RSS

Deniz ve rüzgar...!!!

Tam içim sıkılmaya başlamıştı ki, annem büyük bir süpriz yaparak yanımıza geldi zira annemi yaz tatilinden bu yana görmemiştim. Nedense O gelince sanki her şeyi yapabilirmişim gibi geliyor. Mesela dün gece hiç doğru dürüst uyuyamama rağmen,iki saatlik uykuyla günü zımba gibi geçirdim. Sabah kahvaltımı bile yaptım. Ve oburluğa son verdim, ekmeği de kestim. Akşamları annemle birlikte götürdüğümüz bir kadeh şaraptan başka hiç bi kaçamak yapmıyorum. Galiba bu 68 kiloluk bedenim için annemin gelip, çocuğum bu ne, hemen zayıfla yavrum, hiç yakışmamış " demesi yetti. Geldiği gün ÖB ile araba çalışmaya başladık ve annem "öğren çocuğum, niye her şeyi erteliyorsun" demesinin ardından, üç kuruş emekli maaşına rağmen benim için araba kredisi çekeceğini söylemesi hem beni hüzünlendirdi hem de lan gerçekten ben bu işi yapabilirim diye düşündürüp, mutlu etti. İşte annem rüzgar gibi geldi. Rüzgar demişken, bugün İstanbul rüzgardan sallandı da sallandı. Arada da yağmur yağdı ama ne yağma, rüzgar yağmur damlalarını, ok misali insanın yüzüne gözüne batırıyordu. Şemsiyeyi ıslanmamak için değil de bu damlalardan oklara karşı kalkan olarak kullanmak zorunda kaldım.
Bugün bir önemli bi iş daha yaptım. Ama muvaffak olabilecek miyim bilemiyorum. Umudum yok değil ama şüphelerim ve paranoyalarım da yok değil.
Bi de bu sıralar, internetimizin çok yavaş olduğunu farkettik. Daha doğrusu bu durum bizi artık çok rahatsız etmekte lakin şimdi başka planlar içindeyken 20 lira daha fazla verip daha hızlı bir paket almak da hiç de hoşuma gitmiyor. En iyisi hiç şikayet etmemek ve bizim blogda( ki bizim blog dediğim bir belde büyüklüğünde bir nüfusa sahip), kablo neti bizden başka kullananın olmamasına dua edip, biraz daha idare etmek.

Olsa da Olmasa da...!!!

Uzun süredir, aynı şablonu görmekten benim bile içim kıyılmıştı ve bugün ben bu işe el attım. Fakat hala bunun iyi olup olmadığına da kanaat getiremedim lakin tekrar da şablonlara bakamadım, aklımı çelecek bi şeye rastlarım da sonra tekrar tekrar, hooop baştan bloglarımı ekle yok geçmişi ekle yok sayacı ekle yok onu ekle yok bunu ekle yapıcam diye uykusuz bi deli danaya dönerim diye korktum.
Eh artık bundan da içimiz kıyılana kadar ya da bu işe ayıracak vaktim ve sabrım olana kadar eccik idare ediverciiiz , hadi garii!!!!:))))

Oburum Obur!!!

Geçen gün canımız nasıl tatlı çekiyor, ben de o sıralar pek evde olamadığım için ev yapımı tatlı bişi de yok dolapta.Dedik sitenin içindeki Milano Pastanesinden (SH'nin kulakları çınlasın:))))iki profiterol, bi kazandibi ve bi sütlaç ısmarlayalım, bu arada evde iki kişiyiz!:)
Neyse geldi tatlılar, tabi benim gözüm dönmüş bi kere hemen önce profiterole yumuldum. Ama öyle hızlı yiyorum ki yalamadan yutuyorum nerdeyse, sonra dördüncü kaşıkta yavaşladım, Böyle ağzımda tuhaf bi acılık oldu ve bi an midem bulandı ama yemeye devam ediyorum, sonunda dayanamayıp ÖB'ye benim tatlıda bi tuhaf tat var bi kaşık alsana dedim. ÖB bi kaşık aldı ama yutmadan çöpe tükürdü, hemen elimden aldı tatlıyı ve biraz ışıkta inceleyince böyle üstünde nohut büyüklüğünde küfler farkettik ve kreması da kesilmişti. Sonra ÖB bana hayretle bakarak, sen bu bozuk şeyi yarıya kadar nasıl yedin güzelim dedi. Sonra bi telaş başladı, önce pastane arandı, bi güzel kalaylandı, sonra da bütün tatlılar iade edildi, özür maksadıyla gönderilen yeni tatlılar kabul edilmedi ve şikayet etmediğimize dua edin denilip, sinir tepemizde konu kapatıldı, önceden aldığımız güzel tatlıların hatırına.
Sonra ailemizin doktoru SŞ arandı napalım diye, Sş de bana bi posta azarı kayıp, madem bozuk o kadar niye yedin naraları attıktan sonra, beni kusmaya gönderdi, zira karbonhidrat kana çok çabuk karışacağından, zehirlenme gerçekleşmeden mideden atılması gerekirmiş.
Neyse oburluğumun kurbanı olarak, en sevdiğim tatlıdan oldum. Bak şimdi anlatırken bile midem kalktı.
kusura bakmayın bir profiterol fotoğrafı koymak isterdim ama daha görüntüsüne dahi bakabilme aşamasına gelemedim!!

Kahve Falı!!!!!!

Bugün yağmurun üstüne eve gelip kendime (şekil 1A)'da görüldüğü üzre koccaman çay fincanında köpüklü bi kahve yaptım. Bi yandan kahvemi içerken bi yandan yağmuru seyrettim. Aman ne romantiklik. Aslında bunu planlamıştım ama anlatınca bu kadar romantik olabileceğini düşünmemiştim!:) Gerçi bu romantik gibi görünen kahve keyfi sırasında kafamda planlar, projeler, çözülmeyi bekleyen sorunlar dönüp dururken pek romantik bi durum yaşayamadım.
İçimden Selmuş'u geçirdim, Onunla ne zaman beraber kahve içsek her zaman ikimiz de fal için fincanlarımızı kapatırdık, ikimiz de iyi sayılmasak da bu işte birbirimize iyi geliyordu bu fal muhabbeti gerçi ben daha az bir performansta olsam da benzettiklerimi SH'ye soyler o da kendi falını yorumlardı ama bu sırada da çok eğlenirdik. Az kaldı yakında kendisi Kırolar mekanı Milano'dan dönünce yine bu zevkli zamanlarımıza kavuşacağız, sabır!!!:)))
Bugün de kendi kendime kapattım falımı. Bi de kocaman ki fincan. Artık bu fincanda da bişi göremezsem yuh bana artık. Gerçi Selmuş Gittiğinden beri pratiğimi kaybettim ama yine de denedim.
Fincan soğuyunca neyse halim çıksın falim diyerek açtım falımı. Baktım baktım ama öyle taşşaklı şeyler göremedim görsem de yorumlayamadım, SH faktörü yoktu tabi:)). Ben fincanı açınca telvenin tamamı tabakta yığıldı. Aha dedim, biraz önce aklımdan geçirdiğim her şey hallolucak ve ben sıkıntılarımdan kurtulup püripak olucam dedim kendime. Ayrıca bi kaç küçük yol ve şımararak dans eden iki kişi gördüm ki onları da pek tabi ki ÖB ve ben olarak yorumladım. Sonra da ohh oh oh oh ne güzel de fal oldu, bak sıkıntılarım gitmiş, sevgilimle raks ediyorum diyerekten kendimi avuttum, bi yandan da kendime seni iyimser orospu demekten alıkoyamadım. BU arada bu "iyimser orospu" esprisi de yıllar önceki bi penguen mi leman mı işte ole bi dergiden ağzıma pelesenk oldu. Dur bakim onu bulursam koyim buraya, kesip koymuştum bi yerlere!!!:))))
Fotoğraf Şurdan: kendi kendimin!:)

Yağmur !!

Bugün İstanbul dünden kalan bulutlara eşlik eden yeni bulutlarla ıslandıkça ıslanıyor. Ama öyle böyle değil; şimşekler çakıyor, birden koyu renkli bulutlar bi yere toplaşıp yağdırıyorlar sonra telaşla kaçışıp, gökyüzünde başka bi yere kümelenip önce orayı karartıyor sonra da hani eskiden film setlerinde yağmur sahnesi için kovayla sete yukardan bi yerden su dökülürdü ya(yoksa dökülmez miydi?:)) işte aynı onun gibi deli deli tekrar yağmaya başlıyor yağmur. İnsanın, tam hava sakinleyecek ve bulutlar tekrar beyaz bir pamuğa dönecek gibi hissettiği bi anda o deli bulutlar gene gelip sağa sola attıran sokak köpekleri gibi attırıp attırıp gidiyorlar. Bu arada gökyüzü alevleniyor, sonra da gök gürültüleri yankılanıyor etrafta.
O şu an sanki gökyüzünün her yerini o koyu renkli bulutlar kaplamış,hareketsiz duruyorlar yukarda, hava koyu gri bi renkte ve düzenli bir hızda yağmur sürekli yağmakta. Sokaklarda, caddelerde, yollarda sadece arabalar hareket halinde, hiç insan yok ortalıkta. Şimdi içimden dışarı çıkmak geldi. Kimse yokken ortalıkta şöyle bi iliklerime kadar iyice ıslanmak, sonra da sıcak bi yere dönüp, ıslak şeylerimi çıkartıp bu durumun üstüne sıcacık bi kahve içmek istedi canım.

Deniz Seviyesi!!!!!!

Bu aralar sık sık Kabataş'dan füniküleri kullanıyorum. Dün yine füniküleri beklerken, bu sefer kalabalıktan kaçmak için en arkaya, yokuş aşağıya doğru indim. Aracı beklerken karşımdaki grafiklere takıldım. Böyle saçma saçma şeyler, balıklara bıyık takılmış, dişi balıklara şapka, Türkan Şoray kirpikleri çizilmiş,yzügeçlerine çantalar, şemsiyeler takılmış ve mekan olarak da deniz dibindeler, ee tabi malum balıklar yaa!!!. Hatta abartıp, jeton gişeleri, turnikeler falan falan koyulmuş. Galiba burası açılırken, başarılı ve yetenekli anaokulu çocuklarına yaptırılmış bu resimler diye düşündüm. Sonra duvarlardaki her şeye dikkatlice bakınca, en arkadaki özürlü asansörünün yanındaki duvarda "deniz seviyesinin 10M altındasınız" yazısını gördüm. İçimden de İlahi o yüzden mi bunları asmışlar buraya dedim. Sonra da Ulan hem yıllaaaaar sonra duvardakileri farkediyosun sonra da laf ediyosun, bi de sünger Bob'u bayıla bayıla izlerken sesin çıkmıyo da şimdi şurdaki şeylere dünyanın lafını ediyosun diyerek kendi kendimle çeliştim. Ama yine de üstünde tekrar düşününce Sünger Bob'la burdaki insanlaştırılmaya çalışmış balıkların ne alakası var ; biri çizgi film, diğeri toplu taşıma aracının duvarları. Tamam deniz seviyesinin 10 metre altındayız da ama böyle bişi yapılıyor bari karikatürize edilseydi, komik de diil ki !!!
fotoğraf şurdan

Pazar Kımıltıları!

Aslında bugün için süper planlarım vardı. Lakin Murat Bardakçı ve ekürüleri pelin ve Erol Şadi'nin programını izlerken uyuyaklamışım uyanıp yatağıma gittiğimde saat sabahın dördü olmuştu. Şu program yüzünden uyku sersemi olduğum için sabah erken kalkıp yürüyüş yapma planlarım suya düştü. Uyumuş da uyumuşum. Malum bugün son bekar sabahım, şöyle yatağımda ossura ossura, sağa sola yata yıkılı geçirdiğim son günüm aman walla bu iş de iyi ama sevdiceğim gelsin de ben ossurmayayım dedirtti yani bu ayrılık da. Neyse işte, İstanbul'da bu sabah yağmur vardı kalktığımda, markete bile gitmedim, evdeki bayat ekmeklerle kahvaltı edip, biraz nete takıldım. sonra ÖB aradı, moladayım dedi. İşte bu telefonla bana bi enerji geldi ve başladım evi temizlemeye ama ne temizleme, bir yıldır düzenlemediğim cdler mi düzenlenmedi, taşındığımızdan beri ellenmeyen yerlerin mi tozu alınmadı yani öyle böyle derken evi kırkladım. Bu temzilik içinde en çok hoşuma giden de kitaplarımızın tek tek tozunu alıp, yapraklarını çevirerek, kurttur, haşeredir, tozdur kalmasın diye havanladırmaktı. Ayrıca uzun zamandır hiç kitaplarımızla ilgilenmemişim onu anladım. En son kitap fuarından alınan kitaplar da diğerleriyle kaynaştırılmamış, emaneten bi köşeye konulmuş, onu da farkedip onları da yerleştirdim. Ve en çok da ne kadar çok güzel , okunmaya değer kitaplarımız varmış, onu hatırladım. Şİmdi elimdeki Yaşar Kemal'i bitirip artık bir Goerge Perec dizisine dalmak için sabırsızlanıyorum. Ve akabinde de ağır kitaplar bi ceh diyecek kadar gaza geldim gözüm kitaplara daha yakından bakınca.:)
İşte temizliktir, düzenlemedir, derken bir pazar gününü daha kımıl kımıl yedim. Şimdi bi duş alıp sevdiceğimi bekleyeceğim, eli kulağında gelir bi saate.
grafik çalışma GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU

Bekarlığa Veda Günleri!!!!

