kepekli etimek. Tabi bunları hazırlamadan önce Fatma Girik'i evine indirdim, onun da kahvaltısını hazırlayıp , sofrasını tv'nin önüne kurdum, Tv'yi de açtım, Penezliden kalma biraları çöpe attım zira bizim Fatma Girik onları bir yoklamış ama belli ki tadını sevmeyip tekrar kapatmaya çalışmış. Bu sırada mutfaktaki kokuyu takip edip Penezlinin çöp koleksiyonuyla da karşılaştım ama bu sabah hiç bir şeye sinirlenmedim, Çöpleri alıp yukarı çıkarttım akşam atarım diye arka balkona attım. Elimi yıkadım, serin ve bir kişinin bile zar zor sığdığı minik balkonumuzda, çiçekler eşliğinde kahvaltı tabağımdakilerle birlikte, keyifle çayımı yudumlayıp, kitaplıktan eski bir fotoğraf dergisi alıp bir yandan da onu karıştırdım.

Balkonda otururken, karşımızdaki apartmanın çatısının sakinleriyle karşılaştım yine. Kendileriyle geçtiğimiz Cumartesi'den beri tanışıyoruz zira çok gürültücüler farketmemek imkansız. Her dakka cıkcıkcıck ciricricri... O kadar ses iki serçeden nasıl çıkıyor, insan inananamıyor!! Çatının yakınlığını da düşünürsek!:)) Yalnız bu komşular gürültücü olmakla birlikte fena halde de sevişgen tipler. Sürekli üst üste yakalıyorum onları!:) Bir de bu çatının birleşme noktasındaki oluk kısmında yani yuvalarında yavruları da var galiba, çünkü hep dönüşümlü ayrılıyorlar evlerinden.

Bu sabah her şeyden şaşırtıcı bir şekilde keyif aldım; çok lezzetli bir çay demledim, koca demliği tek başıma bitirdim, uzun süredir ilk defa elime bir dergi aldım, onu karıştırdım, okudum, notlar aldım;kuşları seyrettim; hayat güzelmiş dedim kendi kendime; değmez kimseden nefret etmeye, uymadı mı sana, canın mı yandı, nefret etmek yerine usulca uzaklaşmalı insan bu şeylerden, kişilerden zira nefret, kişinin kendisini de tüketen, mutsuz eden kronik bir hastalık haline geliyor bir zaman sonra. Sonra da hayatı ıskalıyor insan yanında bir sürü sinirsel gerginlikler eşliğinde.

Harbiden de bu sabah çok hafif, neşeli ve sakin başladım güne. Bu sabah her şeyden şaşırtıcı bir şekilde zevk aldım, içtiğim çaydan, kahvaltıdan, evimden, bu boklu şehirden bile. Halbuki bügünkü çekimi iptal olmuş biri olarak bugünün en mutsuzu, en karamsarı, en kendi hakkında ağır ithamlarda bulunanı olmam gerekirken, bu boş günümün tadını çıkarttım. Tabi bir iki saat sonra bombeli ekranımda beni bekleyen sıkıcı işlerin başına geçince biraz bu ruh halimden çıktım ama gene de %70 olumlu bir ruh haliyle günümü bitirmek üzreyim o şu an!

Sürekli ruh hali değişen biri olarak bugün bu durumum değişmeden, mutlu mutlu gidip yatiim bari, bana belli olmaz !:))

Pis Sular Eşliğinde muhteşem hayatımız ...!!!!

Bir kaç gün önce bizim Fatma Girik'in mutfaktaki gider borusu tıkandığından mutfağı su bastı. Kaç gündür her uğradığımda mutfaktaki halıyı su içinde görüyordum, bir türlü anlam veremiyordum. Daha bir gün önce halıyı balkona atmıştım kurusun diye, bu sefer de yeni serdiğim halı daha da su içindeydi, nerdeyse mutfak zemininde yüzüyordu. Onu da zar zor balkona attım zira ıslak halı yetişkin bir insandan daha da ağır olmuştu. Sonra mutfağa döndüm bu su nerden geliyor diye bakındım bulamadım. Kafamda soru işaretleriyle bizimkinin yanına salona döndüm, bir kaç dakka sonra mutfaktan şorşorşorşor diye tazyikli su sesleri gelmeye başladı hemen fırladım tabi, sonra anlaşıldı, lavobonun altından geldiği, apartmanın genel su giderinin tam da bizimkinin evine denk gelen borusunun tıkandığı ve bütün pis suların eve boşaldığı. Hemen koştum paspas ve kovasını getirdim ama ne mümkün, mutfak oldu havuz ve sular eve yayılmakta.

