RSS

TADİLATTAYIM!!!

BAKIM, ONARIM, YENİDEN YAPILANMA NEDENİYLE BLOGDA VEREMEDİĞİM RAHATSIZLIKTAN DOLAYI BLOG SAKİNLERİNDEN ÖZÜR DİLERİM!!!

Dedeme Gidiyorum!!!!!

Evet bugün dedeme gidiyorum. İŞimi gücümü ancak ayarlayabildim. Ve ancak dün akşam bilet için rezarvasyon yaptırabildim. Sevgilimin ısrarlarıyla Varan'dan şey ettim bu işleri ve bu sabah da biletimi almak için Beylikdüzü varan ofisine gittim. Ben oraya vardığımda saat 07:50 İdi, on dakka sonra orta yaşlı ve diğer esnafların "günaydın hocam" demesine bakılırsa öğretmen emeklisi bir amca Varan ofisini açtı. Varan dışında Kontur, truva, aydın .. gibi firmaların da biletlerini satan bir acenta bu Yalnız bu öğretmen emeklisi amca sadece ofisin kapısı açabiliyor, zira bilet alacağımı söylediğimde, "arkadaş gelecek" dedi, Neyse bekledim de bekeldim. Saat artık 08:40 olmuştu. Sonra ben iyice sinirlendim sonra benden sonra gelen bi adam da sinirlendi, sonra bir kadın ve bir adam geldiler ve onlar da sinirlendiler. Ağız dalaşına girildi. Sonra bu hoca efendi tepkilere dayanamayıp, "gidin kardeşim başka yerden alın o zaman biletinizi" dedi. Ben de Tabi yaaa doğru zikerler varanı diyerek Nilüfer'e gidip 30 saniye içinde biletimi aldım, Ben elimde biletimi sallayarak Varan'ın önünden geçerken , bilet satışına bakan zat-ı muhterem daha teşrif etmemişti. Sonra orda geçirdiğim 40 dakkaya hayıflanarak, eşyarımı toplamak üzre eve geldim.

Bu sabah sabah yaşadığım nezaketsiz olay yüzünden uzun bi süre Varan'dan nefret edicem, gidin kardeşim biletinizi başka yerden alın dicem o hoca efendi gibi, yakınımdaki kimseye Varan bileti aldırtmıııcam. Yani İnsan geç kalabilir ama, o zaman oraya kapıyı açmak dışında bi şeylerden anlayan bi adam gönderilir. Ya da en azından mantıklı, müşteriyi tatmin edici cevaplar verebilecek, adabı muhaşeret kurallarına uygun cümleler kurabilecek biri gönderilir.

Ne üzücü ki İzmir biletlerimizi de Varan'dan almıştık:(( ARtık geri de veremeyiz, zira başka bi firmadan bilet bulmamız şu an imkansız!!!!!

Tam Tur Hikayesi!!!!