Evet blogu son güncellediğimde yalnızdım ve
o günlerden bu günlere hala yalnızım hala sevdiceğimden ayrıyım. Üstelik beş parasız debelenmekteyim. Markete gidince ince ince hesap yapıp, alınması zaruri şeyler arasında bile tercihler yaparak alışveriş yapıyorum. Zaten yol parası insanı zikiyo, dışarda yemek de problem oluyor, artık yanımda kepekli tost ekmeğinin içinde beyaz peynir taşımaktan ögggğğ geldi. Yakında bi sefer tası olayına giricem galiba!!:)))
Parasızlık bi yana yalnızlık da tuhafmış. Evde kitlendim. Yemek falan yapmıyorum. Öylesine atıştırmalar. Gerçi maddi yetersizlik de buna neden oldu ama sonuçta eve karşı bi kayıtsızlık oldu bu uzun yalnızlığımda, bazen işim uzayınca bi arkadaşımda kalıyor eve bi kaç gün üstüste uğramadığım oluyor. Evde de daha rahat hareket eder duruma geldim. Mesela bütün günlüklerim açıkta yatagımın yanında yerde duruyor. Canım isteyince hangisini karalamak istersem elimin altında sayfaları açık duruyor,işi bitince saklamıyorum; Salondaki masayı da hiç toplamıyorum, yavaş yavaş ördüğüm şirazeleri yarım kitaplarla dolu, yanında da bi sürü ibrişim artıkları, tutkal kutuları, yemeği de tepside, kanepenin üstünde tv seyrederek yiyorum. Küçük oda da küçük sonsuz fonum ve kurulu paraflaşlarla hazır bir studyo halinde, tek kişilik yatağa yayılmış çekilmeyi bekleyen bi sürü malzemeyle dolu. Mutfak pis fincan mezarlığına döndü. Bulaşık deterjanı da kalmadığı için makinadaki pis bardak çanakların kokusundan kurtulmak için arap sabunuyla bi tur yıkamayı düşünüyorum. Yani sözün özü, evin her yerini işgal etmiş durumdayım. Bu açıdan çok rahatım, ÖB gittiğinden beri evde ütü yapılmıyor, daha çamaşır makinesi hiç çalışmadı, hiç meyve suyu sıkılmadı, adam gibi yemek yapılmadı, haftalık alış veriş yapılmadı, bakkaldan cola , gofret siparişi verilmedi, tozlar havada raks ederek ordan oraya konuyor sadece ÖB'nin bonzaisini düzenli olarak sulayıp, kurumaması için her gün ağaçla en az bi iki dakka ilgilenip, yalakalık ediyorum.
Bekarlığa iyiden iyiye alıştım, yani bi kaç ay daha böyle olsam yalnızlık bana hiç komaz ama öte yandan ÖB'yi de gittiği günden beri özlüyorum. Ve anladım ki o hayatımda olmayınca
etrafımdaki onca insana, arkadaşa, eşe dosta rağmen gerçekten yalnızım. ÖB kadar yürekten beni özleyen, düşünen, endişelenen, merak eden, üzülen yokmuş, hem sevgili olarak hem de arkadaşım olarak.
Heyecanla onun gelmesini beklediğim şu günlerde, bi yandan da evi eski haline nasıl getiricem onun telaşı içindeyim.

Bayram Yürüyüşü!!!

Yine bir kurban bayramına kavusmuş bulunuyoruz. Yine periferide kurulan hayvan çadırları, yine tv ve gazetelerde hayvan yerine kendini kesen en az 150 kişinin haberi, bayramlık giymiş çocuklar, kapıyı çalan şeker toplayıcı çocuklar, telefonla yapılan bayram tebrikleri.....
Geçen sene bu zamanlarda biz önce Fatma Girik ile Penezlelinin evini kurmaya İzmir'e gitmiştik, akabinde de buraya gelip kendi evimizi kurmuştuk. Sonra sıkı bir çalışma temposu, sinir, stress, adaptasyon durumları, ÖB'nin iş yerindeki derin problemleri, FG'den ayrılmanın verdiği hüsran derken, koca bi yılı devirmişiz.
Şimdi yine bir bayram ve ÖB FG'nin yanında, bense anamdan kardaşımdan uzakta, evimde , hafif çaplı bi soğuk algınlığı eşliğinde regl ağrı ataklarıyla başetmeye çalışıyorum. ÖB biraz erken gitti ve sanırım biraz geç gelicek. Ben de uzun zamandır ilk defa yalnız kalıyor olacağım, yani ÖB'nin sık sık gittiği iş seyahatlerini saymazsak.
Bayram'ın ilk günü kalkıp bi bayram yürüşüyü yapayım da şu hastalıklı halimden kurtulayım dedim amma, uykuya yenik düştüm. Daha doğrusu sabahın altısında niye kalkarsın be kadın, kalksana şöyle saat sekizde falan. Gören de bayram namazına koşuyorum sanır. Neyse ilk günün rehavetiyle kalkamadım hatta bayağı uyudum. Arada kapı çaldı, mutemelen çocuklardı ve şeker için gelmişlerdi. Onlara verecek şekerim olmadığı için kapıyı da açmadım. Biraz kendime gelince, evde ne var ne yok yedim bitirdim. ZAten pek bi şey de yoktu. ÖB gittiğinden beri ben de evde pek ikamet etmediğimden bulaşık dolu bi mutfak ve boş buzdolabı vardı elimde. Sonra bayağı akşam oldu. Ben de iyice acıktım. Bakkaldan bişeyler isticem ama param da yok zira bakkal marketten biraz pahalı oluyor. En iyisi markete gitmek diye düşündüm. Kalkıp giyindim, sonra evde ve cüzdanımda ne kadar bozuk para varsa toplayıp, onları bir liralık olarak ayırıp bantladım. Oldu mu sana on yedi lira!!:)) Onları torbaya koyup çıktım evden.
Bir bayram günü bir ekmek, üç tane muz, bi iki gofret, bi paket havuç , yogurt ve altılı yumurtayla kasaya uzadım, kasada aldıklarımı geçirmeden önce kasiyeri uyardım,"bozuk vercem yalnız" dedim, kız da "tamaaamm" dedi.Nedense bi an sanki bi yeri soymuşum da bi sürü bozuk param varmış, bunları böyle kümeleyip kümeleyip harcıyormuşum gibi utandım, onay almadan aldıklarım kasadan geçsin istemedim. Neyse elimde yiyeceklerim ve artan bozuk paralarımın torbasıyla soğuk ve yağmurlu karanlığa doğru çıktım marketten . Bu aralar insan içine çıkınca bi nemrutluk çöküyo bana, bi de bu ıslak ve soguk havada karşıdan karşıya geçmeye çalışken iyice nemrut ve kavgacı oluverdim birden ya da yok yok zaten mi böyleydim, yoksa bu İstanbul mu böyle yaptı beni nedir bilmiyorum!! Neyse işte yoldan hızla geçen arabalara yerdeki yaya işaretini elimle sert bi şekilde göstererek bi yandan da kalaylı küfürler savurdum. Hatta bana korna çalan biriyle ağız dalaşı bile yaptım. Neyse sağ sağlim eve geldim. Önce muzları götürdüm gofretlerle, sonra geçen haftadan kalan şarabı içmeye başladım.O da nasıl bir köpek öldüren bi şeymiş ki anlatamam!! Sonra çalışmam gerektiğinden işlerime koyuldum, biraz çalıştım biraz yattım yuvarlandım. Sağlıksız besinlerle midemi doldurdum.
Bu sabah da sanki her gün bu işi yapıyormuş gibi, sakince kalkıp, yatak pijamalarımı çıkartıp, sokak pijamalarımı giyip, yürüyüşe gittim. Tam bi saat radyo eksen eşliğinde yağan yağmur altında yürüdüm, sonra da gelip kendime tost, yumurta ve yeşil çay yaptım. Sonra da kendime hayret ettim. Bu arada bayramın ilk gününün tebrik telefonlarını ve arada ÖB'yi arayıp , keyfinin nasıl olduğunu sordugum kısa tel. konuşmalarını saymazsak bi kelime bile etmeden geçiriyorum günlerimi. Sanki sessiz film çeviriyorum çok komiğim:))
İlginç bir bayram ya da tatil geçiriyorum. Parasızlıktan hiç kimseye de gidemeyeceğim için kimseye de bulaşmıyorum, aramıyorum. Ama işin tuhafı sevdim yav ben böyle yaşamayı, hakkaten haaa!!!!!!!

popüler insan tipleri!!!

uzun süredir ilk defa ışıklarım kurulu ve ben çekim yapmanın heyecanı ile hoşbeşim. Bu işin uğraşı, sabır ve disiplin gerektirdiğini unutmuşum. Bildiğim daha doğrusu eğitimini aldığım tek işin bu olduğunu aklıma getirerek daha çok zaman ayırmam gerektiğini düşünüyorum. Belki hiç popüler olamam bu işte ama zaten popüler olmak da bana göre diil. Benim için işimi iyi yapmak, paramı kazanmak önemlidir. Zaten popüler olmak da tehlikeli bi iştir. Yarın ne olunacağı muallak bir hadisedir !!!:)))

Popülerlikten bahsetmişken şu yaşadıklarımı da yazmadan edemiiiycem; bazen arkadaşlarla sohbetler arasında bi takım marka isimleri geçiyo, ben anlamıyorum ve pek tabii ki , o ne ola diye soruyorum, etrafımdakiler bana uzaylıymışım gibi bakıp, aaa sen bilmiyo musun o çok ünlü bi kot markası, ayakkabı markası falan diyip beynimi bu gereksiz bilgilerle doldurmaya çalışırken bi yandan da beni aşağılıyorlar:)
Bi de şu popüler mekanlar var mesela, hatta geçen şu İstinye Park denen alışveriş merkezinin niye bu kadar popüler olduğunu sordum arkadaşlarıma, yani nihayetinde bi alışveriş merkezi dimi !! Aldığım cevap şuydu, orası yeni Akmerkez gibi bi yer oldu. Ayrıca dünyaca ünlü bütün markalar var orda ve en önemlisi de bütün ünlüler oraya takılıyorlar. Bu cevabın üstüne, Bi ara ÖB medyada çalışan, yazan çizen tv programı yapan bi kaç ünlü isim sayarak, yolda karşıma çıksa ağzını burnunu kırarım o kadar nefret ediyorum,demişti.Tam da İStinye parkın ünlülerinden bahsederken bizim bitirim BH ÖB'ye dönerek, ÖB abi istersen gidelim İStinye Parka, orda geçen gün saydığın isimlere kesin rastlarız, tenhada sıkışıtırıp, döveriz dedi:))

Bu sıralar bi de çok gıcık olduğun bi şey var; feyzbukta popüler olan konuların sayfalarına üye olmak. Mesela hayatında bi gün olsun naylon poşet kullanmaktan rahatsız olmayan tiplerin, feyzbukta naylon torbaya hayır, pazar filesine evet diyen bi sayfa açılınca hemen üye olmaları keza gdo meselesi de aynı. Bi ton insan bu meselenin ciddiyetini millete duyurmak için yıllardır dötünü yırta dursun, mecliste konuşulan, yazılan,tartışılan, çıkartılan gıda kanunlarını herkese duyurmak için çabalaya dursun, bi feyzbuk sayfası açılır ve bütün feyzbuk camiası aaa moda bu sıralar buymuş diip, oraya üye olur ve bi daha da bu meseleyle ilgilenmez. Hatta oraya üye olanların % 80'nin gdo 'nun açılımının ve anlamının ne olduğunu bile bilmez. Tabi burda bu sayfaları açarak biraz daha insanları bilinçlendirmek , hiç olmazsa gdo kavramını bu insanların hayatlarına bi kaç dakkalık da olsa sokabilmek de önemli bi meseledir ve takdire şayandır. Benim gösterdiğim tepki bu sayfaların, grupların açılmasına değil, buraya gündemde olmak VE AAA BEN DE BURDAYIIMM demek isteyen tiplerin çoğunlukta olmasına ve daha çok içi boş popülerizmle bu önemli konuların gereken hassasiyet ve ilgiyi görememesine kızmaktayım.
Haa bi de yine bu feyzbuk üstünden politika yapanlara şaşırmaktayım. Ama bunun hakkında da uzun uzun yazmak istememekteyim. Kısacası feyzbuk bana göre, oyun oynancak, şakalar komikler eşliğinde eş dostla şakalaşılacak bi yerdir. Bi de hayatta hiç bi zaman bir araya gelmeye luzüm görmeyip, burası sayesinde bulduğun tanıdıklarınla geyik muhabbeti yapıp iletişim kuracağın bir yerdir. Haa pardon bi de yabancı memleketlere tatile falan gidildiyse ya da hafta sonu popüler bi grupla bir aktivite yapıldıysa, bunların fotolarının sergilendiği bir yerdir ayrıca. Ama bi de iyi tarafı vardır o da, iyi bir reklam panosudur. İş güç için ücretsiz bir reklam şeysidir. O kadar da bok atmamak da gerekir.!!!:))))

Sakinlik!!!! Bana ne kadar uzak bi' kelime!!!!!