Elimdeki paspası bıraktım yukarı koştum apartmana; bizim üstümüzdekilerin tek tek çaldım kapılarını hem de ısrarla; mutfakta su kullanmamalarını rica ettim. Sonra evde numarası olan tesisatçıyı aradım, beraber tıkanık boruyu açtık, beraber diyorum çünkü bana da asistanlık yaptırıdı, yalnız geldiği için, bu arada bizim Fatma Girik de etrafta dolanıp, sorular sorup ne olduğunu anlamaya çalışmaktaydı hahahaa....

Neyse boru açıldı yani tamirci çocuk öyle dedi. Sonra benden 50 ytl istedi ama 20 vardı gerisini akşam ÖB getirir dedim çocuk gitti. Fatma Girik de 50 ytl'yi duyunca " adı batasıca elinin emeğine 5 lira yeter, işte kadın buldu bizi kazıklıyor eşoğlueşekler diye söylendi, Ahahha!!:))

Ben Mutfağı hijyen hale getirmek için kolları sıvadığında saat 15.00'dı ve ben hiç durmadan bir yandan apartamana bir yandan tamirci çocuğa bir yandan şansıma küfrederek mutfağı temizliyordum, sonra oldu olcak bari her yeri temizliyeyim dedim, kendimi fazla kaptırmışım saat 19,00 olduğunu ÖB'nin gelmesiyle anladım. Bu arada halim perişan, kıyafetlerim çamaşır suyundan yer yer beyazlamış, susuzluktan ağzım yüzüm kurumuş, dudaklarımın kenarlarında beyaz öbekler oluşmuş, yorgunluk, açlık ve sinirden düzgün cümleler kuramaz bi vaziyetteydim. ÖB gelince o da son rötüşleri yapmama yardım etti iş bitti. ıslak halıları ve koridordaki diğer halıları da yıkamaya gönderip, ertesi gün de evin kalan kısımlarını da ÖB'le birlikte temizleyip evi tam bir hijyen manyağı yaptık.

Eeee nooldu. Nolcak bir sürü pislikle uğraştık, üstüne fırsatçı akbaba tesisatçıya kavga gürültü eşliğinde bir sürü para kaptırdık, benim bademciklerim şişti, ÖB'nin zaten stresli işi yüzünden kafası bir milyonken, on bin milyon oldu.

Fatma Girik de olanları çoktan unuttu ve şu an yine tek derdi gündüz evde yalnız kaldığı zamanlarda sürekli yalnız ve terkedilmiş olduğunu düşünmesi oldu.
Bizim derdimiz de akşam geldiğimizde bizi şu mutfağı temizlerken yorulduğumuzdan daha çok yormasına rağmen, işten kalan tüm zamanlarımızıbizimkini yalnız olmadığına ikna etmemiz ve moralini düzeltmeye çalışmamız ve hep beraber şakalar komiklikler eşliğinde neşeli zamanlar geçirmeye çalışmamız oldu yine yeniden!

Eee hayat da bir çeşit tekrar işte. Ara sıra tekrarların arasına başka şeyler de sıkışsa, işte biz insanoğlu her şeyi halledip tekrar rütinimize dönüyoruz. Bakalım nereye kadar!!! ahahahahhahahhahah.....!!!!

Beynim dopamin maddesini yeterince salgılamıyorken ve serotonin kimyasalım iyice azalmışken ve spor yapmaya halim kalmamışken n'apsam acaba; kalori hesebını bi kenara bırakıp kendimi alkole mi vursam hani hayat biraz güzel görünür belki bana!!!
Karikatür şurdan

Sıkıntı ve muz kabuğu!!!

Bu sıralar çok sıkılıyorum. Sanki yine hayattan kopma noktasındayım. Ve sanki yazı yazma yetimi de kaybettim. Yazamıyorum, defterlerim bitmemiş cümlelerimle dolu...

Sıkıcılaştım iyice. Sürekli geçen yılları düşünüyorum ve katettiğim yolları. Bunları düşününce içime bir sıkıntı düşüyor, böyle nasıl anlatsam bilemiyorum; sanki o içimdeki şeyi elimi sokup almak ve benden uzağa çook uzağa fırlatmak istiyorum.