Geçen bi çekime gidiyorum. Beni Beşiktaş'tan alıyor SS arabasıyla. Sonra diğer arkadaşı da alıp önce kahvaltı yapmayı teklif ediyor ben de tamam diyorum zira daha vaktimiz çok çekim için . Karşıya geçiyoruz ve diğer arkadaşı da almak için iş yerine uğruyoruz. Arkadaşımız ÇS yanında iş yerinin temizlik görevlisi hanımla birlikte çıkıp arabaya biniyor. Arabayı kullanan SS soruyor ÇS'ye " hayrola bilmem ne hanımı nereye bırakıyoruz?" diye; ÇS de cevap veriyor "onun bankada işi varmış da bilmem ne bankasına bırakalım" diyor. Neyse bi süre sonra ÇS , SS ile sohbete başlıyor. Ben de olaylara uzak bi kişilik olarak kayıtsız dinliyorum onları. ÇS eski sevgilisinin ona tektaş aldığından bahsediyor; SS de neden yüzüğü takmadığını soruyor; ÇS de bu saatten sonra tektaşın anlamı olmadığını falan söylüyor; bi süre sonra bu iki genç bayan tek taş almış eski sevgiliyle kafa yapmaya başlıyorlar, bi ara SS " bari tam tur alsaydı o zaman takardın hahaaaa...." diyor. Bi süre bu tam tur aşağı tam tur yukarı muhabbeti dönüyor. Ben önce bu tam tur nanesini bir terim, bir marka falan sanıyorum sonunda bizimkilere soruyorum " nedir lan bu tam tur" diye. Meğersem her tarafı pırlantayla donatılmış yüzük oluyormuş bu. Ben yine bir iki saniye algılayamıyorum, sonra "haaaaaa....!! "diyorum"yani tamamen, yüzüğün tamamını taşlarla çeviriyorlar ondan tam tur yani haaa....." diyorum sesli bi şekilde. Bizim kızlar beni bildikleri için bunu çabuk algılayamadığıma şaşırmıyorlar ama arkada ÇS'nin yanında oturan görevli hatun kişi benim bu işi niye bu kadar geç algıladığımı kınama maksadıyla, "jeton yeni düştü günaydın" gibi bi laf ediyor ama ben önde olduğum için duyamıyorum. ÇS bunu duyuyor ama şimdi elemanıyla yüz göz olmamak için duymamazlıktan geliyor. Kahvaltı yaparken bunu bize söylüyor ve kadının densizliğine kızıyorlar bizim kızlar Özellikle de SS çok sinirleniyor. Neyse ben olaya gülünce kızlar da uzatmıyorlar.
Aslında o gün yaşanan diyalogun, reklamlarla bize pompalanan tüketim çılgınlığı sayesinde parası olanın da olmayanın da hayallerinin en üst köşesine oturan pırlanta yüzük çılgınlığının topluma yansıması olduğunu düşünüyorum ve pek tabi ki benim böyle bi şeyden bi haber olmam ya da böyle bi metayla bir kadın olarak ilgilenmemem da kınanması gereken bir duruma dönüşüyor . Belki de abla böyle bi yüzüğün hayalini kuruyor kaç zamandır. Onun da bir insan olarak bir kadın, bir dişi olarak buna hakkı olduğunun düşünüyor. Zaten o bunu düşünmeli. Tek taşları, tam turları, pahalı arabaları, lüks evleri, bol bol para harcamayı, kürkler giymeyi.... Bunlara özenmeli ki diğer önemli, hayatta daha elzem meseleleri düşünmemeli. Çocuğunun geleceğini, eğitimdeki eşitsizlikleri, asgari ücretin niye bu kadar düşük olduğunu, sağlık hizmetlerinin herkese eşit dağıtılmasının zorunlu bir gereklilik olduğunu, herkesin aslında asgaride , insani koşullarda yaşamaya hakkı olduğu düşünmemeli. İnsan olarak asgaride kullanması gereken elektriğin, suyun, gazın sürekli pahalılaşmasını düşünmemeli. O sadece çok parası olması gerektiğini düşünmeli, ve bütün bu önemsiz ve insanı insanlaştırmaktan uzaklaştıran şeylerin sahibi olmanın hayalini kurup hırslanmalı. Eeee tvler de 24 saat bunları pompalamıyor mu bize; dizilerde sürekli villalarda, hizmetçilerle yaşayan insanlar, lüks arabalardan inmeyen tipler, özel okullara giden çocuklar, parıl parıl parlayarak etrafta ışıldayan, mücevherlere bürünmüş kadınlar, üstüne de dizi arasında pompalanan reklamlar. Sonunda tüketim çılgınlığı, görgüsüzlük, tatmin edilemeyen egolar, karmaşa, hırs, ben de insanım, benim de canım var muhabetleri, ahhh bi para olsa ...mın koyarım, çatır çatır yerim, her bişiyden alırım, sosyete olurum, her nimetten faydalanırım ...mına goyim nidaları eşliğinde başka bi hayatla karşılaşıyoruz ve insanlıktan çıkıyoruz.
Aslında korkuyorum da bi yandan, bu para odaklı yaşamlar bir virüs gibi hayatımıza kıyıdan köşeden çoktan sızmaya, bulaşmaya başladı bence. Kıstaslarımız ince ve derinden bir taaruza maruz kalırken biz savunmasız bir sonraki atağın bizi daha fazla etkilememesi için direniyoruz. Ama yine içinde insani duygularını koruyan tiplerin her koşulda fark yaratacağını ve insanlık için her zaman umut olacağına inanmak istiyorum. Hatta inanmam lazım, ve hatta ve hatta inanıyorum ulan.

karikatür şurdan şey edildi

U.B.B.Y.B Ekmeği!!!.

İşte karşınızda Hüthüt kuşu'nun UBBYB EKMEĞİ!!!!!

Yalnız itiraf etmem gereken şeyler yaptım: Öncelikle üç bardak una tam bir bardak su koydum ve hamurum cıvık oldu biraz. Sonra bekleme süresine sabredemedim ve ancak üç saat bekletebildim sonrasında hamuru iyice mıncıklayıp on beş dakka sonra hafif yağladığım borcama yerleştirdim. Mini fırınımı max sıcaklıkta kırk dakkaya ayarladım, borcamın kapağını kapatıp fırına yerleştirdim hamurumu. Fakat çok fazla kabardı ve kapalı borcamın içinde üstü de kızardı. Sonra borcamın kapağını açıp bi on beş dakka daha pişsin diye fırını tekrar ayarladım. Bu sırada photoshoptaki işlere dalınca bi an ekmeği unutmuştum ki sevgilim "eee hani ekmek olmadı mı" diye yalanarak yanıma gelince "eyvah yandı ekmek" vahlanmalarıyla ikimiz birden buram buram kokular saçılan fırına koştuk. Ekmeği çıkrattık, sanki çok kurumuş gibi geldi bana. Ama soğuyup, kendini borcamdan ayırmamıza izin verince, hemen kestik ve tadına baktık. Tamamen acemi şansına tam kıvamında pişmiş olduğunu gördük, ne bir hamurluk kalmıştı ekmekte ne de sertlik ayrıca tadı da şahaneydi. Bir dahaki sefere eve kahvaltıya gelecek ilk konuk kafilesine cevizlisinden yapılacaktır duyrulur.
Bu arada tarif için Elif'e teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz!!!

Yeni hayat ve ilk kıpırdanmalar!!!!