Bu sıralar çok yalnız kalıyorum evde zira sevgilim sık sık iş seyahatlerine çıkmaya başladı. Aslında Ankara'daki yaşamımızda daha çok yalnızdım fakat pek şikayet etmiyordum. Oysa burda bi dakka bile yalnız kalmaya tahammül edemiyorum. Belki de burda yalnız kalmama sebep yok çünkü, arkadaşlarım, kırk yıllık dostlarım ve yeni tanıştıklarım var diye düşünüyorum. Aslında yalnız kalmayacağımı düşünmek bana iyi geliyor ama diğer yandan kendime hiç vakit ayırmadığımı farkediyorum. Kendimi dinlemiyorum, kendi başıma yaptığım ritüellerimi kaybediyorum, kitap okumaya artık yeteri kadar zaman ayırmıyorum. En önemlisi artık nerdeyse hiç mi hiç yazmıyorum. Sürekli yeni defterler alıyorum ve o boş sayfalı kağıtlar evde bi yığın şeklinde benim onları doldurmamı bekliyorlar.
Yazmamak beni hırçınlaştırıyor da. Herkese her şeye kızıyorum. Gülünç olaylara bile kızıyorum.
Tahammül sınırlarım nerdeyse kalmadı. Mesela geçen gün her zaman yemek yediğimiz pideciye gittik. Hava soğuktu. Ben cam kenarında oturuyordum. Biz pidelerimizi beklerken birden yanımdaki sürgülü pencere boylu boyunca , bir hamlede açıldı. Önce tepki vermedik. Ama bi kaç saniye sonra ben bu işi kafaya takmaya başladım usul usul. Zaten hastalıktan yeni kurtulmuştum ve üşümeye başlamıştım. Önce üstümdeki hırkanın önünü ilikledim , sonra boynuma eşarbımı doladım. Baktım olmuyor hala üşüyorum, garsonu çağırıp sert bi şekilde şurayı kapat dedim. Zira onun benden izinsiz bu camı gelip lap diye açtığını düşünerek kızgın davrandım. Sonra çocuk gelip camı kapatmaya çalışırken benim arkamda oturan adam bu işe müdahale etti, cam kapansın istemedi. Bunun Üstüne camı onun açtırdığı anlaşıldı. Ben de arkamdaki tartışmaya dahil olmak için yüzümü onlara çevirerek ve özellikle adama bakarak , bu camı siz mi açtırdınız dedim, adam evet ama diye konuşmaya çalışırken ben aldım sazı elime; ama burda oturan benim ve sizin bunu bana sormanız lazımdı, en azından nezaket gereği böyle davranmanız gerekirdi. Hem bana sormadan benim yanımdaki camı açtırıyorsunuz hem de kapatılmasına karşı çıkıyorsunuz. Ben gene anlayışlı davranıp bi süre açık kalmasına ses çıkartmadım ama şu an burda ben oturuyorum ve çok üşüyorum, sizin yüzünüzden burda üşüyerek yemek yiyemem diye saydırırken, adam ve yanındaki kadın şok olmuş bi şekilde bana alık alık bakarlarken, ÖB de tamam güzelim , lütfen güzelim diye beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Sonra ben tekrar garson çocuğa dönerek kapatın o camı dedim. Benim bi anlık suskunluğumda pencereyi açtıran adam bana bakarak, ben aslında camı açın demedim, burası çok havasız klimayı açın ya da bi yer açın dedim, dedi. Ben gene aynı sinirle, o zaman klimayı açın burayı kapatın dedim ve önüme döndüm. Bi kaç dakka sonra arkamdaki adam ve yanındaki kadın kalkıp bizden daha uzak bi masaya oturdular. ÖB de bana, çok tepki verdin, adamı dövmekten beter ettin niye böyle yapıyosun güzelim diye kızdı. Ben aslında çok tepki vermedim sadece biraz sert tepki verdim diye düşündüm. Sonra bir an böyle davrandığım için üzüldüm, gereksiz bi can sıkıcı durumun baş kahramanı oldum ve hepimiz gerildik. Ama artık benim de herkesle empati kurmaktan, herkese anlayışlı olmaktan, sürekli mağdur ve zikilen ve hatta hala alttan alan olmaktan psikoljim bozuldu yahu.
En iyisi ben yazmaya yavaş yavaş başlayiim, en azından tepki verirken biraz daha sakin olurum.

Hep bahane Hep bahane!!!!!:)))))

Bundan aylar önce ağır bir depresyon ve ağlama atakları geçirirken, normal olmaya ve ilaç kullanmadan başımdan geçen deneysel diye tabir edebileceğim bi takım ilişkiler zincirinin etkilerinden kurtulma çabaları içindeydim. Bu durum beni hem çok yordu, hem de kendimden ve yakınlarımdan çok uzaklaştırdı.Ve bu süreç de normal hayatımı sekteye uğratırken, yaptığım her şeyi anlamsızlaştırdı, bu da blog yazmama da epeyce bi mani oldu.
Fakat bu sürekli iç hesaplaşma ve iç seslerle kavga etmelerim esnasında, mantıklı bi insan olma çabalarım, iyiliğimi kaybetmeme isteğim, sabrımı son noktalara kadar zorlamalarım ve pek tabi ki en yakın arkadaşlarımın ve sevgilim ÖB'nin de katkılarıyla da bu kriz psikolojik hayalarımda bir takım izler bırakarak aşıldı.

Bayram tatili dönüşü ki ona tatil de denmez de hadi neyse canımı sıkmiiim iki dakka adam olimm; eve döndüğümde, kendimi eve daha da yabancılaşmış buldum. Bu duruma son üç aydır evde hiç vakit geçirmemiş olmam ve asgari işlerim dışında evle hiç alakamın kalmaması sebep olmuştu ama döndüğümde evimde tekrar kımıldamak, anılar yaşamak, yapmak, bozmak, dağıtmak için vakit ayırmıştım kendime ama bi türlü olmadı, Evde vakit geçiremediğimden bloga da giremedim, başkasının bilgisayarından da bu tip işleri yapmak bana her zaman sıkıntı verdiğinden hiç bulaşamadım bu yazı işlerine. Hatta maillerimi bile daha şu günlerde okuyup, silincekleri silyorum desem mübağla etmiş olmam.

Sonracııımaaa, tatil dönüşünden bi kaç hafta sonra ÖB'nin şehir dışı seyehatleri sıklaştığından ve uzun süre eve uğramadığından mütevelli ben de sırt çantama doldurduğum bi kaç temiz çamaşırla, ÖB dönene kadar orda burda kalarak, zamanımı heba edip, perişanlık içinde yüzerek geçirdim günlerimi. ÖB'in seyahatleri bitince ben de eve bir çanta kirli çamaşır, cırcır olmuş bi dötle ve iki tane şişmiş ve hatta tonsilit sendromu olarak tanımlanan iltihaplı bademciklerle döndüm. Bi kaç gün bu hastalık yüzünden evde, işte, kursta, yolda, otobüste kıvranırken, artık bi doktora gitmeye karar verdim ki iyiki gitmişim, az daha beni yataklı kata alıcaklardı ki koluma açılna bi damar yoluyla kurtardım ve son üç gündür de damar yolumu açan o kelebekle normal yaşantıma devam ederken , her gün bir posta da acilde o damar yolundan yediğim cl'lerce antibiyotik ve ağrı kesicilerle o şu an kendimi daha iyi hissetmenin ve artık kendi evine bi yabancı olmaktan kurtulmuş biri olmanın iç huzuruyla klavyemin başına geçmiş bulunuyorum.
Ve umuyorum ki güncellenen bi blog havasına kısa zamanda girecek bu zavallıcık da :)))

Saçmalardan Seçmeler...

Hafta sonu bi çekim için görüşmem vardı. Bende de Cuma'dan beri bademcikler olmuş davul, bi ateş bi terleme bi perişanlık gırla gidiyor. Zaten benim ısrarlarım üstüne bu görüşme şey olmuş zira müşteri telefonda fiyatı sorup, kapatıcaktı ama ben ısrar ettim demek kendimi rezil edeceğim varmış!
Neyse aldım elime malzemeleri gittim görüşmeye, ter kan içinde.Sonra benim bi çenem düştü bi çenem düştü, olmadık şeyler söyledim de söyledim, sonra ara ara farkettim de nasıl toparlıcamı bilemeden iyice yerin dibine battım battım çıktım. Bi de üstüne kesinleşmemiş işe indirim yaptırdılar bana ki sormayın. Ve bütün bu patavatsızlıklarımın ve aptallıklarımın farkına daha bugün varıyorum. Hastalıktan sayıkladım galiba, bazen de sarhoş olunca yaparım ben böyle patavatsızlıklar ve ben aptalım aptalım diye ağlarım her sarhoşluk sonunda, demek sarhoşken bile insan kendini biliyor.
Neyse şimdi bugün, iki gün önce söylediklerime üzülsem ne fayda!!! Bu da bana kapak olsun, ders olsun. Gereksiz muhabbet boka sararmış onu da anladım.
Umarım bu kadar saçmalığın üstüne yine de ararlar ve ben de alnımın akıyla bu çekimi yaparım ve paramı alırım.
Bi de şu amatör ruhumu üstümden bi atabilsem ve bu çekimleri para kazanmak için yapılar işler olarak görsem, acaba ismek böyle bi kurs açar mı ki ahahahaha !!!!! Walla hemen yazılırım, nasıl profesyonel olunur, tüccar kafasıyla düşünme taktikleri nelerdir, gereksiz samimiyetten nasıl uzak kalınır, aptallıktan nasıl kurtulunur ....
karikatür ahan da şurdan

Sürreal Olaylar Dizisi!!!

