RSS

NEDEN?

35 Genç insan neden öldürüldü?

İstemem ayrılık boynumu büksün.....


Bugün bu musiki ile çoşuyoruz.....

hayat!!!!

Bugün şunları yaşadım; Atölyeye doğru yol aldım. Yolda beni bi sıkıntı bastı, ağladım, ÖB'yi aradım, kendisi şehir dışındaydı, sesi iyi geliyordu hoşuma gitti. Sonra annemi aradım, zaten kendisi yanımda şu an, o yüzden onu aramak beni şu sıralar daha da iyi hissettiriyor. Derken ağlamaktan yorulup, bizim meydandaki büfeden bi goralı aldım, parka oturup, yemeye başladım, o an şöyle bi şey geçti aklımdan; ulan hayat, burda oturup, iki buçuk liraya (ki zam gelmiş, daha geçenlerde bir yetmiş beşti!) bi goralı yemek işte, bu kadar basit ama bi yandan da meydanda cıvıldayan öğrenciler, dağılmış okuldan çıkmış ergen kümelerinin aşırı ve hormonlu gürültüleri eşliğinde hafif ısıtan güneş, fotoğraf çekme çabasındaki turistler ve tarih, ne şahane diye geçirdim aklımdan. Ah işte hayat, an be an insana zihninde oyunlar oynatan bi bi şeydir ya da ......

Madamı körledim!!!(meali; nefis köreltmek)

İnsanın göbek deliğinde biriken, kir, pislik, pamukçuk, tüycüklerle ilgili bi yazı yazmak istiyorum. yarın vaktim olursa bunu denemek istiyorum. Hayır bunu niye şimdiden yazıyorum, çünkü canım bu göbek deliğiyle ilgili o kadar yazmak istiyor ki anlatamam ama şimdi uzun uzun yazmaya kalksam saat zaten sabahın ikisi olmuş, sonra yazıya sarıp, uykuyu kaçırırsak, sabah namazına kadar imama kitlenirim, yarın çok yoğun ve koşuşturmalı bir gün olacak, erkenden işime gitmem, dükkanımı açmam gerek, uyuyakalmamak için nefsim körelsin diye biraz giriş yapıyorum bu çekici konuya ve birazdan makinayı kapatıp, dişlerimi bile fırçalamadan yatağa gömülüyorum. Hadi bakalım.....
Cümleten iyi geceler.....

Uçuş serbest!!!!

Bugün akşam eve döndüğümde, asansörde gerçek bir pilotla beşinci kata kadar çıktım. THY armalı bi şapkası vardı, orta yaşlı sayılırdı, yakışıklı değildi ve keldi ama bir pilottu, yüzümde bi tebessümle çıkacağı katı sordum, butona bastım ve hayranlıkla gözlerimi ondan alamadım. Yani o koca uçakları havalandırıp, uçurup, indiren ve bunu yaşama biçimi yapan insanlara çok hayranım, o yüzden de karşımdaki dünyanın en çirkin, en acımasız, en kötü insanı olsa da, pilotları hep süper kahraman gibi görüyorum. Uçağa bir yolcu olarak bindiğimde hemen havalanmayı, sonra yükselmeyi sonra alçalmayı ve yere inmeyi ve böyle sürüp giden ve hiç bitmeyen yolculuklar yapma hayalleri kuruyorum, ama ne yazık ki bi kerelik para verince bi kerelik oluyor bu uçma-inme macerası da. Keşke bir gün kokpitte de uçma şansım olsa yani en azındna ölmeden önce böyle bişi başıma gelse ne şahane olur. Ama şimdilik kokpit yerine bizim periferideki yaşantımızdaki asansörümüzde bir pilotla en fazla on beşinci kata kadar yükselmekle yetinmek zorunda kalacağım. Galiba şu boktan yaşam alanımızın en renkli tarafı bi kaç pilotla karşılaşmak oluyor.

Adaletin Yok Mu Dünya(?)

İnsanların çoğu zalim, savaşlar bu yüzden var, çocuklar bu yüzden ölüyor, insanlar bu yüzden birbirlerine işkence ediyorlar, para hırsı, birine sahip olma hırsı, hükmetme duygusu, hakimiyet kurma, boyunduruğu altına alma isteği falan filan.... Dünya çok kötü bi yer. Bütün bu büyük çaplı zalimlikler dünyadaki kitlelerin canını actıyor. Lakin küçük insanların, küçük planları ve daha az kişiyi kapsayan zalimlikleri de kitlelerinki kadar büyük acılar yaşatıyor insana, bunun tek farkı sadece zalimler ve kurbanları arasında bir sır gibi kalıyor, kamuoyuna ulaşmıyor.

Küçük bi süper kahraman olsaydım da şu küçük zalimlerin hakkından tek tek gelseydim, kamunun haberi olmadan sessizce. Bu istek de 23 Nisan'da bi çocuğa büyüyünce ne olmak istersin sorusunun cevabı gibi oldu ama zalimlerin, bencillerin, acımasızların, düşüncesizlerin, vidansızların, sevgisizlerin yaptıkları küçük çaplı piçlikleri yanlarına mı kalsın, buna çok kafayı takıyorum şu sıralar. Yaa bi örümcek adam falan çıkıp gelse bari yaa, en çok inandığım, güvendiğim kahramandır kendisi nihayetinde, bi benim şu insanlığı ilgilendiren küçük çaplı derdime bi el atsa çok üzülüyorum vallaahaa yaaa!!!!

Yağmur Oldu, Böyle Oldu, Geeeeel Geeelll Geeeel!!!!!!

Bugün Çapa'dan Küçükayasofya'ya kadar yürüdüm. Aksaray'a geldiğimde yağmur başladı, tabi yağmurla birlikte beş liralık şemsiyeler satan seyyar satıcılar da ortalığa doluşuverdiler. Hayır arkadaş, birden nasıl ortaya ellerinde şemsiyeyle çıkıyorlar ki, bu organize işlere bayılıyorum. Tabi bu şemsiyeci arkadaşlar, şemsiyesiz herkese satış yapma çabasıyla, sürekli iletişim halinde oluyorlar insanlarla. Bunlardan birsiyle ben de bir şemsiyesiz olarak gözgöze geldim zaten hayranım ya kendilerine, sonra da aramızda şöyle bi diyalog oluştu:


şemsiyeci: Al al al beş lira beş lira...
bendeniz: Yaa bunlar da hemen kırılıyor, yaaa:))
şemsiyesi: (peşimsıra gelerek) alsana kız, ıslanma boşuna.
bendeniz: yok yeah saol:) valla yok almıycemm!!:))
şemsiyeci: Bak ıslanıyon, hasta olursun al bi tane:))

Sonunda karşılıklı gülüşüp, ayrıldık. Ama ben gülümsemeye devam ettim yol boyunca, ne güzel içten söyledi öyle al kız ıslanırsın, hasta olursun diye.

Şimdi lafı işportacıya getirmişken geçen gün Taksim'deki diyoloğumu da anlatmak istedim; Klasik bi akşam, Selmuş'la buluşucam ama yanına aç gitmeyeyim çünkü param da yok kıza masraf olmayayım diye, meydanda karşıma ilk çıkan kestaneciden üç liralık kestane aldım yiye yiye İstiklal'den aşağıya doğru yürüyorum. Tam Ağacamii'ni geçtim ki, gençten başka bi kestaneci önümü kesti ve " valla şimdi çok ayıp ettin, bak yanlış yerden almışsın kestaneyi, bi daha olmasın bak" diye sitem etti sanki beni tanıyormuş gibi, ben de "tamam ya yarın da senden alcam " diyerek gülümsedim. Benim bu sokak satıcılarına hayranlığım sonu n'olcek acaba, sokağa düşer miyim bilmiyorum ama çok komik oluyorlar yaa, hem n'apsın adamlar, bütün gün bin bir çeşit insanla muhatap olmak zorunda kalıyorlar, kolay iş değil, biraz şirazeleri kayıyorsa çok görmemek lazım.

fotoğraf şurdan

Salya Sümük Bir Arada !!!!

Bugün, her zamanki gibi bi güne başlamak için uyandım, duş aldım, kahvaltı yaptım, yatağı topladım, üstümü giyindim. Fakat bunları yaparken öylesine sakin ve duygusuzdum hatta güne dair hiç bi plan bile yapmadım, evden çıkacağımı bile düşünmedim otomatiğe bağladım, taaaki, tuvalete girene kadar. İşte o an pantolonumu ve ardından donumu indirip işemeye başladığım an, dünya başıma yıkıldı, bi ağlama krizi ama ne ağlama, durmuyor, çirkin bir böğürmeyle ağladıkça ağlıyorum. Sonra ağlayarak donumu toplayıp, elimi yıkamaya yöneldim, o sırada aynada kendimi, ağlarken, yüz halimi gördüm ve daha da ağlamaya başladım. Biraz daha böğürerek ağladıktan sonra burnumu sildim ve sakin ağlama moduna geçip, ayakkabılarımı giyip evden çıktım, siteden çıktım, biraz sakinleştim. Selmuş'u aradım, aslında n'aber, falan fıstık demek, biraz içinde bulunduğum üzüntülü ruh halimden kurtulmak için aramıştım onu ama onunla konuşurken bir kaç cümle sonra tekrar ağlamaya başladım, tabi O da korktu, n'oldu falan dedi, ona mı bişi oldu yok, buna mı oldu yok, şu mu canını sıktı yok, bununla kavga mı ettin yok, sebep yoktu, ben daha da ağlamaya başladım, "Selmuş sanki dünya başıma yıkıldı ve ben bu duygudan kurtulamıyorum" diyerek tekrar böğürerek ağlamaya başladım. Neyse O beni biraz sakinleştirdi, sonra O'na uğramamı önerdi. Ben de otobüse bindim, yol boyunca ağlama şeysinden kurtulamadım, yanımdaki çocuk rahatsız olup yandaki boş koltuğa geçti, bu sırada bi kaç kişi bana bakıyordu, benim gözümde gözlüklerim vardı ama yine de ağladığım anlaşılıyordu demek, bunlardan da çok rahatsız oldum ama yine de hiç bi şey beni ağlamaktan alıkoyamadı, bi süre sonra uyuyakalmışım ve ancak otobüs son durağa gelince uyandım, en son inip, Selmuş'a gittim, bi kahve içip çıktım, biraz rahatlamıştım ama ordan çıkınca yine bana gelenler geldi fakat bir damla gözyaşım bile kalmamıştı akıtmaya, ben de vurdum Taksim'den tabanvaya taaa atölyeye kadar yürüdüm. Şimdi atölyedeyim ve çok yorgunum. Uzun bir yürüşüş olmuş şimdi hem gözlerim yanıyor hem de bacak kaslarım.


Uyuz kaşıntılar!!!

Bu kaşıntıların bir sonu olmalı zira bütün vücudum yara bere içinde, biri beni kazara çıplak görse, koca götüme göbeğime, selülitlerime değil en çok tırnaklanmaktan büyük büyük öbekler oluşturmuş, kırmızı, kahve, mor renklerdeki yaralara şaşırırlar. Onca yıllık hayatımda yaşadığım onca şeyin sonunda vücudum da sonunda dimdik, güçlü ve gururlu durmaktan direkt vazgeçemediği için böyle tepkilerle dikkatimi çekiyor ama ben oralı değilim ama tam üç haftadır kaşınmaktan açık yaralar oluşan vücudum bir yana, ara sıra gece yatıya gittiğim arkadaşlarım tiksinip beni eve barka sokmayacaklar ben ona yanıyorum. Acil anneme gitmem lazım. Biraz içinde bulunduğum şeylerden uzaklaşmam lazım, ama nasıl olcek o iş hiç bilemiyorum. Param olsa terapiye giderim ama yol parası bulup beleş terapiye (anneme) gidemezken şimdi lafını bile etmemek lazım gelir terapidir, rahatlamadır, falan filan.

Bu Şehir..