Yeni hayatımda bloguma gereken önemi veremiyorum zira burda zaman ışık hızında akıp gidiyor. Sabah ne kadar erken kalkarsan kalk yine de evden çıkmak için hep geç oluyor ve hep bir telaş içinde, tıklım tıkış otobüslere binmek için içimden dualar ediyorum. Geçen gün de hayatımda ilk defa bir üst geçitten karşıya, metrobüs durağına geçebilmek için sıraya girdim. Arkamdakileri umursamadan, pandik yer miyim biri çantama dalar mı diye umursamadan kendimi merdivenleri tırmanan kalabalıkla birlikte senkronize bi şekilde koşarken buldum. İlk gelen metrobüse atladım, bir sonrakini bekleyip oturma planları yapanların aksine. Zaten yolları, durakları bilmiyorum bi de yanlış bi yerde inersem, doğru yolu bulmak için zamana ihtiyacım olabilir düşüncesiydi beni ilk gelen ve kapıları açılır açılmaz dolan otobüse binmeye zorlayan. Ama şikayet değil bütün bunlar. Hayata yeniden katılmaya başlamış bir kişiliğin etrafında olan bitenler sadece. Bu arada yeniden ışıkla oynamaya, flaşları kurup kaldırmaya, ışık ölçüp, makina tutmaya, deklanşöre basmaya da çoktan başladım. Hatta bugün bile bir çekimim vardı fakat teknik bir sorun sebebiyle yarına ertelendi.
Sevgilime gelince, artık birbirimiz çok az görüyoruz, bazen ben eve dönemeyecek kadar geç kalıyorum ve SH'de kalıyorum. Bu olağan dışı zamanlar dışında onunla evde buluşuyoruz akşamları. Bazen benden önce geliyor, yemeğini yemiş ve salondaki mor kanepemizde şekerleme moduna geçmiş buluyorum onu. Eğer ikimiz de çok yıpranmış ve yorugun değilsek bir iki saat sohbet ediyoruz, önceden açık olan ama şu an pimapenle kapatılmış balkonumuzda; ilk sohbet konumuz hep Fatma Girik oluyor. Onunla ilgili anılarımızı konuşuyoruz, gülüyoruz, sonra ikimizin de gözleri doluyor, özlüyoruz haliyle. Zaten iki odalı evin ikinci odasına ikimiz de yerleşemiyoruz bir türlü, Belki Fatma Girik'in odası olur orası diye konuşuyoruz ve atıl bir durumda, işlevsiz öylece duruyor o oda.

Bugünkü çekim yarına kaydı aslında iyi de oldu çünkü bu akşam bi de ÖB'nin yıllardır görmediği ve benim kadar yabancı olan kuzenine yemeğe davetliyiz. İkimiz de merakla E. Abiyle tanışmak için can atıyoruz zira ÖB'nin çocukluğundan beri görmediği ve benim de bir masal gibi Fatma Girik'den dinlediklerimle tanıdığım E. Abi bizim buraya geleceğimize sevinen yegane akraba olarak biz gelmeden bize ev bulan ve bizi büyük bir eziyetten kurtaran bir hero tadında bir kişilik benim için. Ve hatta akrabaya bakış açımı yumuşatan bir zat-ı muhterem de diyebilirim daha hiç tanışmadığım E. Abi için. Biraz abarttım galiba ama insan en yakınındakinden ilgi, sevgi, alaka, insanlık göremeyip de hiç tanımadığı bir kuzenden içtenlik, sıcaklık, büyüklük görünce böyle amcırıyo demekki!!:))) Zaten Bizim Fatma Girik'i de bayramda seyranda arayan tek yeğen olarak daha önce de nam salmıştır kendisi!! Aslında ilk biz davet etmiştik E.Abiyi ve eşini ,bir tanışalım, bir teşekürlerimizi sunalım diye ama onlar sıralamayı değiştirdiler. Bakalım Hayalimdeki hero E. Abi nasıl biri???

Kullanılan görseller:Gürbüz Doğan Ekşioğlu; Hastasıyım

Yeni Hayat!!!

Bloguma yazı yazmak için on tane sayfaya girmemenin ve içimden dışımdan yasakçı zihniyete küfürler eşliğinde sayfaların açılmasını beklememenin dayanılmaz hafifliğindeyim şu an!!!

Yeni hayatımıza alışmaya çalışırken su gibi para harcıyoruz, yok suyu açtır, elektrik, yeni internet, aaa bu modem de buna uyumlu diilmiş, nee yenisi 165 ytl mi!!!, mecbur alıcaz, ne doğalgaz yok mu, ee tüpe mi çevrilcek ocak, kaç para, yapma yaw, bi de tüp alıcaz tabi, ohaaa 95 lira mı, bi tüp mü, haaaa adaptörü içinde mi, aman ne güzel:(....

Yolları bilmediğimizden sürekli kayboluyor ve otobandan kımıl kımıl giderken bile yan yollara geçişleri kaçırıp km'lerce yolu boşa gidip dönüyoruz. ÖB araba kullanırken ben de co-pilot kıvamında sürekli tabelaları takip edip önceden uyarıyorum sevgilimi; sinyal ver, sola geç, dönüş var birazdan, evet evet burdan, aaa yok yaw burdan diilmiş, pardon, nerdeyiz biz şimdi, neyse başka bir giriş var bak , sağda, sinyal ver geç geç geç.......

Ömrü hayatında sevgilimi ilk kez bu kadar ağır hastalandığına şahit oluyorum, ağır bir grip; buraya geleli nerdeyse iki hafta olacak ama doktora, ilaca rağmen hala geçmedi.

Artık eskisi gibi birbirimiz sık sık göremiyoruz da yeni hayatımızda. Eskiden arada bi öğle yemeklerine çıkıyorduk, Fatma Girik'de buluşup üçümüz yemek yiyorduk. Yine üçümüz akşamları şakalar komiklikler eşliğinde birbirimizle vakit geçiriyorduk. Şimdi ise, ÖB eve çok geç geliyor, geldiğinde ise inanılmaz yorgun oluyor. Haftaya da şehir dışı seyahatleri başlıyor. Yarın birgün ben de tam zamanlı işe başlayınca artık birbirimizi hiç göremicez:((

İki gün önce ben de ilk Beylikdüzü- İstanbul seyahatimi yaptım. Çift katlı otobüsle TEM den tam bir saat 45 dakka sürdü yolculuğum. İşlerimi halledip eve dönmem akşam 19.30 'u buldu. Dönüşü metrobüs+minibüsle yapmam bana tam 45 dakka kazandırdı.