Ben her zamanki gibi yine simit yiyorum, Taksim'de. Simitçinin bahçe gibi  olan yerindeyim, hava güzel malum amına koduumun tatilini de yedik, en azından şu güzel ortamı bozup, içerde tıkınmaktansa, onca gürültü ve araba egzozuna rağmen dışarda oturmak yine de güzel. Bu sırada, yanımdaki iki kız, iştahla yağlı mı yağlı böreklerini çayla götürüyorlar, hemen hemen dışardaki bütün masalar dolu. Yanımdaki masa boşaldı ve anında da doldu. Yaşlı bi amca geldi oturdu, burası self servis olmasına rağmen, masaları temizleyen çocuğu çağırıp, çay istedi, parasını da peşin verdi. Çocuktan öyle bi ses tonu ve vurguyla istedi ki çayı, çocuk burası self servis diyemedi, kuzu kuzu getirrdi çayı, bi de kül tablası koydu önüne. Bu arada, yan taraf trafiğe kapalı ve kocama bi belediye arabası, su fışkırtarak ve ortamın gürültüsüne gürültü katarak sözde sokağı yıkayarak temizliyor. Evet buraya kadar olağan bir şehir manzarası ama  aniden bu gürültücü arabanın arkasından bir koç beliriyor, boynuna takılmış, yeşil bi çamaşır ipi, ondan bi iki adım önde giden sahibinin elinde, taşşakları sallana sallana yol alıyorlar. Zaten ben de bu hayvanın koç olduğunu kırkılmış tüylerinin yokluğundan ortada kalmış, kendinden büyük taşşaklarından anlıyorum, zira daha küçük ve boynuzları da belli belirsiz çıkmış. Bu koç ve sahibi, sakince işine gücüne koşturan, ellerinde laptop çantaları, kol çantaları, kravatlı, topuklu ayakkabılı tiplerin birbirini itiş kakışının arasında sakin sakin yol alıyorlar daha da komiği adam ışıkların oraya geliyor ve yayalar için yeşil yanmasını bekliyor, sonra ışık yanıyor ve yine sakillik içinde karşıya geçip gidiyor. Ben bi yandan simidimi yiyorum, bi yandan bu koçu ve sahibini seyrediyorum ve ulan diyorum, bu gerçek olamaz , galiba aklım bana bi oyun oynuyor, ulan sabahın 08.30'unda taksimde bir adam ve yanında bi koç yaya geçidinden karşıya geçiyorlar hahahaah hahahaha!!!!
Ama bu hikayenin dahası da var. Öğle yemeği için dışarı çıkıyorum, kestirme olsun diye gezi parkından geçiyorum, parkın yeşillik alanlarında bilimum evsiz arkadaş,  şekerlemesini yapıyor, bi kaç tarafta da bi iki turist, atmışlar çantalarını yanlarına, dinleniyorlar, sonra bi iki çocuk oynaşıyor babalarıyla, derken biraz daha aşağıya doğru yol alınca , Elmadağ çıkışına doğru, sabah gördüğüm koça benzeyen bi hayvan, Gezi parkının çimlerinde otlanıyor. Yok artık diyorum, bi an durup bakıyorum dikkatlice, sonra iyice yanına yanaşıyorum, gerçek mi bu diye, ben bakınca sahibi ayaklanıyor, galiba huzursuz ediyorum adamı, demek ki burda bi hayvan gerçekten otlanıyor, çünkü sahibi var ve hayvanın yakınına geliyor. Sonra adamı tanıyorum evet bu sabahki adam ve sonra bizim taşşaklının boynundaki ipe bakıyorum evet o da sabah gördüğüm  koçun boynundaki yeşil çamaşır ipi. Sonra seviniyorum,  ulan sabahki de gerçekmiş, bu da gerçek diye düşünerek yoluma devam ediyorum!!!:))) Hiç sorgulamıyorum bu olayı, gerçek olması yetiyor bana, Taksim Gezi parkında otlayan hayvan, sürüden ayrılmış hayvan, şehirde sahibiyle belki de tarlabaşında bi evde yaşayan hayvan ...
karikatür şurdan

Yatağından kalkan....!!!

Dün bankaya gittim. Malum sınav için para yatırmaya, taksim şubeye gittim ve iyi ki gitmişim, topu topu sekiz kişiydik bankada. Ben kapıya yakın tarafta bi yere oturdum yanan sıra numaralarına bakıyordum, ışıklı panodan. O sırada hışımla kapı açıldı, altmışlı yaşlarda bi adam içeri girdi ve bana bakarak, "yatağından kalkan bankaya gelmiş ne bu bee" diye hönkürdü, ben bi an kaldım şöyle, ne diiicemi bilemedim, sonra adam sıra alıp, oturdu, benden uzak bi yere ve  nemrut bi şekilde burnunda dumanlar çıkartıyordu oturduğu yerde. Ben de sürekli adama bakmaya başladım gayri ihtiyari, gıcık oldum ya bi kere, sabah sabah geldi, üstümdeki bütün o keyifli ve her şeyden memnun olan ve bu işi bitirdikten sonra yapacağım simit çay keyfini düşünerek etrafa gülümseyen halimi yok etti , bedenime gerginlik ve sinir saldı göt kafalı. Sonra benim sıramın gelmesine bir kişi kalmışken ben adama baka baka önüne geçtim, elimdeki numaraya bi de adama bakıp, salına salına gişeye gittim, bi de işimi uzatmak için cevabını bildiğim halde, son başvuru tarihini sordum gişedekine ve uzun uzun TC kimlik no'mu kontrol ettim, paramın üstüne yavaşça saydım. Teşekkür edip gişeden ayrılırken bi yandan da adama gıcık gıcık baktım.

Sahura Kalkan Kedi!!!

Ramazan'ın ilk günüydü. Ben her zamanki gibi, öğle yemeğim ve abur cuburum, soğuk tutucu cantamın içinde,  beraberimde, sabah kahvaltımı almak üzre bi simitçiye girdim, simidimi aldım, kitaplıgın yolunu tuttum, o sırada da, simitle içeceğim çayın hayalini kurdum yolda giderken, sonra kitaplığa gelince çantamı içeri bırakmadan, aşağıya, çay ocağına indim. Ama inmemle hüsrana uğramam bir oldu. Çay ocağı kapı duvardı. Sanki çay  oacğına inme yasğı varmış gibiydi. Sinirle boş masalardan birine oturdum. Allahtan yanımda metobolik sıvım vardı da, simitle peynirin yanına katık ettim, bu sırada her zamanki gibi ocağın kedisi, yanıma yanaştı, gözlerimin  içine bakıyordu. Yazık dedim kendi kendime kedi burda bütün gün aç kalacak şimdi, bütün kitaplık oruç, çaycı da oruç tatiline çıkmış, malum kimse çay içmeyeceğine göre. Sonra kediye de attım bişiler ama bu sefer kedi dönüp bakmadı bile. Öylece benim yememi bitirmemi seyretti. Ulan dedim kendi kendime yoksa bu kediyi güvenlik görevlileri sahura mı kaldırdı hahahah!!! Yazık lan kediye, diye güldüm kendi kendime. Sonra kalktım masadan, çöplerimi toplayıp, çöp kovasına attım, bu sırada kedi de ayaklandı, peşim sıra, sonra çöpün yanındaki kendi su kabından lıkır lıkır su içmeye başladı, beni yine bi gülme tuttu, şimdi kedinin oruç bozuldu!!!!!

Çölde bi Vaha!!!!

Bu aralar iyice dağılmıştım. Yapacağım bi ton şey vardı ve kılımı bile kıpırdatmadan, paniğe kapılmadan, sadece aklımdan geçirip duruyordum.  Zaman geldiiiii geçtiii, geldiiii geçtiiiii sonunda sıkışıp kaldım. 
Nerden toparlayacağımı bilemeden can havliyle ortalıkta koşturuyorum şimdi.  Önce istemeye istemeye buluşup tanışmam gereken doğum doktoruyla tanışıp, yine can havliyle yapmama rağmen güzel olan kartvizitlerimi verdim, utana sıkıla, ama broşürümü yetiştiremedim:(!!  
Sonra  çok zaman önce yaptığım ama arkadaşım olduğu için utanıp bi türlü alamadığım işin parasını yine arkadaşımın ısrarları sonucunda yine utana sıkıla aldım. Yahu şu serbest çalışmak güzel de tek derdi parayı elden almak. Ne güzel memur olsan maaşın hesabına geçer, sen de ıkınnıp, sıkılıp, utanmazsın elden para alcam diye:))!!!!
Bu arada MKH'nin studyoya da korsan olarak takılıyorum, bakalım nereye kadar. Hatta öyle abarttım ki geçmem gereken bi takım sınavlar için orda çalışmaya bile başlayacaktım ki, çekimler başlayınca, kendime bi kütüphane aramaya koyuldum. Şöyle günde iki üç saat çalışabileceğim bir yer bulma hevesiyle Beyazıt'a gittim. Neden bilmiyorum ama bana sorsalar en çok nereyi seviyorsun bu şehirde diye ilk aklıma gelecek yerler ve şeyler ; Beyazıt, ordaki kapalı çarşı, pazar günleri kurulan bit pazarı, Çorlulu Ali Paşa'da nargile, türk kahvesi derim. Hatta abartıp, çorluluda olduğum zaman kendimi İHsan OKtay Yanar'ın kitaplarında bi yerde, bi figuran olarak , o kitaplardaki hikayeleri yaşadığımı bile söyleyebilirim çünkü oraya ne zaman gitsem aklıma hep Anar'ın kitapları geliyor, özellikle suskunlar'daki o kahvehanede oturyormuşum gibi geliyor.
Neyse Beyazıt'a gittiğimde ilk aklıma gelen yer Beyazıt Devlet kütüpanesi oldu. Bi güzel kimliğimi verip iç kapıya yöneldiğim sırada güvenlik görevlisi sırtımdaki  çantayla giremeyeceğimi  söyledi, ben de o zaman içindeki kitaplarımı alimm dedim, ama görevli kitapları da sokamayacağımı, burda sadece araştırma yapanların  burdaki kitaplardan yararlanmak için girebileceklerini söyleyince boynumu büküp, kimliğimi alıp çıktım ordan. 
Karşı kaldırımda bi halk kütüpanesi varmış dediler, oraya yöneldim. Ama yönelmez olaydım. Orda da çantayla giremedim, kitaplarımı, kalemlerimi alıp ders çalışacak bi yer göstermelerini istedim güvenlikten, ordakilerden biri de  sanki oraya gelerek  onları huzursu etmişim havasında elini zorla kaldırarak, şuraya  bi yere otur işte dedi. Şöyle bi baktım adama, sonra bana gösterdiği yere; burası kütüpanenin çocuk bölümüydü ve kapı ağzıydı ve çok karanlıktı; oraya oturdum, kitaplarımı açtım ama  adamın bana olan tavrına illet olmuştum bi kere, o yüzden öylece kaldım bi kaç dakika hiç bişi yapmadan. Bu sırada bi  iki güvenlik görevlisi daha ve bi de bunlardan birinin gürültücü yavrusu geldi. Adamlar hararetli bi sohbete girişmişlerdi, sayıyı üçleyince, kadın olan da  yavrusunu avutmaya çalışıyordu. Birden ulan ne işim var benim burda, diye düşünerek, bi hışımla kalktım otuduğum yerden, dolaptan çantamı alıp eşyalarımı yerleştirdim yine aynı sert tavırlarla ve etrafımı aşağılayan bakışlarla ki bunu çok iyi becerdiğimi ve karşıdakinin kendini bi bok gibi hissetmesini sağlayan tavır  ve bakışlarım olduğunu ve benim hışmımdan allahın herkesi koruması gerektiğini söyeyen kardeşimden öğrendim bu özelliğimi de. Sonra bi iki dakika önce bana verilen ziyaretçi kartını bankoda oturan güvenlik görevlisinin önüne atıp, kimliğimi aliimm  dedim. Adam da bu işe sevinmiş gibi hemen kimliğimi verdi. Can hıraş, sinir küpü çıktım ordan tekrar karşıya geçtim. Karşıdaki merzkez kütüpaneye gittim, ama orda takılmak için de günlük beş lira ödemem gerektiğini öğrenince tırıs tırıs çıktım ordan da . Bizim BH'i aradım zira kendisi bilgi belge mezunu, nadide ve çakal mı çakal bi şahsiyet olarak, bana hemen Taksim gel DŞ abla   Atatürk Kitaplığı açıldı, Oraya git  dedi. Bi de bi güzel tarif etti orayı. Elimle koymuş gibi buldum, hemen bankoya gittim, girebilir miyim, öğrenci diilim dedim, görevli evet dedi, çantayla girebilir miyim dedim, görevli gene evet dedi, sonra şansımı zorlayıp, WCyi de kullanabilir miyim dedim, görevli bu sefer gülerek tabii ki dedi. Ben sevinçle , önce içeri girip beğendiğim bi yere çantamı bıraktım, sonra WCye gittim. Sonra tekrar içeriye. Burası o an benim için çölde bi vaha gibiydi. Konforlu koltuklar, klimalı bi ortam, çantam yanımda, etrafımdaki herkes bi şeyler okuyup çalışıyor, ful sessizlik..... Hatta ucuz bi çay ocağı olduğuna da keşfettim,  akşam saat sekize kadar açık olduğunu da.....
Bu sıralar en gözde, en popüler, en harika mekanım Atatürk kitaplığı, yaşasın Atatürk kitaplığı, çoook yaşa Atatürk kitaplığı.......
Halbuki Avrupa kültür başkenti adayı olan bu koca şehirde böyle bi yer görmek beni ya da bi başkasını bu kadar şaşkın, mutlu, özel hissettirmemeli, burası gibi bir sürü kamuya açık, öğrenci, öğretmen, doktor, öğretim görevlisi olmayan, çiftçi olan, amele olan ya da hiç bişi olmayan sadece insan olan ve yazıp çizmek, okumak isteyen herkesin kullanabileceği böyle kitaplıkların olması gerekmez mi(?)!!!











Şerefe dedeeee!!!!!

