Bu şehir, dünyanın en güzel şehri,
Türkiye sınırları içinde tek yaşamak istediğim şehir,
Ben Bu Şehri usul usul yaşamaya çalışırken,
Bu Şehir beni çok fena tüketti.
Hayallerim vardı bu şehre dair,
beklentilerim, heyecanlarım.
Öğrencilik yıllarımda yazları gelip,
Yaşadığım, çalıştığım, paylaştığım,
Musti'nin ve Selmuş'um hayatlarına sokulduğum,
onlarla yaşadıklarımla hayatı anlamlandırdığım, şehirdi Bu Şehir.

Şimdi burdayım, hayallerimin şehrindeyim,
sürekli üzüntü içindeyim, hep çözmem gereken problemler var,
sonu hiç gelmeyen karmaşık, insana dair, başka başka insanlara dair, başka başka sorumluluklara dair problemler;
Hep onlarla boğuşuyorum, bir yandan sürekli yollardayım, ordan inip oraya, ordan buraya yetişmeye çalışıyorum, kalabalık taşıtlarda kendime yer arıyorum, uzun yollara dayanıyorum;
bir yandan da sürekli bi yerlere paralar ödemek için çırpınıyorum, hep bi eksik kalıyor, borçlandıkça borçlanıyorum, hiç para kazanamıyorum. Hayat Bu Şehir'de aleyhime oyunlar oynuyor bana; çok yoruldum, düşsem düşemiyorum, kalksam tam dikilemiyor, meydan okuyamıyorum, tek bildiğim bütün bunlar beni çok üzüyor, yoruyor, beni kendimden uzaklaştırıyor.
Bildiğin yorgun bir insan oldum. Hayat anlamsızken, anlık yaşadıklarımızla avunuyorken, anlık yaşananlar da büyük hezeyanlar ve büyük yükler içinde beni ezmeye devam ediyor, işin içinden çıkamıyorum, yardım kabul etmiyorum, yaşadıklarım dışında bi şey gerçek gelmiyor, zor durumdayım ama sesim gene de bu kadar çıkıyor, sadece çok yoruldum diyebiliyorum.
Artık Bu Şehir'de yaşamak istemiyorum, burası yorgun, umutsuz, yalnız, parasız, dertleriyle tek başına baş etmeye çalışanlar için uygun bi yer değil. Burda yaşadıklarım hayallerimde yoktu, üzüntüler hep vardı ama burda katlandıkça katlandı, evet Bu Şehir'de yaşamak içimden gelmiyor artık, gerçi hiç bi yerde yaşamak içimden gelmiyor artık. Sessiz bir depresyonun içinde yuvarlanalı çok oldu sanki ve Bu Şehir'de yaşamak için yeterli enerjim yok artık, kendimi çok yaşlı hissediyorum, yorgun hissediyorum, sanki Bu Şehri tüm sorunlarıyla kendi dertlerime katık etmiş sırtımda yaşıyorum ve evet ben çok yorgun bir insanım....


rutine dair....

Sabah kahvaltısı olarak esnaf lokantasında yemek yedim. açlıktan bayağı şey olmuşken, bankaya baktım, belki maaş erken yatmıştır umuduyla ki cebimdeki 5 lirayı da akbil doldurmak için ayırmışken zira, beylikdüzü-sultanahmet-eminönü-koşuyolu-beylikdüzü istikameti cebimdeki bütün paramı akbile yatırmama neden oluyor bu aralar, neyse, sonra bakiyeye baktım, maaşın yatmamış olduğunu fakat faturalardan artan bi 50 lira kaldığını gördüm ve sevinçle parayı çektim. İşte sonrası da yazının başında belirttiğim gibi, esnaf lokantası, enfes bir yemek ve şu saate (19.04) kadar tok kalma duygusu çok şahane.

Artık yollara düşme vaktidir ağırdan, son bir kez wc'ye gidilecek, sonra atölye toparlanacak, her şeyin fişi çekili mi diye üç dört kere kontrol edilecek, sonra bi kere tekrar atölyenin kapısına dönülüp, kitlemiş miyim diye kontrol edilecek, elimdeki kağıt çöpü, çöp bidonunun yanına iliştirilecek ki kağıt toplayıcılar tarafından alınsın, sonra da gidilecek yollar, görülecek işler bitip de eve ulaşılınca, bi duş alıp, bi şeyler atıştırıp, cuppa yatak olayı ile gün sonlanırken, bugün atölyede tatminkar işler yapılmışsa eğer, onun huzuruyla uykuya dalınacak, ne sıkıcı yaa.......

Ötmek istiyorum viran bağlarda...

Tam Ortasındayım...



Bunu dinliyorum kaç günlerdir. Ben ilkokula giderken, trt'de gösterilen MFÖ konserlerini dedemin kasetçalarını kullanarak kaydetmeye çalışırdım, tabi o zamanlar kablo yok bağlantı yok, koyardım boş kaseti, açardım tv'nin sesini, sonra record tuşuna basıp nefes bile almadan kaydolmasını beklerdim, o an kulağımızla duyduğumuz her ses de o şarkılarla birlikte kasete kaydolurdu ve bu yüzden sürekli herkesi azarlardım, ses çıkarıyorlar diye, özellikle anneannem çok çekmiştir benden, hiç bi şey yapmasa, illa bi ses çıkartacak bi şey başına gelirdi, ben kıyameti koparırdım, sonra "yavrum ben yapmadım"diye yeminler ederdi, o zaman ben kendimi yerlere atar tepine tepine ağlayarak yaa sussana anneanne yaa, hep senin sesin kaydoldu şimdi diye ortalığı karıştırırdım, sonra dedem gelir beni yerden kaldırıp teselli ederdi. Anneanemi fırçalardı. Ama anneannem yine bana hiç küsmezdi, yine gelip sarılır, öperdi, tüm hırçınlığıma rağmen. Şimdilerde aklıma geldikçe üzülüyorum keşke anneanneme böyle davranmasaydım diyorum, nerden bilirdim ki, bir gün internet denen zavazingodan istediğim zaman bunları dinleyebileceğimi.....

Bi Simitten nerelere.....

Biraz önce şahane bi kahvaltı ettim amma lakin simitsiz geçen kahvaltıya kahvaltı der miyim ben(?) Demesem ne fayda, sanki hayatımda bi simit eksikmiş gibi davranmam da benim zavallılığım işte.

Şu an simitsiz kahvaltı ediyor olmam'(dan geldiğim nokta da içler acısı tabi), istediğim hayatı yaşayamamam, hep ofsayt pozisyonlarda olmamın tek suçlusu dedemdir. dedem bana savaşmayı öğretmedi ki, hep "sulh içinde olun yavrum, kötülük edene siz iyilik edin yavrum, zalim olmayın yavrum" diye diye beynimizi sikti. Şİmdi de savaşmayı bilmeyen, hayata karşı taktik geliştiremeyen, planlı davranamayan bi aptala döndüm. Tabi dedem nerden bilebilirdi ki, insanoğlunun da gelişip, değişmeye devam edeceğini, daha da şeytanlaşacağını, onun bildiği tek savaş kurtuluş savaşıydı.

Ama en azından bunu farketmiş olmam da benim gibi bi mal için bi gelişme. Şİmdilerde, zalim olmamak adına ki n'apalım böyle büyütüldük, bazı şeylerin asgaride halledilmesini beklemeyecek kadar aceleci olmadan ki bunca zaman beklemişim, doğduğum ülkeye gitme ve bi süre orda yaşama planları içindeyim. Hayatıma bi reset atıp, yeni programlar yükleyip, bi birey olup kendi hayatımı kurmadan da ordan dönmemeyi kendimin borç hanesine yazdım bile, tabi hayat bana daha yaşayacak zaman verdiyse, bunu başardığımda, yani doğduğum yerde sabah için alıştığım simitleri bulamayacağıma eminim ama yerine başka bi şey mutlaka bulacağım, hayatımın başladığı noktaya geri dönmek şu anki pozisyonumda bile içimde bi kıpırtı oluşturmaya yetiyoru.


mallıktan n'aptığını bilememe hali...

Kendime o kadar boş verdim ki, gece gece eve gelip dünyanın yemeğini yedim, üstüne bi saat pacman oyunu oynayıp zamanımın amına koydum, şimdi de dişlerimi fırçalamadan uykuya vermek üzereyim kendimi, öyle ki, lap topu bile ÖB'nin yattığı tarafa iteleyivereceğim. hatta şimdi aklıma gelen, şu sıralar yıkama işlemi bitmesi kuvvetle muhtemel olan bulaşık zavazingosunu kapatmaya bile gitmeyecek ve sabaha kadar o kırmızı düğmesinin yanmasına izin vereceğim lakin gece bi kaç kere kalmak artık elzem olduğundan aklıma gelen ilk gece kalkışında kırmızı düğmeyi kapatırım herhal neyse ben uykuya gider.......

İYİ GECELER......

Nina Zilli feat.Giuliano Palma - 50mila


Selmus sayesinde tanıştığım bu şarkı, şimdi ucuz şarabıma meze oluyor, amına koduumun hayatı güzelleşiyor......


Ucuz şarap, dünyayı güzelleştiriyor.....;Nunc vino beautifies mundi........


Güzel günler bizi bekler.....



Yıllardır geçen günlerimize ağladık,
boşa çektiğimiz küreklere, emeklerimizin kül oluşuna,
hayatta bir sokak kedisi kadar kimsesiz olduğumuzu hissetmemize falan filan....
Kaç gündür bu meseleleri düşünüyorum, etrafıma bakıyorum, arkadaşlarıma bakıyorum,
hepsinin en az bizim kadar yalnız olduklarını görüyorum.
Hayatta vicdan sahibi olmanın ne kadar büyük erdem olduğunu anlıyorum.
hayatın kendisi vicdansızken, merhametsizken, insanlardan bunu beklemek
büyük bir iş olur diye düşünüyorum.
Herkes büyük bir varolma yarışı içindeyken, sadece kendini düşünürken,
bencil bir insana dönüşüyor.
Bizim Fatma Girik'i düşünüyorum mesela,
o bu hayattaki en yalnız bırakılmış insanken,
merhametli ve vicdan sahibi ÖB hayatına katılıyor,
ve bu kimsesizliğinden kurtuluyor.
Şİmdilerde ise ben de ÖB'ye eşlik ediyorum.
Bu dünyadaki en zor hayatı yaşıyor olabiliriz ki bu da göreceli bir duygu olabilir.
Bu sabah, kendimizi gerçekten çok yalnız hissederken, birden umutlanıyorum,
düşünmeye başlıyorum,
Zekamız ve insancıl duygularımız sayesinde,
ve biraz da kendimize olan özgüvenimizin eşliğinde,
Aslında Hiç bir zaman bizimle olmak istemeyen,
ve bizimle iyi kötü şeyler paylaşmak istemeyen kimselerden,
medet ummaktan vazgeçmemiz gerektiği kanısına varıyorum.
Çünkü aslında ben yalnız değilim,
ÖB yalnız değil, Bizim Fatma Girik yalnız değil.
Kendimizi yalnız olarak addetmek,
kendimiz küçümsemek, hakkettiğimiz değeri,
kendimize yakıştıramamak ve
şimdiye kadar yaptıklarımızı küçümsemek olur diye hissediyorum.
O yüzden benim hala umudum var,
Bazen yorgunluktan, gösterdiğimiz insanüstü çabadan,
umutsuzluğa kapılıyoruz, sonra hırçınlaşıp,
sağa sola saldırıyoruz, başkalarından yardım eli bekliyoruz,
beklentilerimiz karşılanmayınca da, daha da saldırgan oluyoruz,
kendimizi daha da yıpratıyoruz.
Halbuki kimseden bi beklentimiz olmamalı,
kimseyi sahiplendiğimiz dertlerimizi paylaşmaya zorlamamalıyız,
bu davranış da en az hayatta yalnız bırakılmak kadar bencil ve merhametsiz, faşist bir tavır olur ki bu da gerçekten bizim kendimizle çelişmemize sebep olur.
Bu sabah büyük bir umutla uyandım. Zihnim bütün saçmalıklardan arınmıştı, belki deliksiz bir uyku çekmenin sayesinde kendimi güçlü , mutlu ve umutlu hissiyorum. artık yaşamaya devam diyorum, kızgınlıkları ve gereksiz her şeyi bi arkada bırakmak gerek diyorum.....
hadi bakalım....:))))

Uykusuz!!!