Cumhuriyet bayramımız münasebetiyle bir gün tatildik, başbaşa bi gün geçirdik, yeni semtimizi dolaştık ama sonra ÖB hastalığın etkisiyle halsiz düşünce eve döndük. Zaten şaşkınlığımızı hala atamamış vaziyette, bu yeni evi, yeni işi, yeni semti algılamaya çalışıyoruz, öte yandan yalnızlığın da dayanılmaz hafifliğindeyiz. Sanki ikimizi bi başımıza bir labirente koymuşlar da biz de birbirimize tutunarak yol almaya çalışan iki kobayız; her şeye yabancı, iki şaşkınız; ailemiz, sevdiklerimiz, alışkanlıklarımız, her şey bizden çooook uzakta kalmışlar hissiyatinda, sorunlarla boğuşan iki şaşkın.

Gerçi biz iki şaşkın her yerde, her zaman yalnızdık ve kimseyi kaderiyle yalnız bırakmayan, her sorunu çözmeyi görev edinen iki şaşkındık ama bu sefer bu koca şehirdeki yeni hayatımızda bu yalnızlığımız bizi biraz hırpaladı ve bitap düşürdü ama yıkılmadık ayaktayız hahha..hahaha...:)))!!!

Kendi tercihlerimizin sonucunu yaşıyoruz şu an . Buraya bi amaç için geldik. Yeteneklerimizi, zekamızı , eğitimimizi, bizi biz yapan özelliklerimizi daha iyi kullanabilmek, sınırlarımızı zorlayabilmek ve sıradanlığın gazabından kurtulmak için geldik.

Hayat şu an bizim için kapağı yavaş yavaş açılan bir pandora kutusu kıvamındayken, biz de merakla o yavaş yavaş aralanan kutudan çıkacaklardan nasıl etkileneceğimizin telaşı ve heyecanı içinde kıpır kıpır kıpırdanmaktayız.

Yassağ bira eşliğinde yassağ bloglara girip girip çıkıyom ....mına goyimmm!!!!

Dün artık bu blogda yazı yazmanın anlamsızlaştığı andayım diye yazmıştım ama bugün fikrimi değiştirdim.
Gıcığına yazmak lazım aslında ....mına goyimmm!!!!
Hem de en destursuz küfürler sallayarak. Nasıl olsa kapalıyız hahaaaa...:))
Seneler önce güzel bi butik lokantaya takılırdık Ankara'da. Ama lokantanın içki ruhsatı yoktu. Biz de bunu bile bile yemekle birlikte hep bira isterdik. Lokantanın sahibi de bize, eskiden çok moda olan plastik, renkli, içindeki sıvıyı göstermeyen bardaklarda hani bi zamanlar tang denen toz içecekle hediye edilen bardaklar var yaa işte onlarda bira servis ederdi. Biz de tang içer gibi içer dururduk. Her gidişimizde sarhoş kalkardık ordan. Sanki etrafta bira içecek yer yoktu da biz plastik bardaklarda gizli gizli içerdik de içerdik. Yemek yemeğe hep oraya giderdik ve her gittiğimizde de orda bira olmağını bile bile canımız hep bira çekerdi ve her seferinde bira isterdik, sahibi de her seferinde her birimize farklı renklerde bardaklara doldurulmuş buz gibi biralar getirirdi.
Orda, köhne tabldotçu tadındaki lokantada hüplettiğimiz biraları hatırladığımızda , hepimizin ortak noktası, orda içilen biraların her zaman her yerdekinden daha lezzetli olduğu, daha soğuk olduğu ve daha çabuk kafa yaptığıdır.

Şu an bütün blogger arkadaşlarımın bloglarını ziyaret ediyorum elimde buz gibi bira ama bu sefer biramı önceden dedeme dişlerini koysun diye verdiğim eski,kutsal yeşil renginde, plastik tang bardağında hüpletiyorum, keyfime diyecek yok Hahahaaa....:))
Not: walla bardağı çok iyi dezenfekte ettim. Ama hala bizim hüseyin çavuştan kalma mikroplar kaldıysa, kaldıysa da
hüpletiyorum kalmadıysa da ......

yasak bir merhaba!!!

Eveeeettt sevgili blogger arkadaşlarım!!!
Başka bir şehirden, yeni, yeni olduğu kadar da zorlu, insanı bir hayli hırpalayan hayatımdan herkese Yasak bir merhaba!!!!

Taşınmaydı,yerleşmeydi, işti, güçtü derken su gibi para harcayıp, biten kredilerimizi aratmayacak banka borçlarına bulanmış bir halde yeni hayatımıza adapte olmaya çalışırken bir hayli uzak kaldım buralardan. Tam döndüm, bi bakim bizim bloggerlarda ne havadisler var derken, önüme çıkan YASSAĞ HEMŞEHRİM!!!! yazısına tosladım.
Tabii çok bozuldum bu duruma. Artık bu kadar da komplo teorici olunmaz ki yahu dedim. Nedir bu korku, niye sürekli bu sayfalar kilitleniyor, nedir bunun sebebi ve niye kullanıcılara hiç bir açıklama yapılmıyor. Niye koca bir servis kapatılıyor, Niye benim yazma hakkım, burda insanlarla istediklerimi paylaşma hakkım birden bire elimden alınıyor!!????
Bu sorularımın cevabını kim verecek?? Neyle suçlanıyorum, neye dayanılarak bloguma erişim hakkım engelleniyor ve neden bu durumdan haberim olmuyor?? Artık ne yazsam boşuna. Önce bana burda yazmak, paylaşmak için bir alan sunuluyor, ben bu alana ulaşmak için bi dolu para, vergi ödüyorum ama bi an geliyor ve "hayır artık yazamazsın, sebebi ağır ama sen anlamazsın, artık yazman ve diğerlerini okuman sakıncalı bulundu, biz izin verene kadar yazamazsın, okuyamazsın, eğer yasaklara uymazsan....." mı deniliyor, eğer deniliyorsa bu bir insanı aşağılamanın en şahane yoludur ve insanın zihninde en ağır yaralar aşağılamayla açılabilir.