Hüseyin çavuş'un yokluğuna alışmaya çalışıyorum. Bazen küçük mor defterimin arkasındaki cepte duran telefon kartlarını görüyorum ya da bi telefon kulübesinin önünden geçiyorum ve ağlamaklı oluyorum. Birisine onu anlatırken geçmiş zaman kullanamıyorum. Bazen rüyama geliyor; Ankara'daki o köhne ve karanlık evimizde, rakı içerken yakalıyorum onu, kızıyorum, yaa dedeeeee diye bağırıyorum bet sesimle, niye böyle yapıyorsun, bak hasta olursan hastanelerde sürünürüz beraberce diyorum, ama hiçççç bana mısın demiyor, bi de üstüne piposundan derin bi bi nefes çekiyor ve sonra ortalığı dumana boğuyor,  ben ağlayarak kızmaya başlıyorum , belki bu sefer beni dinler diye sonra iç çeke çeke ağlarken uyanıyorum uykumdan, rüya olduğunu fark edip hemen gözlerimi kapatıyorum, tekrar rüyaya geri dönebilmek için...
Günde kırk kere aklıma geliyor, gözlerim doluyor ama akıtmıyorum yaşlarımı, gözlerimi kocaman kocaman açıp yaşlarımı gözümün içinde tutmaya çalışıyorum. Ama bazen gözümün bi yerinden fırlayıveriyor da hemen elimle siliyorum kimse fark etmeden.
Akşamları mutlaka bira içiyorum bu aralar. Dedemin şerefine. O içkiyi çok severdi. Gerçi o rakı severdi. Sonra teselli ediyorum kendimi, zaten rakı içemiyordu, pipo içemiyordu, alıp başını istediği yere gidemiyordu, çok sevdiği gazozu bile içemiyordu, meyveli pastayı da çok seviyordu, onu da çok az yiyebiliyordu. Sonuçta istediği gibi yaşayamıyordu. Onun için yaşamak artık ölümü beklemek gibi bi şeydi. Artık üretemiyor, istediklerini de tüketemiyordu diye. Ama gene de yaşamasını isterdim. Gerçi artık tam olarak birarada yaşamıyorduk ve bu çoğunlukla beni çok üzüyordu ama yine de dedem var benim orda  arıyorum, gidiyorum diyordum. 
Hiç kimseye çaktırmadan büyük bi travma yaşıyorum. Sanki hiç alışamıcakmışım gibi geliyor, sanki hiç bu duygularımın yoğunluğu azalmacakmış gibi, olmemiş gibi, sanki daha önce hiç bi yakınımı kaybetmemişim gibi... 

Wake up, freak out,then get a grip!!!


Wake Up, Freak Out - then Get a Grip (Türkçe) from de scape on Vimeo.

Kaynak:alternatif yaşam planlaması

SKT!!!

Dün markette şöyle bi olay yaşadım; Bira reyonuna yöneldim, ÖB'yi aradım, şundan bundan alım mı diye sordum. Sonunda alıncakları kararlaştırdık ve  soğuk bira dolabına yöneldim. Bu  sırada, bi market görevlisi de bira ekliyordu içecek dolaplarına. Aradığım biraları çok dikkatli bakmama rağmen bulamayınca ,O anda orda çalışan  görevliye sordum, o da bana o biraları SKT sebebiyle kaldırdık dedi. Ben de aaa hadi yaaa, bütün hayallerim yıkıldı tühh derken, içimden de alla allla ne için kaldırmışlar bugün sigara yasağı başladı ondan mı acaba, yoksa seçim gibi bişiy mi var ne lan bu SKT bi çeşit STK mı (sivil toplum kuruluşu) bu alla alla derken daha fazla duramayıp, sanki az önce görevlinin dediğini anlamış gibi davranıp bi de üstüne hadi yaaa çeken ben diil mişim gibi pardon yaa bu SKT denir, neden kaldırdınız canıım biraları deyince, görevli anlattı olayı. Meğersem SKT; son kullanma tarihiymiş. Son kullanma tarihine bir hafta kala bu gavur biralarını raftan kaldırıyorlarmış. O an ulan ben de meseleyi ne kadar da ciddiye almışım, bunu da başka bi yasak zannetmişim diye güldüm kendime. Ama bi yandan da görevliye kızdım. Ulan ben ne bilim SKT 'den dolayı kaldırmak nedir dimi yani,cıkcıkcıcıkcık.....

Yasak!!!

İnsan bunalır da hani , bi cigara yakar, o cigarayı öyle bi iştahla çeker ki, sanki bütün dertlerini savurur ağzından burnundan çıkan dumanla. Ya da bir eş dost muhabbetinde, içkiyle ya da enfes bi kahveyle tüttürülen   sigara  dumanı da tatlı söze, sohbete, farklı lezzetlere yarenlik eder. İşte ben hep bu zamanlarda bu sigarayı etrafımdakiler kadar iştahla içemediğime ve zevk alamadığıma hayıflanır dururum.Ama  bazen de tam tersi olur, gece bi eğlence mekanından dönüşte, donuma kadar sigara kokmanın verdiği sinirle, üstümdekilerin hepsini çamaşır makinesine doldurup, kendimi de duşa zor atarım. Çoğu zaman da evde içilmesine illet olurum. Hatta alt, üst, yan komşulardan gelen keskin sigara kokuları beni cinlendirmeye yeter de artar. Bütün tezat fikir gidip gelmelerime rağmen şimdi sigaranın zinhar yasaklanması bana bile ağır geldi. Ayda bi alıp çantama attığım karanfilli sigaralarımı bi içme zıçma ortamında herkese tutarak, zar zor bitirdiğim, bazen de ulan bu sefer zevk alırım belki diip bi dal yaktığım paketlerimi  şimdi çantamdan çıkaramıcam. Benim gibi sigarayı hiç sevmeyen, ama sürekli arasını iyi tutmaya çalışan, güzel ortamları bozmamak için en ağır kokan, en adi dumanlara bile göz yuman bendeniz  şimdi bu yasağın tuhaflığını yaşıyorum.

En çok da nargile kafelere üzülüyorum. Ben çocukken dedemin ne benden ne de nargileden vazgeçemediği zamanlarda, onunla beraber oturduğumuz gençlik parkındaki nargilecilerin yaydığı kokunun o çocuk belleğime yerleşmesinden midir nedir, sigarayı sevemeyen içemeyen biri olarak nargileyi içmeyi beceren, deli gibi zevk alıp hatta nargileden kafa olan bir şahıs olarak, ayrıca üzgünüm bu yasak olayına.
Bence dumandan önce, yasaklanması gereken çok daha önemli toplumsal rahatsızlıklar vardı mesela; yolda taşaklarla oynanması, yere balgam ve sümük frılatılması, alelemin götüne, bacağına, memesine bakan çoğunluğun zikini okşaması, arabada seyir halindeyken camı açıp çöpün boşluğa bırakılması, uyulmayan trafik kuralları, evsel atıkların, diğer çöplere karıştırılması, geri dönüşümün G'sinden habersiz olunması, hala marketlerin bedavaya naylon poşet dağıtıp, naylon tüketimini desteklemesi, GDO'lu ürünler meselesi...

Bir veda Yazısı!

Haziran'nın ortalarıydı. Ben elimdeki işi hala teslim edememişlikten içim şişmiş bir halde can havliyle SH'ye sığındığım gündü.  SH ile birlikte, pc'nin karşısında MJ şarkılarının sözlerini indirip, kendimizce karaoke yapıyorduk ama super eğleniyorduk. Ara sıra da "ulan kaç yaşımıza geldik, nelerle eğleniyoruz "diye dalga geçiyorduk kendi kendimizle. İşte tam bu şaka komiklik sırasında benim cebim çaldı. Geras'dı arayan. Allah dedim SH'ye "dedeme bişi oldu kesin" Bi süre öylece telefona baktım, kalbimin atışlarını yavaşlatmaya çalışıyordum. O sırada SH " yaa daha geçen hafta gitmedin mi sen dedene , gayet iyi döndün, hemen kötüye yorma" dedi. Sonra biraz sakinleyip telefonu açtım, açınca gene telaşlandım. Direkt, "Selam F hemşirem, kötü bişii yok umarım" dedim. Karşımdaki sakin bi ses tonuyla olanları anlattı, N'apalım dedi, ben de hemen acile gidin, ben de gelirim dedim. Sonra Ankara'daki kuzenimi ve teyzemi aradım. Onlar da hemen dedemle ilgilenmek için hastaneye yöneldiler. 
Sonra bir gün geçti, kuzenim ve teyzem şu an gelmememin daha iyi olacağını söylediler, zira yoğun bakımdaki bizim Hüseyin Çavuş'un yanına kimseyi almıyorlarmış, biraz düzelince gelirsin, o zaman onunla da kalabilirsin dediler. Bir iki gün daha  saat başı telefonlaşıp durduk. 
Bir yanım gitmek için kıvranırken, bir yanım bir türlü bilet almaya yanaşmıyordu. Daha geçen hafta yanındaydım, bütün günü güle oynaya geçirmiş, beraber pasta yemiştik, bana bi daha ne zaman gelceksin demişti, ben de Bi dahakine ÖB ile gelicez o da çok özledi seni demiştim. Sonra zorla vedalamıştık, bir önceki hastane deneyimimizden sonra onu çok dinç ve mutlu görmüştüm. Sonra üç gün sonra aramıştım, babalar günü için pantolan alıp göndericektim, hangi renk istediğini sormuştum o da her zamanki gibi alma  yavrum, paranı çarçur etme diye kızmıştı bana da telefonda bayağı zıtlaşmıştık. Sonra,  sonrası işte birden ateşlenmişti dedem, halbuki daha iki gün önce kontrollerinde turp gibi çıkmıştı da ben daha da rahatlamıştım.

Şimdi km'lerce uzakta içimde bi sıkıntıyla  elimdeki saçma işi hemen bitirip bi anca önce gitmem lazımdı. Bu acil durumun üstünden tam iki gün geçmişti, ne uyayabiliyor ne de ağlamamı durdurabiliyordum. Sonra  sikerim işi gücü gitcem ben dedim ÖB'ye . Tam evden çıkmış bilet almaya gidiyordum ki cebim çaldı arayan kardeşimdi, kötü haber taa İzmir'e  ulaşmıştı. Belli ki kimse beni aramaya cesaret edememişti. Sonra kardeşim bana, "kardeşim bişi dicem ama lütfen çok üzülme tamam mı "dedi. Sonra bi an bi suskunluk oldu aramızda, suskunluğu bozan bendim "anladım, söyleme dedim" sonra biraz karşılıklı ağlaştık. Zaten bu sefer biliyordum içimde hiç iyi duygular yoktu ama sürekli iyi düşünmeye çalışıyordum. Bilet almak için yola çıkmıştım  dedemi görmek için ama şimdi alacağım bilet onun cenaze töreni içindi artık.
Ankara'ya gidene kadar ağladım da ağladım, kendi kendime o kalpsiz, sevgisiz oğullarının, gelinlerinin, torunlarının yanında bir damla göz yaşı dökmemeliydim, gözyaşlarım, onların yalancı, gösterişli timsah gözyaşlarına karışmamalıydı zira onlar böyle törenlerde başrollerde oynamayı meslek edinmişlerdi. 
Cenaze  ve defin işleri halledildi, başroldekiler yine yerlerini almışlardı, akbabalar  gibiydiler. Bi an eğilip yerdeki toprakları yüzlerine yüzlerine savurmak geldi ama  yapmadım. ÖB'ye söz vermiştim onlarla muhatap olmayacağıma dair ama  dedemin yanına da benden daha fazla hiçbirinin yaklaşmasına izin vermedim, beni gördükleri anda hep bi adım gerimde kalmak zorunda kaldılar sırtlanlar!!! 
Biz küçükken kardeşimle, dedem hasta olduğunda küçük odaya geçer ağlardık o iyileşip yataktan kalkana kadar. Çünkü hep o ölücek ve biz  onunla bi daha yaşayamıcaz diye üzülürdük.Çünkü hep anneannem hasta olurdu ve iyileşirdi, dedem kolay kolay hasta olmazdı. Bi de dedemizdi o, hep nazımızla oynayan, bizi anne babamızın yanında şımartan , güçlü bi adamdı o. Oysa şimdi, o beyaz örtüye sarılmış, ufacık olmuş, hafifleşmiş cansız  bi şeydi ve ben onu o karanlık ve derin yerin içine ellerimle gönderip, üstüne toprak örtmüştüm.  O an bütün bu olanlar, bu saçma ritüel, bir daha iki dünya bi araya gelse bile yanyana gelmeyeceğim yaratıklarla aynı mekanda bi törenin parçası olmak, hepsi benim istemdışı yaptığım bi şeydi. Kendimi öyle bi kitlemiştim ki evime dönene kadar hiç dedemden bahsedemedim, onu hiç düşünemedim, taaaa ki dün akşam ÖB ile sohbet ederken sanki dedem ölmemiş gibi konuşurken, kilitlerimi çözdüm, ağladım da ağladım ve artık şu sıralar aklıma gelince geçiştirmiyorum ve ağlamak istiyorsam da ağlıyorum. İşte tam bu durumdayken dedemle vedalaşmanın ve bu duyguyla yüzleşmenin tam zamanı olduğunu düşünüyorum ve bunu burda paylaşırsam biraz daha rahatlayıp, cümle aleme bu duygularımı haykırmanın beni daha da rahatlatacağını ve bunu kabullenmenin daha da kolay olacağını düşünüyorum.
Dedeme;
Beni her zaman koşulsuz seven, her koşulda beni özleyen, bana hiç bir zaman doyamayan Hüseyin Çavuş'um benim, sen her aklıma geldiğinde seni hep neşeyle, sevgiyle hatırlacağıma söz veriyorum. Zaman zaman ağlamalarıma engel olamam ama zaten sen de biraz öyleydin. 
Bazen senden bahsederken belki kahkahalarım gözyaşlarıma dönüşüşürse karşımdakiler 88 yaşındaki hasta bi adama karşı bu kadar duygulanmamı anlamaycaklar belki ama ben biliyorum ki sen benim hayatımın çok büyük bir parçasıydın ve ben her zaman çok özlemle, sevgiyle, hayatımdaki eksikliğinin burukluğuyla yaşamaya devam edeceğim ve  artık sen yoksun yaaa, galiba şimdi artık torun kimliğimi kaybetmiş, ucube bir yetişkin olmanın ağırlığı da hep üstümde olacak dede...