Saat şu an tam olarak 00.46 aslında eski saate göre 01.46 ve bendeniz şaşılacak derecede uykusuzluk çekiyorum. Bir yandan da sol omzum sırtıma kadar tutulmuş vaziyette acılar içindeyim, uyusam unutacağım acımı ama uyku yok, kronikleşmiş bir tutukluk var onun yerine.

Eskiden uykusuz gecelerin ilaç programı diye tv şeysi vardı artık şimdilerde onlardan da yok, ya da var da artık bana ilaç gelmiyor. Beni ancak uykusuz gecelerin ilaç blogları kurtarır diye düşünüyorum ve biraz önce bu kaydı yazmazdan önce yaptığım gibi, "next blog" diyorum, gerçi o iş de beni bu kayda sürükledi ama olsun.Hadi ben kaldığım yerden devam edeyim ilaç bloglar gezime...

Atölye demek, hayat demek......


Bugün bunu dinliyorum, kaç tekrar oldu bilmiyorum. Böyle beni asi bu ruh haline soktu, hoşuma gittim o şu an hissettiklerim.....

Sor Bana Pişman mıyım (?)


Bu şarkıyı dinleyince, kendimi iyi hissediyorum, genç hissediyorum, sanki istediğim bi şehirde istediğim gibi yaşıyormuşum gibi hissediyorum, özgür hissediyorum: Melodisi beni yirmili yaşlarıma götürüyor nedense, sıkışmışlığımdan kurtarıyor, yüzümde bi tebessüm oluyor, o yüzden de bugün bütün gün bunu dinledim. Ne saçma dimi yaaa...

kusmuk


Kadın, pikaba, bi plak koydu, plak dönmeye başladı, kadın cama doğru gitti, gözlerini camdan dışarı dikti, öylece çok dikkatli bi şekilde bi şeye bakıyormuş gibi oysa sadece bakıyordu ama hiç bi şey görmiyordu, bu sırada midesi bulanıyordu, pek fazla bi şey yememişti ama yine de yedikleri yemek borusunda dışarı çıkmayı bekliyordu sanki. Dinlemekte olduğu müzik bile midesini sakinleştirememişti. Kusmayı hiç sevmiyordu, çünkü sonrasında çok yorgun düşüyor ve ağzındaki acılık günlerce devam ediyordu. Ama bi yandan da bu bulantı ataklarına engel olamıyordu, bi kussa rahatlayacaktı lakin tutuyordu kendini. Çok uzun süre tuttu kendini ama sonunda bıraktı, kusmaya başladı olduğu yerde. Kustukça kusuyordu, midesinde bir şey de yoktu ama çıktıkça çıkıyordu acı bi şeyler, öğürmesi hiç kesilmedi, sonra kadının kusması hafifledi, artık sadece salyalar akıyordu ağzından, burnundan, çok yorgundu, plak çoktan susmuştu, öylece kalakaldı midesinden çıkan acılıkların içinde.

Ne Pazar'mış Bu Pazar ama!!!

Bugün handakilerin otuz iki kısım tekmili birden, Pazar dememişler, tatil dememişler, gelmişler. Tabi hal böyle olunca, hafta içi bir günmüş gibi geçiyor tatil günü de. Bi ağlamak lüzum etti lakin dakka başı ya kapıya biri geliyor ya da sesleniyor. Ben de kalktım meydana doğru yürüdüm, öyle ki gözyaşlarımı zor tutuyorum, neyse çıktım yukarı, yöneldim Sultan Ahmet Camii'ne , hani maneviyat falan arayışım da yok, hep yaptığım gibi, camiinin ilk giriş merdivenlerinin en kuytu köşesine ilişip, usul usul dökücem içimi ama ne mümkün, işte öyle bi yer ararken, caminin merdivenlerinde bile oturacak yer bulamayınca, etraftaki yerli yabancı turist kalabalığını farkettim, tırıs tırıs çıktım avludan ve tabii bu sırada bu duruma da içerlemiş olacağım ki, o ana kadar tuttuğum yaşlar, hızlı hızlı süzülmeye başladı gözlüklerimin altından. N'apalım olan oldu bi kere deyip, boş bulduğum bi banka çöktüm ve o an o bankın neden boş olduğunu da çözdüm: güneşin alnında kalmıştı öğle vakti, o yüzden kimse oturmuyordu ama ne çare zaten benim içim öyle bi yanıyor ki, bu sonbahar güneşi neylesin bana diye düşündüm. Uzun bi süre oturdum öylece güneşte ağlaya ağlaya sonra yoruldum ağlamaktan, sıcaktan da uykum geldi, döndüm geldim atölyeye bi uyumuşum ki bu saat oldu yeni kalktım. İyi geldi uyku, sabahki sakinliğime tekrar kavuştum "Bu Pazar".

Çomak

Duygulara çomak sokmamak gerek zira insanın canını çok acıtıyor, bi yerinin kesilmesinde ya da yanmasından daha çok ve daha derinden!

Duygularımı, bir şarkıda da dediği gibi sandıklara kitlemek ve kilit üstüne kilit eklemek istiyorum....

Yıllardır geçirdiğim en güzel Pazar, bu Pazar hahahah!!!

Hava çok güzel bugün, insanı bunaltmayan bi güneş var, hafif serin, şahane bi sonbahar sabahı, yollar boş, hatta o kadar boş ki yarım saatte Bakırköy'de olabildim. Ordan hooop banliyö treniyle yeşillikler ve tuhaf araziler arasından Cankurtaran'a vardım, turistler daha kahvaltı yapıyorlardı, tatlı bi tatil kasabasında hissettim kendimi, ardından ben de kahvaltı olayına girdim.

Ne güzel dedim kendi kendime, insanın sabah kalktığında hiç bi yük taşımadan özgürce, ne istiyorsa onu yapması, düşünecek, hiç bişi olmaması, ve sadece kendisiyle ilglenmesi ve kendini düşünmesi, gerçekten de kendimi özlemişim. Ve gerçekten de ne güzel bi gün; yaşasın Bu Pazar!!!!

Nasihat

Benden çok iyi bi fotoğrafçı olurdu şimdiye kadar lakin enerjimi, aşk, sevgi uğruna benle hiç mi hiç alakası olmayan olaylar ve durumlar üzerinde yoğunlaştırdığım için olamadım. Ama başka şeyler oldum mesela, daha sinirli biri oldum, antidepresan kullanamadan sakinleşemeyen bir hasta oldum, o kadar çaresiz kaldığım anlar oldu ki, kendim için bulduğum çözümler kendimi dövmek oldu. Peki ne için, ne için mi, seviyorum ulen ondan işte. Peki ben aşkım için bütün bunlara dönüşürken, sevgim aşkım, hayatımda en çok değer verdiğim, n'aptı, evet beni hep çok sevdi, beni hep anladı, hak verdi, lakin pratikte bi seyirciden öteye geçemedi, ne yaptıysam kendim kendime yaptım ve bi allahın kulu da dur yapma demedi bana, buna sevdiğim, ailem ve daha da yakınlarım dahil.

Şİmdilerde ise, zaten yaşama karşı doğuştan isteksiz olan ben, zoraki yaşadığım hayatta da istediğim tek şeyi, iyi bi fotoğrafçı olmayı başaramadım ve bir gün ölürsem o anımda yaşadık ama en azından istediğimiz bi şeyi yaptık bile diyemeyeceğim. Oysa ki nelere, ne durumlara, ne parasızlıklara, ne tavizler boyun eğmiştim bu işin peşini bırakmamak için sonra itiraf ediyorum, bi şeye küstüm ve fotoğraftan uzaklaştım ve evlendim, evlenince beni çok seven birinin yanında daha yaratıcı, daha mutlu ve daha az yalnız hissederim, daha az kırılgan olurum sandım ama olamadım, evlenince her şeye küstüm, sonra işte bu durumdayım. Şİmdi bu işin içine beni bizatihi kendim soktum, yine kendim çıkartacağım, aşkım, sevgim, karnımı doyurdu ama ruhumu doyurmadı,bilakis ruhumu hasta etti, beni benden tiksindirdi ama bence hayatta aslolan da ruhun doymasıdır, insan bi şekilde karnını nasıl olsa doyurur!!!

Burdan genç kızlara , genç erkeklere bir nasihat vermem gerekirse, aşk karın doyurur doyurmaz bilemem ama ruhunu doyurmuyorsa ve birey olarak seni sana ezdiriyorsa , o aşktan hayır gelmez, en kısa zamanda uzaklaşıp, biraz acı çekerek de olsa , yaşanacak şu fani olduğu kadar acımasız ve kırıcı olan, çelişkilerle dolu hayatta birey olarak kendi hayatınızı, az acı ve az kırıcılıkla hatta az mutluluk, az huzurla geçirmek kimseye çok değildir.

Yağmurdan II


Ama tam rakı havası değil mi, sıcak bir ev, sıcak bi masa, insanın içini ısıtacak rakı, sıcak insanlar, sıcak bi sohbet, kelimeler ne kadar da baştan çıkartıcı geldi şimdi bana.... Ya da geç kalmış bi sonbaharı bize getiren yağmurdur baştan çıkartan bilemedim!

Yağmurdan....

Bu Küçükayasofya mahallesinde bi yağmur yağıyor bir yağmur yağıyor ki iki adımlık mesafedeki bakkala şemsiye eşliğinde gitmeme rağmen paçalarım, ayaklarım, sırtım su içinde kaldı. Bi de soğuk hava, eve nasıl gideceğim hiç bilmiyorum. İki gün sonra da anneme gideceğim, sözde kadın ameliyat olcak da ona refakat edeceğim ama sanki bana tam tersi olacakmış gibi geliyor, çünkü ne zaman anneme gitsem, daha yolda hasta oluyorum. Artık bunun bende gelişmiş bir refleks olduğunu düşünmeye başladım. Her ne zaman evime gitsem bi kendimi salıyorum galiba ondan, ama tabi bundan annem hiç hoşlanmıyor, her zaman dediği gibi yineliyorum burda da ama çok hoşuma gidiyor: "eşşoğlueşşeğin kızı her gelişinde hasta oluyorsun, ben sana demiyor muyum buraya hasta gelme diye....."

Gerçekten de hava çok soğuk ve ıslak, atölye sıcak ve kuru, aslında dün MKH bana demişti yarın yağmur geliyor diye ama ben tabi sabah pencerenin panjurunun aralığından sızan güneşe aldandım, zibidi gibi dışarı çıktım üstelik de kaç gündür giymediğim bez ayakkabılarımı da özellikle bugün giydim, artık hayırlısı diyelim, iki sederjin atalım, n'apalım.....

Rakı lazım bana!!!!



Şöyle, çılgın lezzetlerde mezeler yapsam, arkadan türk musiki eşliğinde hiç acele etmeden sofrayı hazırlasam, masada deniz börülcesi bile olsa, ardından dostlarım gelse teker teker, neşeyle masaya otursak, çok da kalabalık olsak, hepimiz aynı anda rakı kadehlerimizi tokuştursak ve gece uzuuun uzuuun bu tatlılıkta sürse, çok mu......

Masa da masaymış haaaaa!!!!

Adam yasama sevinci içinde
Masaya anahtarlarini koydu
Bakir kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasini koydu
Pencereden gelen isigi koydu
Bisiklet sesini çikrik sesini
Ekmegin havanin yumusakligini koydu
Adam masaya
Aklinda olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
Iste onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onlari da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanindaydi gökyüzü yaninda
Uzandi masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranin dökülüsünü koydu
Uykusunu koydu uyanikligini koydu
Toklugunu açligini koydu.
Masa da masaymis ha
Bana misin demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandi durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Edip Cansever

SENİ UZAKTAN SEVMEK AŞKLARIN EN GÜZELİ... AsK Parcasi

Varol Varol Varol ll

Bugün güne Duman eşliğinde başladım, bi iki photoshopluk işler vardı yarım kalan onlar halledildi. Şimdi birazdan, çaycının zehir gibi acı olan çayından bi bardak daha alıp, çekim için setimi kuracağım.