Benim avukat tutacak param yok, mücadele konusu ise ayrı bir yılan hikayesi olacağı tarihte tecrübeyle sabitlenmiş, belli.
Artık bu blogda yazı yazmanın anlamsızlaştığı andayım.....

Hayatımın Geri Kalanı.....

Aslında Hastane tutanaklarının ikinci bölümünü yazacaktım ama vazgeçtim. Şimdi bi sürü can sıkıcı ayrıntıyı burda yazarak yaşadığım acıları ve zorlukları tekrar yaşamak istemedim. Şimdi sonuçlara kolay varılacak paragraflarla hayatımın son iki ayını özetlemeye başlıyorum:

Dedemin iyileşmesi için doktorlar, hemşireler ve hastabakıcılarla iyi bir işbirliği yaptım ve hastaneden kurtuldu ayrıca bizimkini çok lüks bir bakımevine yerleştirdim. Şimdi Nerdeyse her gün uğruyorum yanına ve her gün daha iyi olduğunu görüyorum ve ordan memnun olduğunu da anladığımdan onun yanından her çıktığımda akıttığım gözyaşlarımın debisi gün be gün düşüyor.

ÖB İstanbul işini kabul etti. Nihayet bu bok çukurundan kurtuluyoruz. Fatma Girik bi süre bizimle yaşamayacak çünkü bu hengamede onu yangilinin yanına yerleştirdik. Evini taşıma süreci biraz bizimkini yıprattı ama sorunları özellikle şahsi üstün çabalarımla minimuma indirerek Fatma Girik'imin çok fazla olumsuz etkilenmesini engelledim etrafımdaki bütün o hayatımı zorlaştırıp beni sürekli demoralize eden şeylere rağmen.

Şimdilerde Fatma Girik'in yaşadığı evi boyamak, tamir etmek , depozitomuzu tam olarak almak için uğraşıyoruz. Bu arada kendi sığınağımızı da çoktan topladık, İstanbul'dakilerin hadi gelin başlayın demelerini bekliyoruz.

Yarın P.tesi, önce bizim Hüsyin Çavuşa gidicem sonra ÖB ile birlikte FG'nin eski evinin aboneliklerini kapatmaya gidicem, emlakçıya uğrayıp boşalttığımız evin kirasını ödicem; kanunlar gereği!!! Boş evin otamatik ödemelerini iptal edicem, pc'm bozuldu onun için tamirci çağırıcam, yıkamaya gitmiş halıları getirmelerini isticem, bi kaç gün sonra boşaltacağımız evin, çıkar ayak yapılmış ve bokunu pisliğini temizlemek zorunda kaldığımız kombisinin servisini çağırıp kanunen garantisini başlatması için servisini arıcam, yatak, yorganlar için hurç alıcam, Fatma Girik'in dosyasını alıcam hastaneden ve nakil belgesi için muhtara uğracağım, bizimkinin kimliği bende kalmış onunla birlikte diğer evraklarını göndereceğim falan filan....

Bakalım hayatımın geri kalanı daha nelerle, kimlerle karşılacağım, daha ne işlerle uğraşacağım, daha ne maceralar yaşayacağım bakalım, ben de heyecanlıyım, korkuyorum ama yine de devam ediyorum. Şimdiye kadar yaşadıklarımın sonuncunda, kibirimi yendim, her şeyi gurur meselesi yapmamayı , herkese en başından çooook değer vermemeyi, önemsememeyi öğrendim, aslında hayatın kendisinin hep bu başıma gelen olayların ortalaması olduğunu ve bu hayatıma girip de sürekli başımda sürekli şimşekler çaktırıp, fırtınalar koparan kişilerin hepsinin hayatta çoğunlukta olduklarının farkına vardım. Nefes aldığım sürece bu mücadelenin devam edeceğinin ayırdına vardım.

Şimdi kaldığım yerden devm edicem, düşmekten, kalkmaktan, mücadele etmekten ruhum paramparça ve kendime biraz yabancıyım bu aralar ama dedim ya kaldığım yerden devam edicem hayatıma, daha düşüp kalkacak yolum var:))

Yeniden merhaba, aydınlık bir merhaba.......

Hastane tutanakları Bölüm I

Bunda tam bir ay önce önce öğle yemeği zamanında bir telefon aldım, telefondaki ses teyzemdi, ağlıyordu, ambulans viyaklamaları içinde bişeyler söyledi bana.

Ben gayet sakin dinledim onu, sonra sakin ol ben ÖB'ye haber veririm ve size yetişiriz dedim.
Biz onlara ulaşana kadar, onlar bu sırada bi iki hastane dolaşıp sonunda gazi acil servise kabul edilmişler.