Sanki bi şey oldu ve ben her şeye karşı heyecanımı yitirdim. Çocukken başlamıştı bu durum bende. Bazen çocuk yaşımda bile ölmek istediğimi söylerdim de herkes telaşla çok büyük bir sorun olduğunu düşünüp benim için pedegoglar falan ayarlamaya, sürekli benimle ilgilenmeye başlarlardı. Halbuki bi sorun yoktu, travma geçirmiyordum, başıma çok kötü bi şey gelmemişti. Sadece hayattan sıkılıyordum. Onlar üstüme düştükçe daha da sıkılıyordum. Sonra kendiliğinden düzeliyordum. Aslında bu intihar etmeyi istemek falan diildi. Sadece yaşamaktan sıkılmaktı. Galiba şu sıralar yine bu duygularım nüksetti. Sıkıldım yine hayattan. Napcamı da bilmiyorum. Öylece duruyorum. Heyecansız, sinirleri alınmış bi şeklide. Hiç bir şeyi umursamadan. Geçer eminim, bende hep böyle olur, gelir geçer de ne zaman geldi ne zaman geçti kendim de anlamam. Ben de değişken duygularımın esiri olarak yaşayan bir kişiyim beee....

Neyse şimdi kendimi elimdeki işlere vermeliyim. Dikkatimi dağıtmadan, bunları bitirip kurtulmalıyım. Allam ne büyük bir angarya şu an bu işlerle ilgilenmek!! Ya da biraz dışarı çıkıp insan içine mi karışmalıyım. Belki döndüğümde daha sağlam başlarım çalışmaya.

Belki de şımarıklıktır bu benimkisi. Hayat bazılarına benden daha acımasız davranırken, daha az şans tanırken ne bu şimdi benim yaptığım; Ama beynime laf geçiremiyorum.
Sanırım benimkisi tamamen duygusal; bu sebeple şimdi kendimi daha iyi hissetmek için kıyaslama yapacağım durumlar ve kişiler yok. Bu tamamen kişisel!!

Off yine midem bulandı benim yaw...

Neyse, iyiki blogum var. Buraya yazınca sanki yüksek bir tepeden tüm gücümle, sesim kısılana kadar bağırıp, rahatlamışım gibi hissediyorum.

Bulantılarım geçince dönücem....

GS'lılar!!!


Şu an itibariyle GS'liler kudurmuş vaziyetteler. Tabi kim şampiyon olsa o kuduracaktı nasıl olsa! Gönül isterdi ki kudurmak yerine medeni bir şekilde, insanlara, hayvanlara, kimseye zarar vermeden bu çoşku kutlansın ama n'aparsın işte... Hayır takım tuttuğumdan, haset ettiğimden diil. Dışarda nasıl bir bağrış, çağrış, marşlar, patinaj sesleri, acı frenler, kornalar, silah sesleri... Dedem bile duymaz kulağıyla gürültüyü duyup cama yöneldi de uzaklaştırdım onu, n'olur n'olmaz , bir toynaklı kurşununa denk gelir diye...
Tabi her takımın da taraftarlarının içinde toynaklılar illaki oluyor,
o zaman ben bu geceyi ÖB'nin bir sözüyle kapatayım;
"Toynaklılar faaliyette..."
Hahahahahaaa.......

yukardaki GS şeysi şurdan

Şaka Şaka Ahahahah...!!!

Benim için uzun sayılabilecek bir zamandır burdan, sayısal alemlerden uzağım. Zira işler yoğunlaştı, akşam olup da eve gelince de Fatma Girik pc'nin ışığından uyuyamadığı için çalışma odamdan da uzaklaştım. Keşke bir odamız daha olsaydı:((

Neyse işte ben de çabuk çabuk blogları dolaştım bugün , şimdi de buralardayım daha. Yarın da yüksek lisans için katılmanın ve en az 55 puan almanın önkoşul olduğu bir sınava girmem gerekiyor. Off yaa acaba bu sanat tarihi sevdasından vazgeçip GSF'me mi dönsem hem onlar böyle saçma sınavları da kıstas olarak görmüyorlar.

Bu arada da sınav demişken Perşembe günü bizim İstanbul tayfasından SH aradı beni. Sesi telaşlıydı;"Yaa DŞ senin ales sınav giriş belgen geldi mi" diye sordu, ben de sakin sakin" yoooo" diye cevap verdim. Bi kaç saniye sonra jeton düştü bende de.