"Benim kitaplarımı okuyanlar, cümle kötülüklerden arınsınlar'"

Yaşar Kemal'e Boğaziçi Üniversitesi tarafından  doktora ünvanı verildi.



Yaşar Kemal’in Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konuşması:


Sevgili dostlar,


Beni bu doktorayla onurlandıran Boğaziçi Üniversitesi’ne teşekkür ederim. Buraya kadar gelerek beni onurlandıran dostlarım da sağolsunlar. 
Folklor ve etnoğrafya araştıran bir bilim adamı olmayı çok istedim. O olanağım olmadı, ama büyük şanslarım oldu. 
Biz Cumhuriyet sanatçıları, tercüme bürosunun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Halkevleri, Köy Enstitüleri bize yardım etti. 
Edebiyata gelince, ben edebiyata çocukken başladım. Benim köyüm 1865 yılında bir isyandan sonra yerleştirilmiş göçebe Türkmenlerin köyüydü. Benim çocukluğumda bu köye çok âşıklar, destancılar gelirdi. 
Bütün Çukurova’da âşıklar, destancılar dolaşırdı. Ben destancılara çok meraklıydım. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım, ki karşılaşmam tesadüftür, bir destancı olurdum. 
Köye bir destancı gelince ben onun yayındaydım. Çıraklığını yaptığım Çukurova’nın büyük gezginci destancılarından öğrendiğim destanları Toroslarda köy köy dolaşarak anlatır, bir yandan da ağıtlar, büyük halk şairlerinden şiirleri toplardım. 
Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anladım. Bana katılan iyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle anlatıyordum. Dinleyicilerimin bana az katıldığı köylerde, yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu. 
Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun için destanlar 40 bin yıl su altında kalmış çakıl taşları gibi, destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir. 
Yazılı edebiyat ise bambaşkadır. Karşında kaleminden, kâğıdından başka hiç kimse yoktur. Ne ses, ne karşında insanlar, ne beden hareketleri, hiçbir şey yoktur. 
Sözlü edebiyat, her zaman, 20. yüzyıla kadar diyelim, yazılı edebiyatın özsel kaynağı olmuştur. Çağımızda halk sanatının üstünde gereğince durulmaması, folklorun salt bir bilim dalı sanılması çağımız kültürüne epeyce zarar vermiştir. 
Sözlü edebiyat bugün de birçok biçim ve anlatımla karşımızda, Gılgamış, İlyada, Odysseia, Manas, Dede Korkut, Şahname. Biz Türkiye yazarları çok talihliyiz aslında, bir yanda Homeros, Nâzım Hikmet, Âşık Veysel, Orhan Veli, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Sait Faik, bir yanda da Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gogol, Faulkner elimizin altında. 
Bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Her yeni oluşum eski zincirin son halkasıdır. Örneğin, bugün mitolojiyi, 19. yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Her çağın insanı, klasiklere kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla büyük klasikleri zenginleştiriyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak destanları, klasikleri yeniden yaratıyoruz. 

‘Bir sürü kötü şair çıktı’ 
Türkiye’de halk ürünlerine karşı olumsuz tavır epeyce abartılmıştır. Bunun da sebebi var, Cumhuriyet çağında Osmanlı kültüründen koparak Anadolu diline, kültürüne dönerken aşırılıklar yapıldı. Büyük halk sanatı ürünlerine sırtımızı dönmemize bir sebep de bu ürünlere bir kısmımızın abartılı yaklaşımı olmuştur. Örneğin, şiire bakarsak, köklü bir halk şiirimiz var, büyük halk şairlerimiz var. Halk şiirini bir kaynak sayacağımız yerde ona bir kısmımız öykündü. Öylesine öykündüler ki, ortaya bir sürü kötü şair çıktı. Oysa sözlü edebiyatlar her dilin yazılı edebiyatını etkilemiştir. 
Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? 
Ben destan, masal dilinden geliyor, dilin ne kadar büyük bir güç olduğunu biliyordum. Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dili yaratmak zorundadır. Kendine has dili olmayan bir roman güçlü bir roman olamaz. Bu dil halkın dili de olamaz, destan, masal, şiir dili de olamaz. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı anlatımınki bambaşkadır. Yazarken bunun farkına vardım. Uzun romanları yazarken de başka bir şeyin farkına vardım, dilin yapısı da romanın biçimini, içeriğini etkiliyordu. 
Dostoyevski, ‘Budala’sında “İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkûm edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir” diyor.Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki, insanoğlu alıklar, yokluklar, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç nedir? 
İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya kurup o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır. 
Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısır’da başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken... Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratıp onlara sığınıyoruz. Ben de kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor. 
Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız. 
Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okurken okuduğu romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin ağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse bir ova yaratır oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır. 
Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır. Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Tüketimciler toplumda bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür benimsetmeye çalışıyorlar, insanları birer obur canavar haline getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu isteyenler için bir tehdittir. Onun için de romanı, bestseller denilen bir yapaylıkla boğmaya çalışıyorlar. Roman böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler. Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar. 

Bir gün Sait Faik’le... 
Türk edebiyatında büyük yıldızlar vardır. Hikâyeci Sait Faik de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından tanıyordum. Bir gün bana “Gel seninle edebiyata getirmek istediklerimizi anlatalım” dedi. 
Bende “İyi olur anlatalım” dedim. 
“Başlayalım öyleyse.” 
“Başlayalım” dedim. 
Ve başladık: 
“Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar. 
Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler zulümler bitmiyordu. Sonunda ‘bizim kitaplarımız’ demeye başladık, eninde sonunda biz iki yazarız. Bu kadar savaşı, zulmü bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki.” 
“Kaldıramaz” dedim. 
Sait: 
“Dur” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız kalmayacak” dedi. “Nâzım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar onu da okuyacak.” 
Ben “Melih Cevdet de var” dedim, “Orhan Kemal de.” 
Sonra çok insan, çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık. 
Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım. Kendime, söze ve insanın onuruna bağımlıyım. 
Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek buğüne kadar gelmiştir.

 metin ve fotoğraf

 

 

 

 


Hayatı pürüzsüz görmenin keyfiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!!!!!!!!

Artık hayata yeni, çözünürlüğü yüksek ve geniş mi geniş, flat mi flat bi pencereden bakmanın şaşkın mutluluğunu yaşıyorum. Bugün sabah verdiğim kararıma sevgilim ÖB destek çıkınca, hemen MKH'yi zorla ve cebren evinden emrivaki alıp, bir apple tükkanına gittik ve gözümüzü  bile kırpmadan 20'ınc 2.66 Ghz 2GB  olan (ve hatta 8GB ta yükseltilebilen) bi mac alıp eve döndük. Ve ben o şu an yeni aletimle  sizlere ulaşıyorum. Böyle şiiir gibi bi şey bu. Hala benim olduğuna inanamıyorum. Nazik mi nazik bi klavyeyi bi yana bırakın, inanılmaz güzel bi ekrandan dünyaya seslenmek süper bişiymiş. Haaa bi de her siteye elimi kolumu sallayarak virüs korkusu yaşamadan girip çıkmamın şahaneliği içindeyim. Böyle çoşup çoşup duruyorum. Ben daha önce nassı oldu da bu kadar eziyet çektim anlam vermiyorum. İnsanoğlu işte, emektar PC ye hemen kıçımı dönüverdim!!:))))

Birazdan bu şahane aleti sevgilimin kollarına bırakıp Hayal şehrinden Bok şehrine doğru yol almak için bilet almaya gideceğim. Malum orda dedemi bıraktım. Bu aralar biraz halsiz ve bitkinmiş. Ayrıca bana da sorup duruyor "ne zaman geleceksi" diye. Ben de evde zırıldamaktansa gidip bir gün geçiriim dedim kendisiyle. Bu gece gidip yarın gece binip daha fazla Bok şehri havası solumadan dönmek lazım olduğundan ve artık dedem dışında vakit geçireceğim yegane insan Antalya pilicim ZÜ'nun de artık orda yaşmaması  vesilesiyle daha fazla zehire maruz kalmaya gerek olmadığından Pazartesi sabahı Hayal şehrimde, işimde gücümde olucamı da belirtip ben artık yol alayım.
karikatür şurdan

Uzuuuuun bi aradan sonra....

Kaç zamandır blogla ilgilenmediğim ortada. Hatta blogroll'umdaki blogları bile ziyaret edemiyorum. Böyle bi kopuşlar içindeyim ama isteksizlikten değil bu kopuşlar onu belirteyim.
peki nerdeyim, ne boklar yemekteyim(?) Şahsen çook sıkıntılı işlerin figuranı olmuş durumdayım ve bundan da kurtulamamaktayım. Öte yandan artık kendi işlerimi yapmaya başlamaktan mütevelli, bi iç sıkıntısı, bi sorumluluk, bi panik, bi korku eşliğinde "ya beceremezsem" , "ya elime yüzüme bulaştırırsam" gibi düşünceler dizisiyle yoğrulmaktayım.

Öncelikle kafamın basmadığı bi işe kalkışıp, virüsler içinde boğuşan PC'mi kurtarmak için format atma serüvenine girişmem, benim sanal hayatla aramdaki bağı kopma noktasına getirdi. Hem bütün programlarımı tekrar kurmam çok sıkıntılı oldu, hem virüslerden kurtulamadım hem de bütün pratik, o alışık olduğum sanal düzenimin amına koymuş oldum. Şu an kendi bloguma bi gönderi eklemek bile mucizevi bi olaya dönüştü benim için. Nete bağlanamamaktan yakınıp sürekli arızayı aramam sonucunda yeni bulaşan ya da formatla kurtulamadığım bi virüsün benim yerime neti meşgul ettiğini ve bi şey download ederek( neyse artık o ) benim bağlanmamı zorlaştırdığını anladım. Sayfaları açamıyorum, msn kuramıyorum, bi program çalışırken aniden her şey donuklaşıp, kitleniyor falan filan işte.
Ardından yeni aldığım işle ilgili problemler, 4oo fotoğrafla eli belinde bi fotoğrafçı olarak lönk diye ortada kalmanın stresi içinde, ulan diyorum eskiden çekerdik biterdi şimdi, çekince de bitmiyor, lightroom u var, photoshop u var, freeehand i, zortu var zurtu vaaarrr, var var da var amına goyimmm...... Zaten alet yavaş ve problemli, ıkınmaktan iş yapamaz hale geldim. Kör şeytan diyo ki git lan al kendine bi mac. kurtul bu pc den ama döt yemiyo tabee!!!:)
Neyse sanırım yeni bir format göründü bana, en azından bi haftamı daha yer sonra bakıcezz!!!!

karikatür ahan da şurdan

Santral santral!!!