Sonra biz de geldik acile. Acil'in içi kalabalıktı. Her bir yanda ağlayanlar vardı. Büyük ve çocuk acil aynı binanın içinde olduğundan yetişkin kadar da çocuk hasta taşınıyordu buraya. Ve çocuk çığlıkları büyük çığlıklarına karışıyordu. Zar zor , kapıdaki güvenliği atlatıp ki aslında yapmamamız gereken bir şeyi yapıp, dedemi aldıkları yoğun bakım ünitesine sızdık. Dedem öylece hareketsiz yatıyordu, sanki ölüm vakti yaklaşmış bir yetişkin gibiydi. Çok kalamadık yanında çıktık. Zaten acilin içerisi dışardaki bekleme salonundan daha da sinir bozucuydu.

O gün bütün gün acilin bekleme salonunda bizi çağırmalarını bekledik. Bi kaç kere de doktorları dışarı çıkınca yakaladığımızda neyi var neyi var diye paçalarına yapıştık. Ama net cevaplar alamadık.

Bizi içeri dedemin yanına almıyorlardı ama her an çağırabilirler diye ordan hiç ayrılmak istemedik. Yanımdakileri gönderdim. Ben beklicektim. Benim dedem kimsesiz değildi yaaa. En azından ben vardım. Hiç çağırmasalar bile ben onlar beni çağırana kadar beklicektim. Sonra saat daha da ilerleyince sevgilim de geldi yanıma. Beni her zaman olduğu gibi yalnız bırakmadı. Beraber sabahladık ama dedemin yanına hiç giremedik. Bi kaç teşebbüste bulunduk ama yoğun bakım odasında olduğu için kesinlikle bizi yanınabırakmıyorlardı. O ilk gece acil servis inanılmaz yoğundu. Üst üste trafik kazası vakaları geldi. Bolca da yaşlı getirdiler. Bi de bahçesinde bi şeylerle uğraşırken düşüp, kalçasını ve ayak bileğini kırmış altmışlı yaşlarda bir amca getirdiler. Ben o amca geldiğinde tam da dedemin yanına sızmıştım ki beni yaka paça dışarı attılar zira o amcaya müdahele etmek için bir grup doktor geldi odaya. Bir saat kadar sonra amcanın yakınları perişan bi şekilde dört dönmeye başladılar, meğer amcanın acil ameliyata alınması lazımmış lakin bu haberin üstünden on onbeş dakka geçmedi ki amcanın iç kanaması olduğu tespit edilmişti ve bir on dakka sonra da ölüm haberi geldi. İşte o haber geldiğinde acildeki herkes ağlıyordu. Tabii burda hepimiz böyle bir haberi duymaya hazırlarken kendimizi, yanımızda oturana böyle bir haber gelmesi empati olayını daha da arttırıyordu. Bizler gizliden göz yaşlarımızı silerken amcanın kadın yakınları bayılıp kaldılar oldukları yerde, sonra onları da acilin içine alıp ilk müdahaleler yapıldı. Derken gece güne döndü sabah oldu. Bizim Hüseyin çavuştan hiç ses yoktu. Şimdi acilde yaşanan bu ölümle herkes çok gergindi ve aradan da kayıp dedeme ulaşamadım.

Saat biraz daha ilerleyip sabah olunca teyzem geldi. Biz de uyumak için ayrıldık acilden zira akşam yine gelicektim. Bi şey olursa teyzem haber verecekti öyle anlaştık da ayrıldık ordan.

Biz eve gelip yattık, uyandığımızda saat akşamın beşi olmuştu bile. Hemen telefonuma baktım hiç arama yoktu. Teyzemi aradım; bi değişiklik yok dedi. Yalnız gece için bir bakıcı bulmuş tesadüfen. Türkmenistanlı bir bayanmış. Dedim ben gelim yine de bir bakım, tanışım ona göre. Neyse biz de giyinip gittik ÖB'yle. Kadın geldi. Meğer teyzem orda dedemle yaşıt eşini getirmiş bir bayanla tanışmış, hatta bayanla biz aynı sokakta oturuyormuşuz onu da sonradan anladık. Neyse işte o tutmuş bakıcıyı, teyzem de bizim dedemize de baksın zaten bi kere falan zor çağırıyorlar, bi şey olursa bize haber versin demiş. Öyle ayarlanmış bu olay.
Bakıcı bayan geldi. Adı zülfiya, hoş, temiz ,ciddi birine benziyordu. Cebimin numarasına verdim. Olumlu olumsuz bir şey olursa saat kaç olursa olsun mutlaka aramasını söyledim. Sonra hepimiz ayrıldık. Ama benim içim içimi yiyordu yine; ya bakmazsa, ya oturmazsa orda, ya dedemin yakınını çağırdıklarında duymazsa, anlamazsa diye. Sonra bu paranoid tavırlarımdan kurtulmak için ÖB'le bi kaç kere acile gittik gece. Allahtan yürüme mesafesi uzaklıkta bize. Neyse baktık kadın acil bekleme salonunda, hastaların alındıkları ana kapının en yakınındaki koltuklarda otumuş bekliyor. Sonra içim rahat etti. Eve döndük.