Aralıksız yaşamaya karar verdim bugün yolda gelirken, bütün bu olumlu duyguları, yol boyunca okuduğum Jules Verne'e borçluyum. Neden bilmem ordaki karakterlerin maceralı hayatları beni hayata bağladı, belki de zaten bi bağ arıyordum buldum.

Kaç günlerdir 37 yaşına gelene kadar neler yaşadım, değdi mi bu zor hayata karşı bu kadar inatla dik durmak diye düşünüp duruyordum ve hep aynı sonuca varıyordum: "Değmez ama ölmüyorum da " Ama artık şu fani dünyada ne kadar vaktim kaldıysa artık, ara vermeden yaşamaya karar verdim. Biraz kitap okumak gibi aslında hayat da, mesela yol ne kadar uzun olursa olsun okumaya başladın mı yolun ne kadar sürdüğünü farketmiyorsun, dikkatini yolun çekilmez şartlardaki uzunluğuna ve yoruculuğuna değil de kitaba veriyorsun ve yol sadece o sırada o kitabı okurken geçip giden bi şey oluyor.

Bir de bir kitaba takılı kalmıyorsun, birini bitirip birine başlıyorsun, ben bazen bir kitabı o kadar çok seviyorum ki bitmesin diye yavaş yavaş okuyorum, bitince üzülüyorum, keşke okumasaydım da şimdi okusaydım diye düşünüyorum ama çoktan okunmuş bitmiş oluyor. Galiba hayatta da böyle oluyor; bi şeye takılı kalmak da aynı kitabı sürekli okumak gibi , sonu belli, her sayfada ne hissedeceğin belli, çok sıkıcı ve çekilmez, mesela bu uzun yollarda hep aynı kitabı okusan yol uzun olduğundan da uzun, yorucu olduğundan daha da yorucu ve yıpratıcı olur. Belki de saçma bi temel üzerine kuruyorum hayata tutunma düşüncesini. Belki de ifade edemiyorum ama en azından kafamda tamam artık, yaşıyorsak yaşayalım, ve yaşayacaksak, kendi istediğimiz şekilde ve istediklerimizi yaparak, kendimizi nasıl rahat ve daha sakin hissedeceksen, ve hayatın akıp gittiğini farketmeyecek şekilde nasıl olacaksa o şekilde geçip gitsin işte.

Tabi şu an ki kararlılıkta ve tutarlılıkta olmak da hayatın kendisini yaşamak kadar zor benim için ama umud etmekten ve buna inanabildiğim kadar inanmaktan başka çarem yok.
,

Uzun ince bir yol......

Yol gözümde büyümekte, bi an atölyedeki şişme yatağı şişirmek geçti aklımdan, zaten eve gitcem saat olcak 23 sonra yatcam, 8 saat uyuyup geri buraya gelcem, yani evde 2 saat geçirmek için eve gitmiş olcam, ne kadar saçma dimi? Ama bunları düşünmemek lazım, insanlar evlerine giderler, duş alırlar, sevdiklerini görürler, dişlerini fırçalarlar ve yeni güne yeni kıyafetlerle başlarlar.........

Oburluk!!!!

Şu an itibariyle şeker komasına girmem an meselesi çünkü çekim için aldığım jelibon denen, böğürtlen şeklindeki, tadı da iğrenç mi iğrenç olan bir paket şekeri mideye indirdim. Ama hakettiler bu şekerler bunları; çektim çektim olmadı, bi türlü istediğim görüntüyü veremediler, ben de sinirlenip hepsini yedim, şimdi midem bulanıyor, önümde de uzun bi yolculuk var, n'apsam acaba, bi kahve içip mi gitsem bilemedim.

Ayy öyle kötü bi tadı var ki, bir yandan insanın midesini bulandırırken, bir yandan da ağzında sanki glikoz şurubuna bulanmış plastik bir şey yenmiş tadı bırakıyor, bu da nasıl oluyorsa sanki daha önce böyle bişi yemişim gibi! Galiba zihnimi de yordu bu iğrenç şeyler, çocuklara da akıl sır ermiyor, nasıl yiyorlar böyle boktan şeyleri?

En iyisi bi kahve yapiiim yola çıkmadan önce, hem midemi bastırır hem de ağzıma yapışıp kalan bu iğrenç tadı alıp götürür. Yol da yol değil amına goyim, üç saat git babam git, artık ayakta mı, bi yere dayanarak mı, yoksa hasbel kader oturarak mı bilinmez!!!

Kapanış müziği




Atölyede bu şarkı çalınca biliyorum ki saat 18.00 olmuş , atölye arkadaşım GÖ hanımefendinin eve gitme vakti gelmiş ve bizim hatun seksi hareketlerle şarkıya eşlik ederken bi yandan da iş kıyafetini çıkarıp yol kıyafetini giymeye başlamış; Bi kaç kere daha yine güzel hareketler eşliğinde yapılan dansın sonunda, GÖ hanfendiciiiimizz, " esenlikler efendim" dilekleriyle kapıyı açıp uzaklaşır.......

Argonaut


Bugün Jules Verne'den argonaut adlı hayvanı öğrendim, Kitapta öyle güzel betimlemiş ki, dayanamadım, işe gelir gelmez, ilk işim bu hayvana bakmak oldu:)

Jules Verne şöyle anlatıyor karşılaştığı bu "Hindistan denizlerine özgü yumrulu" argonautaları: "Bu sevimli yumuşakçalar hareket etmelerini sağlayan bir boru sayesinde, içlerine çektikleri suyu bu borudan dışarı atarak geri geri ilerliyorlardı. Sekiz dokungaçlarından, uzamış ve incelmiş olan altısı suyun üzerinde yüzüyor, palet biçimindeki diğer ikisi ise, hafif bir yelken benzeri, rügara karşı gerili duruyordu. Cuvier'in çok doğru olarak zarif bir kayığa benzettiği sarmal biçimli ve kıvrımlı kabuklarını tümüyle görebiliyordum. Bu kabuklar gerçek birer kayığı andırıyor, kabuğu salgılayan yumuşakçayı, hayvan işe hiç karıştırmadan taşıyordu."

* Jules Verne, Denizler Altında Yirmi Bİn Fersah, 2. Cilt, 4. Baskı, İstanbul/ Şubat 2010
İthaki 2003, Çec. Mehveş Sorkun, sayfa 22

Aynı zamanda Yine Jules Verne'nin yazdığına göre, eski Yunanlı ve Romalıların görüşüne göre, karşısına çıkan kişiye iyi şans getiren sevimli bir hayvanmış. Ve Aristoteles, Athenaios, Plinius ve Oppianos bu hayvanın zevkleri üzerine çalışmışlar.

Bir de Argonaut denince, Altın Postlu Koç olayı karşınıza çıkıyor onu da alın burdan Buyrun

illüstrasyon şurdan

Toplu ulaşımda bir ilk!!!

Üç vasıta değiştirerek gerçekleştirdiğim bugünki yolculuğumda bir ilk yaşadım. Şöyle ki, hem çok hızlı bi şekilde geldim hem de değiştirdiğim üç araçta da oturarak geldim. Hala şok içinde bunun bi yanılsama olduğu konusunda kafamda paranoyalar var. Hahaha acaba dün gece yaptığım sıcak duşun etkisinde miyim hala!!(?)

Varol varol varol!!!

Tamı tamına üç saat toplu ulaşım işkencesi sonucunda, eve ulaştım, ilk işim kendimi sıcak duşa atmaktı. Sıcak suyun altında burdan söylemeye utanacağım bir süre kaldım sanıyorum. Bu arada sıcak su, başımdan aşağı akarken, kemiklerim ısınıyor, gevşedikçe gevşiyordum. Hayat nedir ki diye düşünmeye başladım yine, bugün bütün gün yaptığım gibi; işte kafamdan akan sıcak su, şu an hayatımın en şahane zamanı, hiç bitmese, ben öylece sıcak suyun altında kalsam ama öyle olmadı, biraz sonra iyice gevşemeye başladım, yoruldum, küvete kendimi bırakasım geldi, sonra suyu biraz ılıttım, sonra yine ısıttım bu iş uzun bi süre aldı, yaşamak zordu, şu anlar da olmasa diye düşündüm, ölünce şöyle bi sıcak bi suyun altında hiç yorulmadan kalacağımı bilsem, hiç düşünmezdim burdaki şu hayatı yaşamayı diye saçma düşünceler geçti aklımdan, sürekli varoluşumu sorguladım durdum, öyle ki bütün gün bunu düşünmekten başıma ağrılar girdi, sonra sağa sola bişiler yazdım, netten tabii, sonra da bazı dostlarım benim için endişenlendi oysa ki ben tamamen genelleme yaparak hayatın anlamsızlığına verip veriştiyordum, üstüne üstlük de gerçekten mutsuz biriyim, bunun benim yaşadıklarımla, yaptıklarımla, yapmadıklarımla fazla alakası yok, tabi bu aralar aşırı yorgun ve gereğinden fazla hırpalanmış olmam bu duygumu güçlendirmiyor da değil ama gerçekten de hayat her zaman bana aşırı hırs yapacağım bi mecra olmamıştı öyle ki daha dokuz yaşındayken bile ölmeyi istemiştim de yine herkes bayağı endişelenmişti ben de çocuk aklımla buna anlam verememiştim. Tabi şimdi yetişkin bir insanım ve bu durumu çoktan bir matığa oturtmam beklenirdi benden ama kendim şahsen bu hayatta , bu hayatın kurallarına göre yaşamayı hiç becerememeş biri olduğumdan mütevvelli bunu da yapamıyorum, kafam farklı çalışıyor ya da çalışmıyor, bu kimsenin de suçu değil, bu tamamen benim kişisel meselem ve yaşadığım sürece de çözemeyeceğim meselem.

Mesela hep anneme kızmışımdır, her tartışmamızda onu bununla suçlamışımdır, beni dünyaya getirmeye karar verirken bana mı sordu diye, belki de 37 yaşında bi insanın hala bu şekilde konuşmaması gerekir ama nafile. Yarın benim de bi çoçuğum olursa ve bu dünyada olmaktan mutlu olmazsa ben ona ne diyeceğim, hiç bilemiyorum, bu varoluş sorunları, duygusal geçişler, mantığın yolunu kestiği anlar.... ey hayat deyip bu hiç bitmeycek ve n kadar cümleler eşliğinde devam edecek yazının anlamsızlığında boğulmaya devam edeceğim.....

Günün Özeti...

Birazdan eve doğru uzun bi yolculuğa çıkacağım, lakin yanımda Jules Verne de olacak, şimdi düşünüyorum acaba Taksim'e gidip çift katlıya mı binmeli yoksa, Tramvay-metrobüs- otobüs mü yapmalı. Galiba buna yola çıktıktan sonra karar verebileceğim her zamanki gibi. Şimdi ışıkları toplamalı, yani en azından ayak altından kaldırmalı sonra makineyi çantaya koymalı, ve yarına erken gelmeyi ve işe erken başlamayı umut ederek, yarınki çekilecekleri gözönünde bi yerlere sıralamalı, sabah da hiç vakit kaybetmeden çekime başlamalı ki zira sonra bugünki gibi, yüklenebilmiş üç fotoyla gün mal gibi kapanmasın. Gerçi, photoshop'ta çok iş çıktı bugün yoksa ben koyardım oraya on foto, bi de hiç haz almadığım bi şeydi yani çektiğim, sıçıp bokumu çeksem daha çok hoşuma giderdi o kadar yani. Ama yarın sevdiğim bi şeyle başlayacağım yani umarım öyle yapabilirim.

Uy uy uy aha!!!!!!!

sıkıntııııı!!!!!