Pancurunu açık bıraktığım camdan gözümün içine giren güneş, uyandırmıştı beni. Yanımda ÖB horul horul. O sözde İZmir'e gidicekti ama sinirilenip vazgeçince, o gece eli belinde bir İzmir biletiyle çeşitli biralar eşliğinde sarhoş olup kendimizden geçtik. Bir de yağmur yağdı üstüne ama ne yağmur, sanki havanın götü delinmişti. Camdan baka baka götürdük biraları. Sonra Üstüne Barcelona'yı izledik ve bi kez daha sefil, sığ ve Amerikan özentisi yaşantımızdan utandık ve bi sürü karar aldık; hayatı anlamlı kılma kararları ki bi aşk filminden nasıl böyle kararlar çıkarabildiğimiz de ayrı bir yetenek şeyşidir ya da alkolun etkisidir. Sonra sızdık.
Kendimize gelmemiz öğleden sonrayı buldu. Sonra n'apsak diye düşünürken, "ulan altı aydır burda yaşıyoruz ve daha Santralİstanbul'a gitmedik " diye hayıflanıp bi hamlede karar verip, bilinmez yollara sürmeye başladık arabayı. Ben ÖB'yi Gazi OSman Paşa'ya soktum, içimde bi kuşku yok değildi ama doğru yoldayız diyordum sürekli ÖB'ye, sonra Alibeyköy'e yöneldik. Sonunda ışıklarda yanımıza düşen taksiciye yol sorduk, "kaptan silahtar'a nassı gideriz" Adam karmaşık bir şeyler dedi sonra önümüze geçti ve bizi santral istanbul yoluna soktu. Sonra da iki dat dat yapıp gitti, biz de el sallayıp teşekkür ettik.
ÖB ve ben bu iyi adamın nasıl olup da bizim karşımıza çıktığına hayretler edip müzeye girdik. Girdik ama ne müze, ne okul, aman yarabbim, varoşta bir vaha, süper lüks arabalar, iki büyük tasarım harikası ve bi o kadar da pahalı mı pahalı yeme içme yeri. Bi tanesini seçtik, ama içeri girince bi durduk , önce mekana şaşırdık, içeriyi bi güzel inceledik sonra ürkek bi şekilde bi masaya oturduk, içimizden "ulan burda servis selfservis mi yoksa masaya mı geliyorlar sipariş için " diye düşünürken çok kibar bi çocuk masaya gelip siparişimizi aldı. Yemeği beklerken, ben de cortlamış telefonumun yerine kullandığım ÖB nin eski telefonunu, sesini hiç duymadığımdan ve duysam bile benim olmadığı için önemsemediğimden, annem falan arar da duymam diye masaya bıraktım ama bi an bi tedirginlikle elimi telin üstüne koyup çaktırmadan cebime attım. Sonra kendimden utandım "ulan nabıyom ben, eski meski tel. çalışıyo, niye utanıyorum ben şimdi, bu zenginlik beni de tuhaflaştırdı sanki buralı değilmişim de dışlanacakmışım gibi hissettim ha siktir yaa" diye düşünüp, tel.i cebimden çıkarıp tekrar masaya koydum. Sonra ÖB'yle burdaki durumu tartıştık biraz, toplumsal saptamalardan bulunduk. Neyse karnımızı doyurup, eski elektrik santralina yöneldik.
Giriş kelle başı yedi tl idi. Ben kendi adıma üç tl ödedim heheh... sonra yine ürkek, nerden başlayacağımızı bilemeden kaldık bi an. Sonra ben görevliden bi el haritası istedim. Sonra yukarı çıtık. Alet edevat, canavar gibi makinalar derken, kontrol odasına girdik. İÇimden ulan burda uzay gemisinde geçen süper bi fotoroman çıkar diye düşündüm. Orda bayağı bi zaman geçirdik. her şeyi kurcaladık, bu sırada gelen giden oldu. Onlardan rahatsız olduk zira ben zorla ÖB'yi de model olarak kullanarak bi fotoroman çekme sevdasına girmiştim.biraz çektim ama sonra ÖB sıkıldı ve ordan ayrıldık. Tam biz çıkarken üç, dört yaşalarında bi oğlan çocuğu annesinin elinden kurtulmuş kontrol odasına doğru koşarken, bi yandan da annesine " düğmeler nerde haniii" diye soruyordu. Çocuğun afacanlığına kayıtsız kalamadık ve içeri girince n'apcak diye izledik onu bi süre. Sonra yolumuza devam ettik. Deli gibi bi fotoğraf çektik. Makina kah ÖB'nin boynunda kah benimkine takılıp durdu.
Müze kısmının alt katına indiğimizde bizi elektrik enerjisiyla ilgili deney sergisi karşıladı. Biraz onlarla oynadık. Çok eğlenceliydi. Ama asıl eğlence müzenin diğer kısmındaki sergi salonundaki "haritasız" isimli sergiydi. Hem çok anlamlı hem de çok eğlenceliydi. Sadece sergi salonunda dört saate yakın oyalandık. Sergideki işler gelen izleyiciyi aktif hale sokuyor ve izleyici kimliğinden çıkarıp, sanat eserinin bir uzantısı haline sokuyordu. Neyse işte gitmeyen varsa, gitsin, az kaldı galiba bitmesine. Çok fazla anlatıp da gideceklerin heyecanını şey etmimm.

Çıkışta da altı tl otopark ücreti bayılıp, bitap bi şekilde eve gelip, bira içmeye devam ettik. Santal İstanbul sayesinde ve ordaki sergi sayesinde, haftasonumuzu kurtramakla kalmadık, düşündürücü ve öğterici ve ders çıkarıcı bir gezi yapmış olduk.
Hani okuldayken götürürlerdi ya bizi, bi müzeye falan ve çok sıkılırdık ama illa geziyle ilgili kompozisyon yazdırırlardı ve o yazıda illa bu geziden faydalı anılarla ayrıldığımızı anlatmamız istenirdi. Ne faşizan bir durumdu allllaamm!! ;::))))))))))
Ama bu seferki gezi güzel oldu olmasına da yazı biraz tutuk oldu. Geçmiş okul deneyimlerinin verdiği bi baskı olsa gerek!!!:)))

Cepte Unutulan Komik Fotograflar Serisi I

Cep telefonum yine cortladı. İçindeki numaraları, fotograf ve kayıtları kurtarma girişiminde bulundum. Ekranı görünmeyen telefona, pin kodunu yazıp, el yordamı Tamam tuşuna bastım ve açılma tonunu duydum ve pc ye aktarmaya başladım içindekileri. Fotograf ve videoları anında kurtardım, sonra numaraları almaya çalıştım ama olmadı yaa. Çok sıkkın canım. ÖB'nin eski telefonuna taktım sim kartımı, unutup bi isim arıyorum ve ÖB'nin iş telefonlarından aynı harften benim için gereksiz bi sürü isim çıkıyoo, deliriyorum. Bi de hiç kısa yolu yok, mesela en son aradığın numarayı bi dakka sonra aramak istedin arayamıyorsun. Hemen rehbere geçiyo ve A'dan başlıyo, allaam yaa!!! Bi de telefon çalıyo oralı olmuyorum hiç, sanki benim diilmiş gibi hahahahaahh!!!
Şimdi giden numaralarıma mı yansam yoksa, dedemle olan foto ve videolarımı kurtardığımla mı teselli olsam derken, cepteki fotolardan biri keyfimi yerine getirdi. Çektiğim anda çok mutsuz ve çaresizdim; Hastaneden çıkmış, sevimsiz Sıhhıye'den yürümüş, soğuk, donuk bir Ankara gününün akşamında, bulvara geçebilmek için saçma bi üst geçiti kullanmak zorunda kalmış, feci halde çişim gelmiş ve hastane nöbetini gönülsüz olarak anneme bırakmanın huzursuzlğunu yaşarken, seçimlere bi iki kalmış bir tarihte, otobüs durağında bu afişi görüp, kederimi dağıttığımı hatırladım da bi nebze olsun gülümsedim:

Seni Gidi Amcık ağızlı Seni!!!!!!

Uyarı: biraz uzun bi yazı olmuş, sonradan farkettim. Anca rahatlamışım, bu da kişisel kusmuklarımdan bir demettir.

Geçenlerde SH ile olan buluşmamızda, Ankara mecaramı anlatırken, akrabalardan(daha doğrusu dedemin akrabaları sayılır) bir tanesinin özellikle evine gidip, düzgünce kapısını çalıp, bi dakka gelsene diiip, apartmana çekip, suratına, apartmanda büyük bir yankı yapacak kadar sesli bir osmanlı tokadı çakıp ki karşımdaki dişi olduğundan,( hani erkek olsa suratının ortasına bir yumruk yemesi daha münasip olur tabiii) sonra da bütün komşularına kapıyı açtıracak şekilde ulan ...mcık ağızlı , ...rospuuuu, senin o verdiğin 100 yetaleyi senin kıçına sokarım layn, benden, dedemden, anamdan ve en büyük teyzemden uzak durcaksın diyip, saçından tutuğum gibi, arkasını çevirip, o koca, yemiş de sıçamamış, domuz götü gibi kıçına da okkalı bir tekme atıp, yere serip, ulan ...mcık ağızlı ben gidene kadar kalkma yerden diyip çekip giderken, bir an geri dönüp, ulan ..mcık ağızlı şimdi al sana şahane bi dedikodu malzemesi, balladıra ballandıra yaşadığın sürece yap dedikodunu hahahahah... demek ve yeni taşındığı sosyete semtindeki komşularına bir güzel rezil etmek istediğimi anlatırken, SH korkuyla "DŞ sen de bazen çok cadı oluyorsun, ne kadar kavgacısın" dedi. Ben de "ama yapamadım ki, fantaziden öte gidemedi, değil evini cep numarasını bile bilmiyorum, dayımı aradım açmadı, teyzeme o kadar baskı yaptım, vermedi cebini, annem uyma, ağzına yazık dedi falan filan yani içimde ukte kaldı gitti" dedim. Sonra olayı dinleyince onun da ağzı açık kaldı. karikatür şurdan

Şİmdi bizim Hüsyin çavuş ilk hastalandığında 6 ay önce kadar, bir ay hastanede yattık beraberce, annem, büyük teyzem ve ben; sonra dedem iyileşti ama özel bakıma gerek duyuldu. Evde hemşire tutmak gerekir denildi. Bu arada diğer çocukları , gelinleri, torunları, el gibi geçmiş olsun dediler ve gittiler. Ben ve sevgilim ÖB uzun ve yıpratıcı arayışlardan sonra dedeme süper bir bakımevi bulduk, sonra herkese teyzem aracılığıyla haber verildi, herkes bu yerin çok pahalı olduğunda hemfikir oldu ama bu arada herkes ortada yok, para da yok ama sesler eko şeklinde bana ulaşıyordu. Neyse ben kimseyi dinlemedim, dedeme en uygun yerin burası olduğuna karar verdim, gerekirse tek başıma bu parayı ödeyeceğimi söyledim (nasıl bilmiyorum ama) ve dedem oraya yerleşti.

Şİmdi bu akrabalar içinde en büyük dayı, zaten babasıyla hiç ilgilenmez ve ilgilenmek istemediğini de açık seçik ifade ederdi ki bence açık olmak takdir edilecek bi şeydir.Ama buna rağmen üç kuruşluk maaşından her ay 100 lirayı da hesaba hiç sevmediği babası için yatırır hale gelmesi de ayrı bir takdir konusudur. Diğere çocuklardan bi kısmı her ay veribildiklerini, düzenli olmasa da vermeye çalıştılar. Ama bi tanesi varki evlere şenlik; Ortanca dayı ama bu dayının esamesi yok, kendini içkiye vurmuş, yıllardır evli kaldığı avratla hayatı yaşanılabilir kılmanın en güzel yolunu bulmuş zavallım. O yüzden onun da cezai ehliyeti yok sayılsa yeridir. Amma velakin bu dayı ortada olmamasına rağmen , bu dayının parayla oynamaktan sıkılmış, cahil, sonradan görme bir avradı var ki evlere şenlik aaa dostlar.Bu şenlik aracı yaratık sürekli söylenmeyen şeyleri kafasında kurup, ordan oraya taşıyıp, sülalede herkesi birbirine düşürüyor ve bunu evlendiği günden beri durmaksızın ve bıkmaksızın yapıyor. Hatta kimse onu artık ciddiye almayıp ,ilgilenmeyince daha da kudurup, eline bi çomak alıp, arı kovanını kurcalayan bir ahmak haline bile dönüşüyor.

İşte bu kadını ben hiç tanımıyormuşum, ben bunu ortanca dayının karısı bilmem ne yenge, yeni adıyla amcık ağızlı olarak biliyomuşum hahahaha...!!!Bunun nedeni bizim evde de sevilmediği için, onun adı , ortalığı ne kadar sallarsa sallasın hiç anılmadığından, bize bi şey çaktırılmadığındanmış.