Huzursuz bir uykudan sonra yine sabah oldu. Bu ikinci gündü. saat yedi otuzu gösterdiğinde ben acilin kapısındaydım. Kadını gönderdim , gidip uyusun diye. Bu arada bi kaç kere girmiş içeri, kapıdaki güvenlikçileri ayarlayıp. Dedem aynı şekilde uyumuş hep.
Kadın gidince ben de onun kalktığı yere oturup beklemeye başladım. Derken bir sıkıntı geldi bana birden kalkıp içeri attım kendimi. Acil doktorunu buldum, durumunu sordum. Şeker komasına girmiş meğerse bizimki, halbuki hiç öyle bir hastalığı yoktu ama çok şeker tüketiyordu. Bir de ağır zaturre olmuş, çok yaşlıymış pek bi şey beklemememiz gerekirmiş, haa bir de bir böbreğinde yetmezlik varmış, zaten ağızdan beslenemiyormuş, sakın su bile içirmememiz gerekirmiş, akciğerlerine su kaçarsa ölebilirmiş.... Ben bunları gözlerimi kocaman açarak dinlerken, göz yaşlarım benim dur komutlarımı hiçe sayıp çoktan akmaya başlamışlardı. Ağlayarak çıktım odadan. Yapayalnızdım o an, sessiz sessiz ağlıyordum, içimden de ama daha iki hafta önce dedemle bir hafta geçirdim, halsizdi falan ama yiyip içiyordu, koşarak döndü teyzeme, hem daha dedemin nevresim takımları makinede yıkanmayı beklerken nasıl olur da bu olur diye geçiriyordum. Bir an dedemin çok yaşlı olduğunu unutup, benim şimdi dedem ölecek mi, ee peki ben n'apıcam o zaman dedesiz, zaten babam da gitti diyordum kendime. Ama bu haksızlıktı ve dedem ölmesin diye ağlamaya devam ettim. Biraz kendimi sakinleştirmeye çalışırken, nasıl da soğukkanlı söyleyiverdi doktor tüm bu olumsuzlukları ardı ardına diye düşünüyordum ki kardeşim aradı, ona söyledim bunları. Anneme söyleyip söylememeye karar veremedik. Çünkü kardeşim de annem de şu an başka bir şehirdeydiler ve kadını taa km'lerce öteden huzursuz etmenin iyi olmayacağına ve sonuca göre haber vermeyi ve şu sancılı durumu yaşamasının onun için iyi olmayacağı kararını verip bir gün daha söylemedik.

Kardeşim telefonu kapattı. Ben acilde bir içeri bir dışarı giriyorudum. Sonra sakinleşmek için bir kave aldım kendime acilin kantininden zira bu kantinde en ucuz şey elli kuruştu ve boş kağıt bardakları bile elli kuruşa satıyordu, sabaha kadar da açıktı. Sonra yine oturdum sert ve kirli koltuklara, kavemi içmeye çalışıyordum ama ağzım titriyordu ağlamaktan ve ben bir türlü içemiyordum. Sabah sabah orda benim gibi yakınlarından bir haber almak için bekleyen insanların da morali bozulmasın diye dışarıya kapının önüne çıktım. çaktırmadan ağladım, kaveyi toprağa döküp, bardağı çöpe attım. Her şeye çözüm bulabilecek kadar inatçı biriyken bu durumu değiştirecek bir bok gelmiyordu elimden. Kapana kısılmıştım. Sadece ağlayabiliyordum ve yalnızdım. ÖB işteydi, annemin haberi yoktu olaydan; teyzem öğleden sonra gelecekti ki o da zaten altımışını devirmiş bir yaşlı kadındı; diğer üç dayım, üç teyzem ve yirmi dört kuzen ortada yoktu zira onlara haber verilmemişdi çünkü aylardır zaten dedemi hiç merak etmemişlerdi ve bu durumda da el gibi geçmiş olsun diyip gidecekleri için daha sinir bozucu olacaklarını kesindi, öte yandan ben de o insan suretindeki yaratıklarla muhatap olmaktansa ölmeyi tercih ederdim; en yakın arkadaşlarım, dostlarım başka şehirlerdeydi, kardeşim keza öyle. Gerçi arkadaşlarıma ve kardeşime gelin desem hepsi koşa koşa gelirdi ama çoğunun haberi yoktu ve ben süper kahraman olarak kimseye gelin demiyordum. Yapayalnızdım, hayatımda büyük bir yer kaplayan dedemin her an ölüm haberini bekliyordum, ağlıyordum, acizleşmiştim, ufalmıştım. Saat bir türlü ilerlemiyordu ve ben ağlamaktan kendimi alamıyordum. ASlında ben duruma üzülüyordum; Koskoca dedem küçücük bir sedyede ayakları, kolları dışarı sarkmış, hareketsiz, makinalara bağlı, ağzı yara bere içinde, su istiyor ama su bile içemiyordu, kolları, damarları morluklar içindeydi ve iyileşemiyordu ve ben bu durumu değiştirecek hiç bi bok yapamıyordum. Tabi en çok iyileşmesini isitiyordum ama ölecekse de şu durumda ve bu ortamda ölmesini istemiyordum, verseler de dedemi eve götürsek , rahat yatağında, ütülü çarşaflarında huzur içinde uğurlasak diyordum içimden ama vermeye de vermiyorlardı.

Böyle böyle akşam oldu, gün battı sabah oldu, yine akşam oldu yine sabah oldu, böyle böyle altı gün boyunca hiç haber alamadan bekledik durduk, biz orda beklediğimiz her gün trafik kazası geldi, her trafik kazasının üç tanesinden birinde ölümler yaşandı, kimi karısını kimi çocuklarını kimi yengelerini kaybetti, orası her gün biraz daha gerilen bir ortam halini almıştı. Her gün başka bir travma yaşanıyordu ve biz orda olanlar da bunlardan olayın yakınları kadar etkileniyorduk. (Bu arada anneme de haber vermiştik ve o da artık burda teyzemin ÖB'nin ve benim yanımdaydı.)Öyle ki eve dinlenmeye geldiğimde aklımı acil bekleme salonunda olanlardan alamıyordum, yemek yiyemiyor, yerken ağlamaya başlıyordum, her ne yapıyorsam hep ağlayarak yapıyordum sanki biri bana zorla yemek yediriyor, zorla çay içiriyor, zorla duşa sokuyor, zorla uyutuyor da ben bunlara karşı koyamamaktan ağlıyordum.