Tatilden döndüğümden beri bi sıkılıyorum, bi sıkılıyorum ki sormayın. Üstüne bi de hiç bi bok yapamıyorum, çektiğimi beğenmiyorum, yaptığımı sevmiyorum, yapıp yapıp çöpe atıyorum. Tam seti kuruyorum bişi çekicem, çekiyorum, olmuyor ya da bana göre olmuyor sonra her şeyi ortada bırakıp, buzdolabına yöneliyorum, ne var ne yok yiyorum, kesmediyse ve daha işe gelmemiş olan varsa, gelmeden önce arayıp bi şeyler sipariş edip, işi gücü iyice serip gelecek yiyecekleri beklemeye veriyorum kendimi. Özellikle doktorun bu sıralar kilo ver dediği zamanda sanki inadına yemek yiyormuşum gibi bi durum sergiliyorum ama bunların bütün sebebi, çalışmak için yeterli motivasyona ulaşamamış olmamdan kaynaklanan can sıkıntı.

Şİmdi bunu yazıyorum ki belki yarın ya da başka bi gün okur da bi kendime gelirim. Tabi bu iyi niyetten öteye de geçemeyebilir.
Acil bi eylem planı lazım bana, yoksa, yoksa n'olur bilemiyorum, büyük bir kara deliğe düşmem an meselesi olabilir.....

tanju okan - koy koy koy

Hadi bakalım, İftara...

Sultanahmet meydanının yeni mi yeni, taş taş üstündeki haline ve belediyenin iftar için koyduğu sınırlı sayıdaki piknik masalarının iftara üç dört saat kala dolmuş olmasına aldırmadan, boş bulduğu yere kilimini seren insanımız, tam iftar vakti yanlarından geçen grup grup turisti de alıp, öyle oruç açmayı adet edinmişler. Ama bi görmelisiniz, onların da önlerine konmuş, börek, çörek, halis mulis ev yapımı sarmaları, dolmaları, pilavları, kızartmaları, salataları mideye indirmek için en az bizimkiler kadar heyecanla ezanı beklemeleri de çok sevimli, Yurdum insanı, ecnebiye de iftar yemeği ritüelini öğretti ya, daha ne demeli.

akbil mi elbil mi?

Şimdi durup dururken niye bu akbiller elbil (elektronik bilet) oldu anlamadım. Ne güzel diğeri pratikti, anahtarlığına takıveriyordun, çantada kolay bulunuyordu falan. Üstelik otobüse arka veya orta kapılardan binebilen şanslı yolculardan olduğunda, akbilinin takılı olduğu anahtarlığı elden ele uzatıveriyordun da, yol ödemesi için biiiplendikten sonra bumerang gibi kendi akbilli anahtarlığın eline geri geliveriyordu. Oysa şimdi, geri gelen elbillerden hangisi kimin, karışıveriyor, bi sürü tantana oluyor. Üstelik tasarım da tasarım değil, İstanbul gibi şahane bi silüete sahip ve bi sürü şahane özelliklere sahip şehrin elektronik bilet tasarımı bu kadar mı sıradanlaştırılır bu kadar mı ruhsuzlaştırılır, hiç beğenmedim.

Çapa'da işgüzar bi ekmekçi amca var, daha bu akbillerin değiştirilme teranesi yeni ortaya çıkmışken, hemen camına." işine son güne bırakma, akbillerini elektronik biletlerle değiştir" diye bi yazı asmıştı, iki gün önce de bi adam akbilini elbille değiştirmek istediğinde, haklı bi gururla adama, ellerini iki yana açıp: " bitti artık, yok," dedi, adam sonra:" doldur o zaman şu akbili" dedi, o zaman da : "o da yok kalktı" dedi. Dün yine mecburi istikametim olduğu için bu ekmekçi amcanın önünden geçerken, yine kuyruk vardı, eeee n'oldu, tekrar mı başladı değişime !
Ben ısrarla değiştirmeyeceğim, zaten metrobüslerin içindeki ekranlarda , şöyle bi yazı dönüyor " akbil uygulaması devam ediyor, arızalı akbiller, elektronik biletlerle değiştirilir", sanırım şu an talebi karşılayamadılar ve insanlar galeyena gelmesin diye her yere bu yazıyı yazmışlar, eee dün ekmekçi amca işinizi son güne bırakmayın diyordu ya, n'oldu haci(?)

Ha bi de bu mevzuu ilk çıktığında 6 TL veriyordun, akbilinin üstüne, şimdilerde ise bedava değişim oluyor, bakalım bi ay sonra n'olcak?!!!!!!
foto şurdan

Korkunç Pazar!!!

Şu Pazar günleri çok fena geçiyor, sırf Pazar zorunluluklarından bir an sıyrılabilmek için, bir kaç saksı aldık ÖB ile Cumartesi'den. Sonra eve gelip KORKUNÇ PAZAR'ı bekleyemeden, kaktüslerin saksılarını büyüttük, bir kaç parça koparıp kaktüslerden eski küçük saksılara yeni yavrular diktik. Derken Pazar oldu, gerçekten ikimiz de çok sıkılıyoruz, bireysel olarak evde vaktimiz hiç olmuyor, sürekli koşturmaca peşindeyiz, yapmamız gereken çok şey oluyor, büyük sorumluluklarımız, sonra akşam dokuzlarda, aynı mekanda birbirine hasret iki tip olarak melul melul bakışıyoruz ÖB ile, ama sadece bakışmaktan öte geçemiyoruz, kolumuzu kıpırdatacak halimiz kalmıyor, beynimiz de kazan...
Ben laptop'u alıp yatakta kendi tafafıma siniyorum, ÖB ise kendi tarafında elinde okuyacak bir şeylerle horlamaya başlıyor. Ertesi gün ikimiz için de yeterince hırçın ve yıpratıcı olacağı için ben de elimdekini yere bırakıp, uykuya veriyorum kendimi. Ay ne sıkıcı gerçekten de!!!!!!

Toplu Fotoğraf!!



‘The Hobbit’ten İlk Toplu Fotoğraf Görücüye Çıktı

Çok sevimliler, haber de ahan da şurdan

Çoluk Çocuk bitti!

Dün akşamki uzun eve dönüş yolculuğumda nihayet Patti Smith'in Robert Mapplethorpe'la arkadaşlığını ve birlikte yaşadıkları hayatlarını anlattığı kitabı bitirdim. Tabi kitap da beni bitirdi. Son sayfalar çok acıklıydı, Patti hayatının bir parçası olan bir insanın hastalanışını ve onu yavaş yavaş kaybedişinin o çaresizliğini o kadar iyi ifade etmiş ki, ağlamaktan geberdim, şu an bile gözlerim doldu. Ve malesef kitabın sonundaki şiiri okuyamadım zira burnum da bi yandan akmaya başlamıştı ve çantamda, cebimde, hiç bi yerimde kullanılmış bile olsa bi kağıt mendil yoktu. Kitabı kapattım, yanımdaki kız da huzursuz olmuştu, yandan yandan bana bakıyordu, n'oluyor diye; benim elimde kitap, bi yandan ağlıyorum bi yandan burnumu çekiyorum, tuhaf tabi, gecenin onunda herkes otobüste uyuklayıp, eve ulaşma hülyaları kurarken. Neyse ağlamam durmadı malesef, burnum da akmaya devam etti, sonra otobüse binmeden önce yediğim simidin hışırdayan kağıdıyla, inmek için otobüsün üst katından, iniş kapışına yanaşırken burnumu silmek zorunda kaldım, ulu orta. Eve gelince sevgilim ÖB'yi görünce daha da duygulanıp saldım kendimi, o da bişi oldu sandı, söyledim hemen, 'Mapplethorpe öldü dedim sanki bilmiyormuşum gibi. O da şaşkın şaşkın bana bakakaldı bi iki saniye, sonra da gülmeye başladı, n'apsın, o da n'apcanı şaşırdı. Sonra beni teselli etti, gülüşmeler eşliğinde. Kim derdi ki , o kadar fotoğraf tarihi derslerine konu olmuş yüzlerce fotoğraçıdan biri için bu kadar göz yaşı dökeceğimi, Ama bence ÖB de kitabı okuyunca bana hak verecek.

Payimaaaal pazar!!!!!

Zamanın nasıl amına goyarsın diye biri sorsa bana, Pazar günlerimi anlatırım ona. Pazar günleri zamanı payimaaal eden bir gündür, o gün hiç bi şey yapılamaz kayda değer, düşünüyorum da, ben çocukken de öyleydi; annem bizi hep Cumartesileri dışarı çıkarırdı, alışveriş yine Cumartesi, sinemaya gitmek, konsere gitmek, arkadaşlarla buluşmak hep Cumartesi'ye ayarlanırdı. Zira Pazar günleri, banyo, temizlik, çamaşır, ütü yapılır, okul için çanta hazırlanır, annem huşu içinde bir banyoya bir mutfağa koşar dururdu, bi yandan da tv'de bizimkiler dizisi açılırdı, bu karmaşanın içinde diziye kulak misafiri olunurdu. Ve kayda değer bi bok yapılmamasına rağmen, en erken yatmamız gereken gün de Pazar günüydü.
Şimdi geldim otuz küsur yaşıma, ben de annem gibi, evi temizlemek, bir banyo bi mutfak arasında koşturmak dışında bir de malum hastalıkla ilgilenmek, onu temizlemek, moralini düzletmek, dengeli beslenmesini sağlamak; eve haftalık mutfak ve temizlik alışverişi yapmak da ekli benimkilere.
Her hafta, sevgilim ÖB ile bu Pazar gününün bizim değerli zamanımızdan göz göre göre çalmasına seyirci kalırken, yeni haftaya da o kadar yorgun başlıyoruz ki, erken yatmak bi yana, resmen sızıyoruz. Gerçi bazı bazı da isyan edip, bu işler sırasında kendimiz biraya vurup, sıkıldıımm sıııkılllldımmm, naaraları atmıyor değiliz lakin böyle yapınca da hem ağlarım hem işimi yaparım durumu da oluşmuyor değil hani, ama züğürt tesellisi yapıyoruz n'apalım...

Patti Smith - Because The Night

Bir Simit Sarayının tombul ve kısa bir prensesiyim ben!!!!

Bugün açlığa dayanamayıp, her zamanki , kibar, nazik, ilgili insanların çalıştığı simitçiye girdim. Aslında uzun süredir gelmiyordum buraya. En son geldiğimde, yaklaşık bir ay önceydi, simitçi tezgahının ardındaki kız, kasadaki çocuk ve çaycı çocuk aynı anda gülümseyip, hoş geldiniz demişlerdi bana, hele kasada duran çocuğun tebessümü ve gözlerindeki ışıltı ve bana bakışları, ben siparişimi verip, tahıllı simit, peynir ve nutelledan oluşan kahvaltı tepsisinin, ve çay markasının ödemesini yapıp, çayımı alıncaya kadar hiç eksik olmamıştı.

Bugün ise simitçi anormal kalabalıktı. Her zamanki gibi kasadaki çocuk beni görüp uzaktan da olsa "hoş geldiniz"i çaktı hemen o sırada siparişleri alıp, tepsileri, yiyeceklerle dolduran tezgahtar kız da arı gibi çalışıyordu, ben de normal olarak sıramı bekliyordum ki, kasadaki çocuk, yerini bırakıp bana doğru koşarak ve yine ışıldayarak geldi, belli ki benim beklememe gönlü razı olmamıştı ve ben daha siparişimi vermeden "tahıllı dimi ", dedi ben de evet deyip gülümsedim. Böylece önümdeki bir düzine insanı aşıp kasaya ulaştım, en son çayımı alıp üst kata çıkmadan kasadaki kahramanıma bir gülücük atıp tekrar teşekkür ettim.
Aslında dünden beri kendimi çok mutsuz, değersiz, başarısız hissiyordum, beni almaya gelen sevgilimi de üzüp, atolyede ağlaya ağlaya saat 22.00'a kadar vakit geçirmiştim, Eve de geç gitmiştim hatta yolda evde rakı içip, kendime acıma planları yapmıştım, gerçi eve varınca beni beklediği gözlerindeki endişeden belli olan sevgilim ÖB benim bu halimi çok komik ve sevimli bulup bu işi makaraya alıp, beni de teselli edince biraz kendime gelmiş ve rakıdan vazgeçmiştim, bi iki kendime acıma gözyaşları eşliğinde atlatmıştım bu kötü duyguları ama sabah yine kendime karşı buruk bi duyguyla uyanmış, evdeki görevlerimi yerine getirip, kahvaltı yapmaya fırsat bulamadan yola koyulmuştum. Sonra sıradan hatta kıro bir simit sarayında amacım sadece kahvaltımı yapıp kendimi iyi hissetmekti fakat düşündüğümden fazlası oldui bir kahvaltıya tav olmuşken bir de kendimi ayrıcalıklı hissettim. Tabi bu arada uzun süredir ben bu simitçideki nazik ve ilgili davranışları, simitçide çalışanların kibarlığına veriyordum ama bu son bi kaç gidişimde orda çalışan birinin hayellerini süsleyen tombul ve kısa bir prensen olduğumu fark etmiş lakin kendime yakıştıramamıştım ki bugün ki olayla bunu tescillemiş oldum.