Sınava üç gün kalmıştı ve ben de dahil olmak üzre tanıdığım bi sürü insana sınav giriş belgeleri postalanmamıştı. Ben de Cuma günü ösym'yi aradım,zira pazar günü de sınav var; dedim böyle böyle napcaz, onlar da beni merkezlerine buyur ettiler, sınav giriş belgemi almam için. Kuş uçmaz kervan geçmez bi yer olan Bilkent'deki ösyme merkezine bin bir güçlükle ulaşarak, kendi ayaklarımla, bi ton da yol parası vererek, sınav giriş belgemi almaya gelmeme rağmen bir de yandaki postaneye de 3 YTLı yatırmamı istediler, yoksa belgeyi alamayacağımı söylediler, ben de benim gibi, o an orada olan ve bu iş için gelip 3 YTL'yi yatırmak için kuyruğa girmiş en az 30 kişi gibi söylene söylene bu parayı yatırdım ve sınav giriş belgemi aldım. Şaka gibi yaw.

sıkıcı bir hafta sonu ; Alaaaaa!!!

Mayıs ayı geldi ama bahar bir türlü gelemedi. Başlangıç kötü oldu belki de ondandır. Mayıs'ı şiddetle karşıladık, kavgayla, kanla, art niyetlerle... Şimdi de hava soğuk mu soğuk, kaloriferlerimiz tekrar yanmaya başladı, kışlık bütün giysilerimiz de çoktan kaldırıldığından, etrafımızda kalan en kalın giysilerimizle kendimizi sıcak tutmaya çalışıyoruz çünkü tekrar kışlıkları dökmek, tam bahar geldi diye sevinirken yine aynı giysileri görmek çok çekilmez; bunun yerine üşümeyi yeğlerim.

Yaşar Kemal'in "Bir Ada Hikayesi adlı kitabının ikinci ayağı olan Karıncanın Su İçtiğini de aldım. Ama bir türlü başlayamadım zira elimde bir sürü photoshop işi ve bu hafta içi de o kadar çekim var ki bir türlü kitabın kapağını açamıyorum, sanki işlerime öncelik vermem konusunda bir içses vicdan azabı yaşatıyor bana.

Dedem de bu bu hafta sonu toynaklıları tercih ettiğinden, onu da göremedim. Fatma Girik bu iki gün sürekli error verdi, bütün hafta sonunun tamamını ÖB'yle ve benimle geçirmesine rağmen. Korkarım daha da zor günler kapımıza yaklaşmakta.

Yani sonuç olarak bir hafta sonunu da kasvet, soğuk, can sıkıntısı, her şeye karşı büyük bir isteksizlikle devirirken İzmir'den, bizim okuldan buraya taşınan bi arkadaş aradı, buluştuk ama aksilik ki hatunun da diş ağrısı tuttu, günün kalan zamanını da onu iyileştirmekle giçirdik derken o da toparlanıp evine yollandı.

Şİmdi karnımda garip bir kramp hissederken, saat 21.42' yi gösterirken, üçüncü yalnız gecemde evimde, çalışma odamda kadim dostum ve en sıkı arkadaşım PC'yle vakit geçirmekteyim.

Uykum gelse de uyusam ya da annem nete gelse de bi yüzünü görsem, bir iki dertleşsem de karnımdaki sancı geçse.

1 Mayıs Neydi??

Neydi bütün bu yaşananlar?!! 1 Mayıs İşçi Bayramı değil miydi; Öyleydi elbet. Ama dünyada öyleydi. Bizim buralarda 1 Mayıs savaştı, iktidar kavgasıydı, demokrasi için çabalayan bir iktidarın emekçilere bu günü kutlamamaları özellikle Taksim'de kutlamamaları için yaptıkları şiddetli demokratik uyarıydı; Disk binasının harebeye çevrilerek kibarca tekrar tekrar uyarılmasıydı; bayramsa bayramı kutlayalım diyenleri, potansiyel provakatör görmekti. Bu bayram günü sokakta, hastanede, dükkanda, okulda, her yerde önümüze gelene bir bomba, önümüze gelene bin tekme, cop, tazyikli suydu; yüzlerce gözaltıydı...

Bugün bayramdı;
1 Mayıs İşçi bayramıydı...

fotoğraf şurdan