Şimdi dedem yeni yerinde, mutlu, kilo almış , temiz pak, hemşiresiydi, doktoruydu, 24 saat bakım içinde yaşarken birden sarılık oluyor ve Ankara'dan bakımevi beni arıyor zira orda dedeyle ilgilenen teyze; yaşlı, yanlış anlar kadına bi şey olur diye direkt aranmıyor. Neyse ben kalkıp gidiyorum, annem geliyor, bir de beter bi teyze var onun ortanca kızı insafa gelip bize yardım ediyor, biz 18 gün kadar dedeyle hastanede yatıp kalkıyoruz, tedavi ettirmeye çalışıyoruz. Yine diğerleri ortada yok, ama bu en yaşlı teyze arayıp herkese haber veriyor, saflıktan. Tabi yine kimse yok ortada.
Sonra birden bu ..mcık ağızlı ortaya çıkıyor. Merak ediyor yaa. Kim ilgileniyor dedeyle, parayı kim veriyor, nerde tedavi oluyor , bu işten bi dedikodu çıkar mı, birilerini kışkırtabilir mi, kime sataşabilir, kimi kime düşürebilir falan filan sebeplerden bilgi edinmek için bakımevinin telefonunu bulup, arıyor ki, bir kere bile dedem orda kalırken nassın diye araramıştır bir kere ziyarete gelmemiştir.Ordaki hemşireleri sorularıyla bunaltıyor ve bana şikayet ediliyor bu . Sonra ben de telefonda bilgi verimesini, dedemin ordaki vasisi olarak yasaklıyorum ve bi şey öğrenmek istiyorlarsa benim cebimi vermelerini söylüyorum ki herkes benim cebimi ezbere biliyor bu evrimini tamamlayamamış sülalede. Ordaki yetkililer de aynen böyle yapıyorlar ama bu iyice kuduruyor, nasıl olurmuş da, bi torun buna karar verirmiş de, o zaman oranın parasını da o torun ödeseymiş de falan filan , ağzına geleni sayıp, kapatıyor bakımevindekilere, sonra hızını alamıyor en büyük teyzeyi arıyor ona da sayıp döküyor ama bi tek beni aramıyor hayret!!
Sonra ben ödeme makbuzlarına bakıyorum, 6 ayda sadece iki yüz küsur para odemiş ödememiş olduğunu görüyorum. Aslında mecbur olmadığını düşündüğümden ve dedeme ve kimseye sevgi beslemediğinden, buna gerek olmadığını düşüyordum ben hep, Hatta teyzeme kimseyi arayıp para istememesini, kimseyle muhatap olmamasını, herkesin Hüseyin Çavuş'un nerde olduğunu bildiğini ve isteyenin istediği şekilde ilgilenebileceğini söyleyip duruyordum ki hala öyle düşünüyorum.
Ama şimdi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu canım!!! Hem sen ilgilenme hiç bi şeyle, hem de sorunları çözmeye çalışanları sabote etmeye uğraş olmadı enerjilerini başka yöne çekmek için elinden geleni yap.
Aslında bir gün karşıma çıkarsa bunları yüzüne söylemek isterim ama annemin tezine göre bir tavşan kadar da korkak olduğundan, hayatta benim karşıma çıkmazmış. O yüzden annem bana söz verdirtti, karşıma çıkmadığı sürece muhatap olmamam konusunda hatta çıksa bile!!!

Aslında bende daha ne küfürler var. Öyle sokak ağzı it kopuk küfürleri de diil haaaa!!! Taaa biz çocukken en küçük dayı, bizi karşısına dizer, hepimize ayrı küfürler ezberletirdi sonra da musamerede şiir okuyan çocuklar gibi sırayla söylettirirdi ama ne küfürler, küfür diil tekerleme sanki. İşte o gündür bu gündür, ağzı bozuk biri oldum çıktım. İyiki de oluşum. Küfür etmeyi beceremeseydim,bu sinir patlamalarıyla nasıl bir şey olurdum bilmiyorum!!!!!
Şİmdi bu satırlarımı okuyan Antalya pilicim ZÜ yine kızacak bana" yine erkeklerin kadınları aşağılamak için söyledikleri küfürleri ediyorsun" diyecek ama n'apimm yaaa dünya böyle, küfürler her dilde, her kültürde böyle, farklı küfür var da ben mi etmiyorum Hahahah...!!!!
BU arada bu ...mcık ağızlı küfrüne de sanırım bu aralar takıldım, önceden sadece ...mın koyim diyordum ......

Offf Atatürk Off!!!!

Kaç zamandır yoktum buralarda çünkü yine Ankara'da idim. Bizim Hüseyin Çavuş hastalanmış, sarılık olmuş, hemen kaldığı yerden beni aradılar. Sözleştik Geras'in hemşireleriyle, Gazi acilde buluştuk ertesi sabah. Ben nasıl bilet aldım nasıl gittim anlamadan kendimi Ankara Gazi Acilde buldum. Dedemi gördüm, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bizimki resmen sarı diil turuncu olmuştu. Yine yerinde duramıyordu, beni görünce büsbütün hareketlendi, beni öpmeye çalıştı, ben de onu ama hemşire aramıza girdi. Sarılığın nedeni daha belli diildi ve bu kadar yakınlaşmak yanlıştı ama dedemi kıramadım ve şapur şupur giriştik birbirimize. o gece orda geçirdim, dedem ve ben.
Gece olmadan biraz önce annem aradı "naber, nette yoksun , sesin çıkmıyo hiç "dedi, ben önce Ankara'da olduğumu söylemedim ama sonra daha fazla kıvıramadım ve nerde olduğum gerçeğini sakince söyledim. İşte o an annem telefonun diğer ucunde hönkürerek ağlamaya ve bana kızmaya başladı; yok efendim zaten kaç gündür içinde bi sıkıntı varmış, ota boka ağlıyormuş, ben her zaman tekbaşıma her şeyle mücadele ediyormuşum, kimseye bi şey söylemiyormuşum, o beni bu kadar eziyete katlaniim diye mi doğurmuş,çocuk doğursam göbeğini kendim kesermişim, inatçıymışım, salakmışım falan filan diyerek telefonu yüzüme kapattı, ben daha "sen de zaten hastasın gelip perişan olma diye söylemedim" bile diyemeden. Neyse bi saat sonra biletini aldığını sabah orda olacağını söyledi ve yine telefonu yüzüme kapattı.
Aslında annemin bütün kardeşleri, bütün yeğendir, hısım akrabadır hepsi burdaydı ama sacece bi tane 60'lık yaşlı teyzem dışında dedemle ilgilenen yoktu ki GERAS taa Ankara'dan İstanbul'u beni arama gereğini duymuştu. N'apsaydım yani dedemle ilgilenmese miydim!!! Diğerleri vicdansız ve evrimini tamamalayamamışlar diye ben de onlara kızıp dedemle ilgilenmese miydim laf işte!!!
Neyse işte bi gecelik acil konaklamanın sabahında Gazi Hastanesi bizi kabul etmedi, torpilimiz yoktu ve yatak da yoktu. Dedem gözümüzün önünde sararırken, acildeki doktorlar, hemşireler, hatta güvenlik görevlileri bize nefretle "hadi ne zaman siktirip gidiyorsunuz, sizin acillik işiniz kalmadı" muamelesi yaparak, ve dosyayı elime tutuşturarak "alın bunun fotokopisini çektirin ve kendinize bir hastane bulun tedavi için" denildi. Bu muameleler bizi insanlıktan bir adım daha uzaklaştırıken, ordaki kuzenlerden biri insafa gelip, kocasının tanıdığı vasıtasıyla Yüksek İhtisas Gastroenroloji bölümünde zar zor üç kişilik bir odada yer ayarladı dedeme. Hemen Annemle birlikte dedemi Oraya yerleştirdik. On beş günlük bir hastane macearasından sonra (dedem , annem ve ben iyice yıpranmış olarak ki gece gündüz hastane havası solumaktan olsa gerek), dedemin pankreası ve safra yollarını tıkayan tümörüne bir stent takılmak suretiyle bizim Hüseyin Çavuş'u Geras'a yerleştirip geri döndük.
Bu sırada diğer iki yatakta da çok ilginç iki karakter yatıyordu. Biri H amca, hayatı hastanelerde geçen bi Adanalı ama İstanbul'da yaşıyormuş; Ha bire taş kırdırmaya, stent taktırmaya geliyormuş, çok da yaygaracı bi tipti. Bi hemşire ya da hasta bakıcı bi selam vermeden odanın önünde geçse hemen yaygarayı basıyordu. Sanki hastanenin bir parçası olmuştu. Her şeye karşıyordu. Biraz insanı yoran bi tipti, allahta biz geldikten iki gün sonra taburcu oldu ama her gün günde iki kere önce hemşire bankosunu sonra da bizim odayı arıyordu. Hatta hemşireler kontrole geldiği zaman sizi de aradı mı H Bey diye gülümsüyorlardı. Bir de kapı tarafında yatan M amca vardı, Bizim bu H amcaya "çok cıvık canım" diye kızıyordu zaman zaman, o da böyle minyon , sarışın bir esnaf amcaydı. İyi niyetli, sakin, bazen komik. Zavallım onun işi aslında bi kat aşağıda kardiyolojideymiş , bypass yapılmış , ertesi gün çıkarsın denmiş ama başka sorunlar tespit edilinde bizim kata çıkartmışlar. O da nerdeyse bizim kadar yattı. Asıl en ilginci bizim yaygaracı H amcanın yerine gelen MH amca idi. MH amca da aynı dedem gibi turuncuya çalan bir renkte geldi. Hem de taaaaa Bolu'dan. O odaya yerleşirken, annem ve M amcanın kayın biraderi L dayı seçimleri konuşuyorlardı, bi de Baykal'a verip veriştiriyorlardı. İşte tam o sırada Bu yeni gelen MH amca önce hanımıyla gözgöze geldi sonra da sinirli bi şekilde "Baykal n'apmış" dedi. Sonra tartışma bir süre sonra tatlıya bağlandı. anlaşıldı ki odadaki herkes sosyal demakrattı. Hatta MH amcanın çocukları ve eşi "ehh artık gözümüz arkada diil oda sosyal demokratmış" diyerek odadan ayrıldılar. Biz de annemle merak etmeyin biz hep burdayız, oda bize emanet, biz onlara da göz kulak oluruz diyerek daha da rahatlatarak yol ettik onları. Sonra günler geçti, artık akrabalarımızdan daha samimi olduk oda sakinleriyle. Bir gece odada kimse uyumuyor. Zaten dedem uyumuyor kaşınmaktan , M amcanın da şekeri 46'ya düştü mü, hemen hemşireyi çağırdım neyse hemşire ağzına üç tane küp şeker attırdı da düzeldi adamcağız . Bu arda MH amca "offf Atatürk offff" diyerek inliyor ara ara. Zaten bu MH amca'nın ne zaman canı yansa, morali bozuk olsa böyle "Off Atatürk Off" diyor. İşte herkesin uyanık olduğu o gece madem kimse uyumuyor, hadi çay içelim , ışığı da yakalım diye bir teklifte bulundum ve herkes de bu teklifi beklercesine sevinçle tamam dediler, hatta dedem bile yatağından inip, bir açık çay içmek ve sandelyede oturmak istedi. İşte o gece bu üç yaşlı adamla çok sıcak bir dostluk kurduk, MH amca şiir yazıyormuş; karınca duası gibi, ince uçlu basmalı bir kalemle minik minik, uzun ince kağıtlara bi şeyler karalıyordu da ben de anlam veremiyordum. O gece bize hastaneden kaldığı sürece yazdığı şiirleri okudu. Bizim bu MH amca meğersem Köy Ensititüsü mezunu bir öğretmenmiş, sonradan müfettiş olmuş. Ben hemen cep telefonumu çıkratıp "MH amca sizi videoya almak ve fotoğrafınızı çekmek istiyorum izin verin lütfen, hayatımda ilk defa Köy Enstitüsü mezunu biriyle karşılaşıyorum ve çok heyecanlıyım" dedim. O da gururlandı tabi. Bana anlatmaya başladı , ben hayretler içinde aldıkları eğitimi, o yoksulluk ve imkansızlık içinde neler neler başardıklarını dinlerken şaşkınlık denizinde daha da derinlere yol alıyordum. Benim de Fotoğraf okuduğumu duyunca o da benimle daha çok ilgilendi. O da bir Fotoğrafçıymış , sonra sohbet makinalara kaydı. Bir hastane odasında yaşanabilecek en muhteşem geceydi. Hatta sonraki günler ben odada herkesin torunu oldum. Artık benden bi şey isterken çekinmeden istiyorlardı.
Hastaneden ilk biz ayrıldık. M amcayla cep telefonu alışverişi yaptık, hatta dedemi ziyarete gideceğini ve kaldığı yerin adresini de yazdırdı bana. MH amcayla da ektra olarak mail adresleri alındı. Dedemden sonra en yaşlı kişi MH amcaydı ama photoshop ve internet kullanıyordu. EEeee ne de olsa o bir Köy Ensititüsü mezunuydu.

Köy enstitüleri