Bi yandan böyle bişi yaşamak, beni genç kızlık yıllarıma götürdü, bi yandan gereksiz bi şey diye düşündüm, bir yandan simitçideki platonik duygular yaşayana üzüldüm, bir yandan ben niye hep böyle komik ve bizarre işlerin baş kahramını oluyorum diye düşündüm.......

Yorgun İnsan!!!!!

Ne bildiğimi telaffuz edebiliyorum, ne de uygulayabiliyorum. Aptalın tekiyim. Zaten biraz ümit olsaydı, 38 yaşımdan haftalar almaya başladığım şu günlerde, hayatta bi bok olurdum. Babamın da yıllar yıllar önce dediği gibi benden anca bakıcı olur, keşke öyle bi meslek seçseydim bari bu durumum hobiden ileri gider üç beş kuruş sabit gelirim, sosyal güvencem ve emekliliğim olurdu.

Şİmdi ne fotoğraçıyım, ne bakıcıyım, ne mücellitim ne garsonum, ne aşçıyım, ne anneyim , ne babayım, ne evlatım, ne ...............

Sürekli bir sonraki adım için endişe ve panik yaşayan ve aynı duyguları ve olumsuzlukları etrafımdakilere de zerk eden bi piskopatım.

Kendimden hiç hoşlanmayan bi insanım, tam kendimi sevmek istiyorum ama yaşadığım hayat illa ki bişi çıkartıyor karşıma ve hemen duygularım değişiyor.

Yaşadığım hayattan ve kendimden çok bunaldım ve yoruldum. Kendimi unutmak için biraz her şeyden uzaklaşmak istesem onu da yapamıyorum , bunun için hem param yok hem de gittiğim yere kendimi de götürdüğüm için zaten gitsem de bi işe yararmaz heralde.

Yıllardır böyle yaşıyorum, artık orta yaşlı bir insanım ve çooook yorgunum.......!!!!

Bir Fotoğrafçı: Micheal Schlegel....

Eğirdir gölü 2010


Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha bu milleti onurlandırdı!!!!


Cannes Film Festivali sona erdi. Nuri Bilge Ceylan "Bir zamanlar Anadolu'da ile
Jüri Büyük Ödülü'nü aldı.



Erik Model Look!!!

Salı günü yürüyüşe başladım. Tam bi saat hızlı hızlı yürüdüm, sonra da yirmişerden üç tur mekik çektim, eve gelip duş aldım, kahvaltı olarak da yulaf ezmesine, biraz pekmez ve bi parça da beyaz peynir katıp onu yedim. Fakat istikrarım öğleye kadar sürdü. Öyle bir iştahım var ki, başkası benim yerime bu kadar yese 100 kilo çoktan olmuştu. Fakat ciddi bir tombul kuş havasında olmam da yüze merdiven dayarıma klavuzluk etmiyor değil. Sanırım antidepresanı bırakmam biraz buna sebep oldu, sonra düzensiz beslenmem ve abur cubursuz günümün geçmemesi ve bu sıralarda yiyecek içecek fotoları çekmem de bu iştaha yan etkenler oldu.
Şİmdi yarın ZÜ geliyor buraya, bu sefer de onun şerefine yiyip içeceğimden hiç kuşkum yok, lakin beni frenleycek tek şey de bu sıralar beş kuruşsuz olmam. Ama yürüşlerimi aksatmamayı düşünüyorum. Gün aşırı yürüyüşe devam edeceğim, sonra da su egzesizi yapabileceğim bir yer bulup bi yandan da ona başlamak isiyorum. Tüm bunları yapmak diyet yapmaktan daha kolay gibi geliyor bana. Tabii bu arada da bu dev iştahımı da bi zap etmeyi başarabilir ve normal insanın yemesi gerektiği kadar yiyebilirsem kendimi daha da şahane hissedebileceğim, ve geçenlerde SH'nin görünce beni hatırladığı şu üstteki karikatür kahramanıyla uzaktan yakından alakam da kalmayacak!!!:)))

Yol Boyunca....


Dün saçma bi kalabalık vardı yollarda, toplu taşım araçlarında. Saat 18.30 civarında Sultanahmet'e boş gelerek, buradaki yolcuları ilk olarak alan Cevizlibağ tramwayına binebilmek için önce duraktaki, mahşeri kalabalığın araca hücum etmesini ve durağın boşalmasını bekledim, ardından araca ben de bindim, ortaya, körüğe dğru ilerledim. Fakat bi kaç durak sonra sağım, solum, önüm, koca koca adamlarla doldu, beni ezmemeleri için yaklarımı iki yana açabildiğim kadar açtım ve sırtımı körüğe dayayıp, dizlerim öne atabildiğim kadar attım. Bu esnada, araçta klima çalışmıyordu, oksijen olabildiğince azalmıştı, sıcaktı ve benim görüş alanımda iki farklı kişiye ait birer kol ve ortada da koca bi göbek vardı ve yolculuk bitmek bilmiyordu. Sonunda Cevizlibağ durağına ulaştık, herkes indi, ben de tabi, fakat durak zaten çok kalabalıktı, bir de bizim tramvaydan inenlerle birlikte yine bir mahşeri kalabalık oluştu. Ben , boş durak koltuklarından birine kendimi zor attım, yoksa ben de, o insan seline kapılıp ilerleyecektim. Etraf biraz sakinleşince kalkıp, metrobüse binmek üzre, üst geçite yöneldim. Orda da bir üst geçit kuyruğuna sonra üst geçitten inme kuyruğuna sonra da metrobüs durağına girmek için akbil kuyruğuna girdim. Durakta normal olarak iğne düşecek yer yoktu, ben de en sonuna kadar yürürdüm, bir kırk dakka sonra bi araca binebildim, yine sıkış tıkıştı, ben bu sefer aracın körük kısmına girmedim zira bi önceki yolculukta klostrafobi sahibi olacak kadar daralmıştım. Körüğün ucunda bulunan oturma koltuklarının önüne yerleştim. Körükte yüzü bana dönük bi amca vardı., arkamda çok şişman bi abla vardı ki ben de hallice bi şişmanlıkta olduğumdan iki şişko birbirimize dayanarak yolculuk etmek zorunda kaldık. Metrobüs İncirli- Ömür durağına geldiğinde Körükte duran ve yüzü bana dönük olan amcanın telefonu çaldı, sonra amca telefonun diğer ucudaki şahısla, peynir muhabbeti yapmaya başladı, yok tuza basma, yok tenekesi kaç para yok o bize getirir mi bilmem ki, dur hesaplayalım, balkonda dursun , bi şey olmaz, yaz kış yenir gibi cümleler eşliğinde bu konuşma Küçükçekmece durağına gelene kadar sürdü. Bu arada amcanın ağzından da sigara ve çürük diş kokusundan oluşan mix karışım buram buram benim burun deliklerimden başıma başıma vuruyordu. Neyse ki inmeme üç durak kala konuşması bitti de ben de kokudan bayılmaktan kurtuldum.
Avcılara geldiğim vakit başka bir kalabalığa ve kuyruğa girme maceram başlamıştı bile. Bir an kendimi bırakmak ve ağlayarak bi köşede saatlerce oturmak istedim. Ama eve gitmek daha cazip geldi, zira iki buçuk saatlik, ter, ağız ve osuruk kokuları eşliğinde ayakta geçirdiğim bu yolculuğa otuz üç dakka daha dayanabilirsem eve varabilecektim. Ve ben de öyle yaptım.
Şimdi aynı kabusu bu gün de yaşayacağım ve yarın da ve hatta ondan soraki, ondan sonraki günlerde de , şu an içim daraldı, eve gitmek istemiyorum ve bu zamanlarda "ah ulan keşke ufak tefek bi arabam olsaydı" diyorum da sanki arabam olsa bu sefer de trafikteki manyak, öküz, görgüsüz, saygısız, su katılmamış mal değneklerine sinirlene sinirlene akıl hastası olma yolunda ilerlerim herhalde. Amaaaaaaaaan bu yolculuklar da yılan hikayesi, BİTMEZ....En iyisi şöyle Bakırköy semalarına doğru taşınmak ......

15 Mayıs 2011 Sansüre SÜr!!!!!!


Kalabalığı en iyi gösteren Video buydu, o yüzden bunu seçtim!

Video by Melih Kotbas

İkiye tek.....!!!!!!

Şu an, Teke tek'i izliyorum ve şaşkınlık içindeyim. Mehmet Aksoy bu programa katılmayı neden kabul etti, hiç anlam veremiyorum. Farklı dili konuşan insanların, birbirine bi şey anlatma çabası gibi, aldığı eğitim ve uzman olduğu konu sebebiyle farklı bir terminolojiye sahip bir sanatçının bu programda, bi şey anlatması sonuçsuz kalacak, Mehmet Aksoy bunun sonucunda çok yorulacak, şu an fark etmese de sinirleri bozulacak, enerjisini boşa harcamış olacak.

Öte yandan sanatçının eserlerinin fotoğraflarını gösterip, "Bak bunu güzel yapmışsın, bunu beğendim, bunu beğendim, bunu da beğendim ama bunu beğenmedim" diyen Murat Bardakçı denen Televizyon programı sunucusunu da , ayrıyeten hayretler içinde, ağzım bir karış açık, gözlerimi kırpmadan izlemekte ve dinlemekteyken, sanırım daha fazla izleyemeyeceğim ve kanal değiştireceğim, umarım Mehmet Aksoy da bu programı hemen terk eder, yoksa daha nelerle karşılacağını düşünmek bile istemiyorum, hayııııır yaaa!!!......


Ben beğenmedim!!

Geçen seneden beri, Sultanahmet meydanını trafiğe kapattılar ve yayalaştırma inşaatı başladı. Şu sıralar bu işler bitmek üzre ama anlamadım, yayalaştırma böyle mi oluyor, parkın sağında ve solunda kalan yolları parka katmışlar, her yer aynı düzlemde ve aynı taştan döşenmiş, her yer taş, çimento olmuş, bi tek parktaki ağaçların köklerinin etrafında bi avuç toprak bırakmışlar o da mecburen. Şöyle bi çimlere oturalım, yayılalım olayı kalmamış, hadi turist düşünülmedi, bizim gibi kitapsızlar düşünülmedi, eeee ramazanda millet ordaki çimlerde ailecek, iftar yapıyordu, valla müslüman cemaat de düşünülmemiş hiç. Her yerde taş taş üstünde, hiç beğenmedim!!
Ayrıca, dikdörtgen taşlar döşendi ve aradaki boşluklar da başka bi çimentomsu malzemeyle dolduruldu. Özürlü biri geçse ordan, ayağı takılsa, kotuk değneği takılsa o aradaki milimetrik boşluklara, o da hiç düşünülmemiş. Acaba peyzaj mimarları, şehir planlamacılar, bunların birlikleri, odalarına falan danışılmış mı???
Niye böyle oldu Sultanahmet yaaa, çok üzülüyorum, en kısa zamanda bu korkunç taş kardeşliğinin fotoğrafını çekip ahan da buraya koyucam ve daha önceki halini çekmediğim için de çok pişmanım çoookkkk!!!

bi biranın insana yapığına bak sen!!!

Günün bu saatinde bi bomonti yuvarlamak gibisi yokmuş, yanında da mücver, ohohohoh.., hava da güzel, sevgilim yanımda, evimiz temiz, yemeğimiz var ve akşama film partisi hazırlıkları tamam da sadece her yerde bomonti satılmamasına gıcık oluyorum, bi de kendimi yemekten alamamaya gıcık oluyorum. O şu an ilk içilen bomontinin güzelliğini yaşıyorum.....

Huzursuz Geceler!!

Dün akşam ekmek mayala, onu bekle, sonra fırını ısıt, pişir derken saat oldu sabahın Üçü, sonra eve yayılan ekmek kokusu sevgilimi uyandırmasın diye salonu ve mutfağı bir güzel havalandırdım. Zaten uykusuzluk ya da huzursuz bacak sendromu gibi bişi yaşayıyorum ve uyuyamıyorum, neyse dün gece yorgunluktan sızmışım artık. Bu sefer de uykumuzun en derin yerinde, uzaklardan bi yerden ÖB'ye biri sesleniyordu ama ben rüya olduğunu sanarak uyumaya devam ettim. Sonunda ÖB'nin bana seslenmesiyle uyandım, ona bakındım, yatakta yoktu, kalkıp sese doğru gittim. Meğerse ÖB'ninki yataktan kalkarken yere düşmüş ve kalkamamış, beraberce kaldırdık, çok korktuk ama, baktık bi şeyi yok, su içirdik, sonra normale döndü, hemen elma var mı olayına da girince canının yanmadığını anladık. Yatağa tekrar yattığımızda kalk borusu alarmı çaldı bu sefer de, walla artık ben uykusuzluktan bitik olduğum için, ÖB'ye vaadettiğim kahvaltıyı hazırlayamadım, kendimi, bi saat daha uyuyabilmek için yatağa gömdüm. Ama ÖB mutfaktaki süprizi mideye indirdikten sonra gelip ekmekler için teşekkür etti.
Aslında bugünü kendime tatil ilan etmiştim. Fatih pazarına gidilecekti SH ve NH ile ama NH mızmızlık yapınca daha ben otobüsteyken plan değişti, bana da atolyenin yolu göründü ancak otobüste uyuyakalmışım ve uyandığımda kendimi Taksim'de buldum. Salak salak indim araçtan, bilinçsiz bi şekilde İstiklal'den aşağı yürümeye başlamışım, kendime geldiğimde, Galata'daydım. Uyuyakalıp, yolumu uzatıtığım için kendimi cezalandırıp, atolyeye kadar yürüdüm ve tabii ki daha da geç kaldım. Sonra kendi kendime zaten bugünü tatil ilan etmemişmiydim diye düşündüm. Ve bir iki maillerime bakıp, resim yapma işine giriştim bugün, Escher'den bi reprodüksüyon yapmaya başladım. Bu resim yapma işi kendimi iyi hissettirdi bana, biraz rahatlamış ve kafam boşalmış hissettim. Hatta bakın blog yazma isteği bile uyandırdı bende. Galiba haftada bir günümü bu tip işlere ayırsam çok iyi olcak benim için.

Evden bir iki cümle...

Vay vay vay!!!!!! Blog yasağı mı kalktı nedir, canım bi an bloğa bi şeyler yazmak istedi ve kapalı olduğunu bile bile sevgilimin laptopundan bi deneyim diye girdim, tık açıldı, blogger. Acaba sevgilim de mi DNS ayarlarını değiştirdi, bilemedim, iş laptopu olduğu için sanmıyorum neyse yahu, başka bi şey isteseydim o da olur muydu acaba(?) Hahahaahh...!!!!
Neyse antidepresanı bırakıyorum yavaş yavaş ve ruh halim bi tuhaf ve kafam sanki olması gereken yerden on santim yukarda, dönüp duruyor gibi. Aslında sadece dozu azalttım, böyle böyle bi ay içinde bırakmam gerekiyor. Başlarken de çok zorluk çekmiştim, bırakırken de aynı işkenceyi yaşıyorum ama bu başlangıç ve bitiriş dönemleri arasındaki zaman çok faydalı oldu bana.
Şu anda sevgilim sosyal ağ isimli filmi seyrediyor, aslında beraber başladık seyretmeye ama ben sıkıldım ve izlemeyi bıraktım. N'apalım onun da animasyon seyrederken uykusu geliyor ve hatta horluyor. Biraz trip attı bana, sonra bu akşam işten gelirken ekmek yapmam için kepekli un, ceviz ve kuru üzüm almış ama ben hala hamuru mayalamadım, onun için de trip atıyor, çok üşeniyorum ya, n'apabilirim. Zaten kafam on santim yukarda, bugünüm çok verimsiz geçti, çektiğim hiç bir şeyi beğenmedim ve üç fotoğrafım stok sitesinden geri döndü. Uzun süredir ret cevabı almıyordum ona da canım sıkıldı. O yüzden şu an yarım kilo profiterol ısmarlayıp, hepsini yiyip sonra da uyumak istiyorum. Bir haftadır huzursuz bacak sendromu yaşıyorum ve çok uykusuzum. Saçımı da boyamam lazım ama o işi yapmayı düşünmek bile sıkıntı veriyor o şu an bana.
En iyisi ben küçük hareketlerle mutfağa gidip ekmek hamurunu yoğurayim ve sabah da kalkıp pişireyim. Hem bana bi hareket gelir hem de sevgilimin gönlünü alacak bi süpriz yapmış olurum.

Şeytan!!!

Bu sıralar etrafımdaki yakın arkadaşlarımın hepsi büyük sorunlar yaşıyorlar. Çoğu da sağlıkla ilgili. Onlarla en ortak noktamız da benim ve sevgilim ÖB gibi yalnız olmaları ve bu dertlerle yalnız baş etmek zorunda kalmaları. Bana o kadar tanıdık ki bu durum o yüzden onların yaşadığı bu durum sebebiyle şunları yazma isteği uyandı içimde; Dayının olması ama yokmuş gibi davranması, bacının olması ama sorunu göremeyecek kadar umursamaz olması, teyzenin, kuzeninin, abinin, halanın, eniştenin, amcanın... olması ama ...... gibi.
Genellikle erkekler; dayı, amca, kuzen , abi gibi yakınlıkları olanların, öncelikleri her zaman kadınlarının ve kendi çocuklarınındır, sana en yakın kimse olması ya da ondan başka kimsenin olmamasını hiç ziklemezler. Aslında bunu umursamamaya programlandırılmışlardır. Kimin tarafından derseniz, şeytan karıları, şeytan sevgilileri tarafından. Yani ben her zaman sadece bizim ailemizde var sanırdım bu modelleri ama şimdi fark ediyorum ki, etrafımız onlarla çevrilmiş durumda.
Ben bir kadın olarak bunları söylüyorum çünkü kadınları çok iyi tanıyorum. İsteyen her kadın şeytan olabilir. Mesela ben istesem olamaz mıyım, hem de alası olurum lucifer'in ama benim zevk aldığım bir konu değil bu ya da vicdanlı bir insan olarak doğmuşum ya da aslında ben böyle yularlı erkeklerden hiç hoşlanmam, hatta onları insan yerine bile koymam, saygım sevgim yoktur bu tip erkeklere , belki de ondandır, bir şeytana dönüşememem.
Her zaman anneannemin torunu olmuşumdur ben, o her zaman saflık derecesinde iyi kalpli bir insandı ve herkesi olduğu gibi kabul edip hiç şikayet etmezdi. Gerçi ben onun bu durumuna kızardım zaman zaman ama o zaman da anneannem özlü bi söz eder, taşı gediğine oturturdu. Şİmdi bu etrafımızdaki kötülere dikkat çekmek istediğim bu cümlelerimi yine anneannemin özlü bir sözüyle noktalıyorum:" şeytanın amı yaş, torbası boş olurmuş" O yüzden bırakalım bu modeller, amcukları yaş ama torbaları boş olarak bu hayatı yaşadıklarını sanıp, dursunlar!

Firar Etmesin Aklım Başımdan!!!!!

Kararsızlık!!!

bugün evde kahvaltı yaptığım halde, Çapa'da inip, sevdiğim simitçide büyük çay içip, ay çöreği yedim. Ben aslında simit cafelere çok sinir oluyorum ama buraya bi hayranlığım var. Belki de üst katını fazla gürültücü insanların kullamaması, müzik sesinin rahatsız edici düzeyde olmaması ve çalışan personelin, simit cafede çalışanlardan beklenmeyecek kibarlıkta olmaları olabilir.
Aslında otobüse binerken SH'ye gitmeye karar vermiştim ama otobüste panikle uyanınca, yine durağı kaçırdım sanıp hemen kendimi en yakın durakta inmeye çalışırken buldum. Tabi bu reflex bi hareketti ve inince de Taksim'e kadar gideceğim aklıma geldi ama iş işten geçmişti ben de uykum açılsın diye ve bütün haftasonu aklımı meşgul eden bi konuyu düşünmek üzre simitçiye attım kendimi zira zaten bu konuyu sonladırıp zihnimi özgür bırakmam lazımdı. Bu konu hakkındaki kararım doğrultusunda kazançlarımı ve zararlarımı tartmam lazımdı. Zaten sırf bu konuyu düşünmekten beyin amcıklaması olup, iki hafta önce kararlaştırılmış bi arkadaş toplantısının tarihini aklımda başka bir güne yerleştirmem yüzünden şunlar oldu; ben harıl harıl evde bu buluşma için beraberce yiyeceğimiz yemeklere son rötüşlerini verirken,telefonum çaldı ve ellerim yağ içinde çağrıyı cevaplamak için telefonu açtığımda karşıdaki ses "eee DŞ nerdesin, gelmiyor musun?" diyordu ve ben hala saf saf "nereye yaa" diye sorunca yine karşıdaki ses " aa inanmıyorum yaaa, sen bugün olduğunu bilmiyor musun" dedi; ben ayıp "anaaa , yarın diil miydi ya, ben de hala börek çörek yapıyorum yarına" deyince , karşıdaki ses de en az benim kadar hayal kırıklığı içinde " walla DŞ senden başka da kimse yanlış anlamamış, herkes burda, tam kadro, artık yaptıklarını oturur kendin yersin" dedi; tabi ben bi de herkesin tam kadro geldiğini de duyunca bi üzüldüm bi üzüldüm; sonra telefonu kapatıp, bi yandan ağlayıp, bi yandan hali hazırda pişmiş olanları ağzıma tepmeye başladım, sonra ÖB geldi mutfağa beni bu halde görünce bir şok da o geçirdi. Bu durumumun sebebini anlatınca o da "sen böyle şeylere çok dikkat ederdin güzelim, nasıl oldu bi iş deyince" ben daha da üzüldüm. Nasıl olacak, kafamda başka bir tilki dönerken ve ben o tilkiyle ilgili komplo teorileri üretirken oldu olanlar.
Neyse simitçide otururken kararımı verdim. Sonra annemi aradım, böyle böyle dedim, o da "tamam olur, sen bilirsin" deyince ben iyice rahatladım.Aslında bi karar vermek beni rahatlattı.
Olan bizim buluşmaya oldu, üzüntü ve kararsızlık sıkıntısı yüzünden ağzımda aftlar çıktı. Fakat bu işten tek karlı çıkan kişi de benim obur sevgilim ÖB oldu. Bi yandan benim halime gülüp bi yandan da " ooo artık üç gün evde parti yaparız biz bu yiyeceklerle" derken bi yandan da yaptığım lezzetli şeyler için "şöyle yeriz, yanına yumurta kırarız, çay yaparız, kahvaltıda da süper olur " diye planlar yapıyordu.

Karlar yağar, yağar yağar ağlarım,.....!!!

Bu yukarıya yazdığım başlık aslında bir şarkının nakaratı lakin hiç bir şarkıyı ezberleyemeyen bir hödük olmam bi yana bir de bilmediğim sözleri biliyormuş gibi uydurarak söylemem de çok fena bişi. O yüzden şarkının geri kalanını nokta nokta şeklinde yazıp, bilenlere bıraktım tamamlamayı.
Evet kar yağıyor, aralıksız hem de. Cemreler düşmüş ama mevsimler de amcırdı insanoğlunun vahşiliği yüzünden. Hava soğuk mu soğuk, üstelik bizim orası Trakya bölgesine daha yakın olduğundan dolayı, kar ve tipi birbiriyle yarışıyor. Kar güzel ama sıcak evinde, elinde sıcak bir bardak çayla ve fonda sakin bir müzik eşliğinde camdan seyredersen yoksa her sabah kalk, koştura koştura otobüse yetiş, otobüs kardan kıştan, küçük viteslerle, minik minik ilerlesin, saatlerce otobüs yolculuğu yaşa ve kırk tane araç değiştir, sonra gel buz gibi soğuk ve rutubetli atölyeye, sonra burda kıçın dona dona çalış sonra akşam uyku saatine anca yetişebileceğin yolculuk çilesini çek, sonra...... Amaaaaan neyse işte kar güzel bişi gene de , biraz iyimser orospu tadında takılalım bakalım, belki kandırırız kendimizi:))

"Hasta:Doktor neyim vaaarrrr?, Doktor: Neyin yok ki!!!!"


Yine grip oldum, evde yatacak yeri olmayan ben, dört gün boyunca kendinden geçmiş bi vaziyette yattım, sonra doktordan kaçış yok diye düşünüp doktora gittim, bi sürü ilaç alıp eve döndüm. Ve on günün sonunda, bugün ilk defa evden çıktım. Daha iyileşmemiş olmamın verdiği sersemlikle mi yoksa SH'nin "koca kadın oldun hala bi doktor yüzü görmedi şeyin, senin yaptığını köydeki Fadime yapmaz" aşağılamalarına bir son vermek için mi yoksa sevgilim ÖB'nin doktora gitmememe verdiği sitemlerden bunaldığım için midir nedir, sabah sabah kalkıp hemen doktordan randevu aldım ve bir tabumu daha yıkarak jinekolojik bir muayene oldum. Tabi gidene kadar on kere vazgeçtim, bi cafeye oturup, kendime kurbanlık koyun muamelesi yapıp, bi saat kadar kendime acıdım, sonra bu işin kaçışı yok diye kendime telkin verip, doktorun yolunu tuttum. Önce yanlış bi bölüme gitmişim, hemen içimden bu bana bir işaret galiba deyip, burdan atölyeye kayayım, sorarlarsa bulamadım döndüm derim diye düşündüm ama sonra SH'yi aradım, ondan azarı yiyip, tıpış tıpış doğru adrese doğru yönlendim, koca kadınım canım, SH haklı biraz kendime güvenli bir birey olup, bu işi yapmalıyım, çocuk muyum canım diye düşünmeye çalıştım sonra polikliniğe vardım, o kadar kalabalıktı ki, ordan bir an önce çıkmak istedim ama sağlık kartımı vermiştim, acaba gitsem de sonra mı gelip alsam kartımı unutmuşum desem diye düşünürken, soluk benizli , ameliyat kıyafeti giymiş bir kadın benim adımı seslendi, ben de ayağa kalktım, buyrun derken ben o sırada, allaaam ne de sevimsiz bir doktor diye düşündüm, odaya girince içerde güler yüzlü, beyaz önlüklü güzel bir kadın beni karşıladı, meğersem o gördüğüm soluk benizli, korku filmi karesinden fırlamış ve ameliyat forması giymiş kadın, bizim sevimli doktorun asistanıymış, neyse bunu anlayınca içime su serpildi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi işte: Korktuğum kadar ve hayal ettiğim kadar ilkel değilmiş bu muayene. Biraz acemi olduğumu hisseden doktor da bana gayet nazik davrandı. Ben de komutlara uyarak, işin çabucak ve kolayca bitmesini sağladım. Allahtan bir sorun çıkmadı, hiç bi şeyim yokmuş. Tabi bu muayenenin asıl amacı smear testiydi, şimdi onu da yaptırmış olmanın rahtalığındayım. Artık testin sonucunu beklemekten başka bi işim kalmadı. Ohhbeah, bi işten daha kurtulmanın hafifliğindeyim o şu an . Ve tabii ki bu testin öneminin de farkındayım.
Haa bi de bu yazıyı, illegal bir şekilde yazmanın kızgınlığını da belirtmek isterim. Yakında her boku el altından yapar olmak, her gün yeni bir yasakla karşılaşmak ve bütün bunlara rağmen, hala çoook demokratik bir ülke olduğumuza dair telkinlere maruz kalmak ne alaaaaa....!!!!

Dönüşüm muhteşem oldu!!!!

Yine blogu boşladım, halbuki seyahate çıkmadan önce, karar almıştım, yazmaya tekrar başlayacağım diye ama beceremedim, bi de kendimi zorlamak istemiyorum, bi şeye zorlayınca kendimi sevimsiz işler çıkıyor ortaya.
Uçak yolculuğum çok güzel geçti. Uçak havalanırken aldığım zevki sadece iyi bir orgazmda alabilirim diyecek kadar abartabilirim. Ve o anda, uçak havalanırken yüzüme yayılmış gülümseme , yanımdaki yolcuyu tedirgin edecek kadar sinir bozucuydu.
Güzel zamanlar geçirip döndüm.Ve hayatımda İzmir havalanında yaşamadığım bir durum yaşamanın şokuyla döndüm İstanbul'a; daha kapıda kuyruk vardı, yarım saat kadar elimdeki dokuz kiloluk ışıklarla ve tripodla, sıranın ilerlemesini bekledim, sonra check-in için ayrı bir kuyruk ve sonunda bir saatlik uzun bir bekleme saçmalığından sonra, iki saat önce geldiğim alanda, kalkışa on beş dakka kala uçağa bindim. Bu insanın başına gelse gelse İstanbul'da gelebilirdi ama söz konusu ben olduğum için bu da mümküm oldu.
İstanbul'a iner inmez gözüm sevgilimi aradı, gelemeyeceğini bile bile, sonra yine bir hayal kırıklığı yaşadım bile bile. Ardından gözlerim ÖB'yi aramaktan vazgeçti, bi taksiye atlayıp, atolyeme gittim, ışıkları bıraktım, biraz vakit geçirdim, hatta o gece atolyemde yatmak istedim ama neden sonra bu fikirden vazgeçtim. Yukarı tramvaya doğru çıktım. O sırada durağa gelen tramvayda, vagoların, gideceği yeri yazan kısımlarında, hoş geldiniz yazıyordu. Bunu görmek komik geldi bana, kendi kendime güldüm ve sesli bi şekilde hoş bulduk İstanbul dedim. Eve vardığımda bayağı geç olmuştu. Sevgilim beni özlemişti, ama yorgunluktan kapıda karşılanmadım ben de bozuk attım kendisine, ama zavallım beni beklerken uyuyakalmıştı ve ben de gerçekten eve çok geç gitmiştim. Ama yine de bozuk attım çünkü ona naz yapmak en sevdiğim şeydir.
İşte şimdi yine evle atolye arası gidip geliyorum, ha bire fotoğraf çekiyorum, sıkılıyorum, ağlıyorum, ama sonra yine devam ediyorum işime, para kazanmam lazım, hiç para kazanamayan zavallı bi insan olarak ölmek istemiyorum. Ölüm demişken, bu arada çocukluktan beri hep ölmek cazip gelmiştir bana ve hep ben uçarak ölmek istiyorum demişimdir, nasıl bir çocuksam artık!!:)) Ama bu yaşa geldim hala duygularım değişmedi hatta bu uçak seyahati tecrübesinden sonra bu duygu içime, aklıma, fikrime iyice yer etti.
Neyse işte şimdi MK'ye gitmem gerekiyor, zira kendisi beni bekliyor, o yüzden tükkanı kapatıp, çıkmam lazım.
Hadi bakalım....

Yolculuktan önce, bi iki satır bi şey....

Bu sıralar iki elimle bi şeyimi doğrultamıyorum. Kafam çok yoğun, sürekli planlar projeler içindeyim. Tabii ki yine blogu boşladım, yazmayı bıraktım. aslında anlatacak bi sürü komik ve trajik olaylar dizisi birikti ama benim için güncelliğini yitirdiği için yazmak angarya geliyor.

Yarın anneme gidiyorum, aslında kardeşime doğum günü hediyesi olarak gidiyorum hahahah:))!!! Tabi yanımda makinamı ve ışıkları da götürüyorum, bu sıralar işle yatıp işle kalktığım için bi dakka boş dursam suçluluk duygusuyla kendime eziyet çektiriyorum. Neyse artık bunca zamandır boş boş dolandığım günlere saymalı bu hallerimi.

Atölyeden de bir fire verdik. Sevdiğimiz saydığımız arkadaşımız MK kafa karışıklığı ve hayat memat meselelerini sebebiyle bizden ayrıldı. Bi kaç zamandır da aslında kafam bu durumu sindirmekle meşgul. Tabii bi düzen kurulunca o düzeni oluşturan bir halka bile ayrılsa insan sendeliyor. Ama insanoğlu her şeye alışıyor. Benim ve bizim G.Dinçer hanımefedinin bünyesi de buna yavaştan bağışıklık kazanmaya başladı.

Bu arada yarın ilk defa kendi başıma uçağa binicem. Aslında uçmaktan diil de , hani nerde nasıl davranırım, ay aman emniyet kemerimi takamam falan, oturacağım yeri bulamam, bagajımı kabine yerleştiremem gibi abuk sabuk düşünceler sebebiyle huzursuzum. Neyse G. Dinçer hanımefendi bana " bi iki kere binince kaşarlanırsın, endişe etme" dedi, doğru dedi aslında, sanki dilini bilmediğim yabancı bi havayoluyla başka diyarlara gidiyorum, en nihayetinde şurdan şuraya gidiyorum, dimi yani!!!

E o zaman bana iyi yolculuklar, artık yavaştan bloga geri dönme kararı almanın iç rahatlığıyla gidiyorum....

İş Güç!!!

Bu sıralar kendimi işime kilitlemiş durumdayım, bi gün programım aksasa ya da bilinçli olarak uyuyup kalsam sonra bütün hafta suçluluk duygusuyla dolanıp duruyorum. Gerçi işe karşı olan bu aşırı duyarlılığım bana yıllardır tutturamadığım bir ivme kazandırdı. Öte yandan her şeyi rölantiye aldım, yazmak, okumak, çizmek, kitap, defter cilteleme işlerini... Hatta bazen eve bile gitmediğim oluyor, çalışmayı tercih edip.
Bu motive halimi uzun zamandır kulladığım antidepresan ilaca da borçluyum tabii. Ama sanılmasın ki burda antidepresan reklamı yapıyorum. Sadece benim için bir tabu idi bu tip ilaçlar kullanmak, hatta inanmaz idim etkilerine ve kullananları da çok ciddi bir tavırla kınar idim.
Tabii benim de herkeste olduğu kadar önyargılarım var, bazıları zamanla kayboluyor bazıları uzun süredir benimle beraberler falan. İşte bu antidepresan da hayatımda ne kadar iyi ne kadar problem çözücü ve ne kadar anlayışlı , ne kadar akıllı, ne kadar mücadeleci olsam da değiştiremeyeceğim bir durumun sonucunda beynimde bi iki telimin yanmasıyla ortaya çıkan kokular sebebiyle başvurmak zorunda kaldığım bir çözümdür zira bu çözüm için de altı yıl kadar mücadele etmiş, direnmiş ve beklemiş olduğumu da hatırlatırım.
Neyse işte, şimdilerde işle haşır neşirim hatta öyle ki sevgilim ÖB'nin tatil tekliflerini bile geri çeviriyorum. Gerçi bi kaç kere daha sevgilimin tatil planlarını ciddiye almazsam, dört yıldır tatil yapamamış ve antidepresan kullanmadan, benimkiyle aynı olan hatta daha yakın olan çözümsüz ve üzücü durumla başedebilen bu adamın beynindeki bütün sinir telleri yanacak ve ben de hayatım boyunca bunun suçluluk duygusunu üstümde taşıyacağım, allaaam nasıl bir senorya yazdım ve o şu an kendime şaştım.
Neyse tatlı konuşalım, tatlı yollaşalım, ben en iyisi bi es verip, bu tatil olayını bi düşüniiiin diyorum ve huzurlardan ayrılıyorum.
illustrasyon şurdan