Altıncı günün sonunda doktorlar sonunda doğru düzgün bilgi verdiler bize; dediler ki dedemin aciilik durumu kalmamış, artık göğüs hastalıkları bölümüne sevki gerekiyormuş ama boş yer yokmuş falan filan. Biz de ÖB ile hemen göğüs bölümüne çıktık, biraz tartıştık falan, yer yoksa bize daha önce söylenmeliydi ve biz de başka bir hastane için araştırma yapabilirdik ve yaşlı adam sedyede boşuna bi kaç gün yatmayabilirdi falan filan. Neyse zaten acil hastalarına öncelik tanıyorlarmış ve o konuştuğumuz öğleden sonra da dedemi göğüs bölümüne aldılar. Artık daha rahat bir yatakta ve sürekli kontrol altındaydı ve en önemlisi artık biz onun yanında kalabiliyorduk.
------birinci bölümün sonu------

Hayat gerçekten bayat!!!!

Bu sıralar duygularımı dizginlemek için eğitiyorum kendi kendimi.
Daha az duygusal davranmak için, üzüntülerimi belli etmemek ve güçlü durmak için çabalıyorum.

Şu an yaşadıklarıma mantıksal kılıflar takıp, göz yaşlarımı tutmak istiyorum. Ama başaramıyorum. Çünkü fena halde canım yanıyor. Oyalanmaya çalışıyorum hayatla ama anlık kopuşlar yaşıyorum, aynı histeri krizlerine tutulmuş bir hasta gibi. Ve sessizce ağlıyorum, çaktırmadan kimseye ve yine kaldığım yerden devam hayata sonra yine gözyaşı sonra yine yine yine.....

Kadın olmak mı zorlaştırıyor acaba hayatı bu kadar ? Belki de kimbilir....
Bazen şu üzüntüsünden kendini yerlere atıp çığlıklar atarak bayılan kadınlar görüyorum da bir anlam veremiyorum. Bir insan nasıl bu kadar kendinden geçer diyorum. Ama belki de o kadınlara haksızlık ediyorum. Onlar da can havliyle içinde bulundukları duygu yoğunluğundan bu şekilde çıkıyorlar . Tıpkı benim durup durup en olmadık zamanda burnumu siler gibi sessizce gözyaşlarımı silmem gibi; Bu benimki de bir başkasına saçma ve abartılı bir davranış geliyordur kimbilir!

Ama yok insan gerçekten de biraz güçlü olmalı hayatın can acıtmalarına karşı. Ben şahsen güçlü bir kişilik olduğumu sanırdım ama ne yazık ki ben de pelteleşmişim. Bu bana ne zaman olmuş hiç farkında diilim. Eskiden ağlayan tiplere çok gıcık olurdum. Zayıflıklarını bu kadar alenen ortaya döktükleri için aşağılardım onları. Şimdilerdeyse ben aşağılanacak durumdayım.

Kendimden şu an o kadar çok tiksiniyorum ki anlatamam. Hayır bütün bunları beni teselli edecek yorumlar gelsin, yok sen öyle diilsin, desinler diye yazmıyorum. Şu an acizlik içinde kıvranan bir insan olmaktan ve çok duygusal ve güçsüz davranmaktan dolayı iyice acizleştiğimin farkına vardığımdan yazıyorum bütün bunları.

Tabi ki hayatta her şeye yetemez insan eğer çizgi romanlardaki süper kahramanlardan biri diilse. Aynı andan doktor, mühendis, sanatçı, inşaat ustası, elektrikçi, diş hekimi, anestezi uzmanı, çiçekçi, psikolog, temizlikçi, bakıcı, anne, evlat, torun, en iyi arkadaş, iyi bir eş.... olamaz insan. Belki de hepsini aynı anda olmak istemek , her şeyi kontrol altında tutma içgüdüsüyle böyle davranmak ama başaramamak acizleştiriyor insanı ya da beni.

Hayat insana sürekli ver acıyı ver acıyı tadında yanarlı dönerli yemekler sunarken bizler de hiç usanmadan yok ben yemem artık demeden, mecburen, hayatta kalmanın bir sonucu olarak reddedemiyoruz menüde bize sunulanları. Bu konsantre acılara, sulandırmak ve daha rahat yenir yutulur bir hale getirmek için göz yaşlarımızı, bağrışlarımız, çığlıklarımızı katıyoruz. Bu da acizliğimizi su üstüne çıkratmaktan başka bi boka yaramıyor.

Bu hayat denen şey insan denen şeye çok pahalıya patlıyor. Ama farkında diiliz. Arsızca yaşıyoruz, hırslanıyoruz, sahip olmak istiyoruz, sanki hep buralarda olacakmışız gibi her şeyi ve her eksi çok ciddiye alıyoruz, önemsiyoruz, kızıyoruz, seviyoruz.... Aslında hepsinin ortalaması alınınca ortaya insan çıkıyor.

Ben de bu sıralar her insanın yaşadığı can acıtmaları yaşıyorum. Daha önce yaşayıp geçirdiğim; acıyıp kanayıp kabuk bağlayan yerlerimin yeniden kanamaya başlamasının acısını yaşıyorum. Kimbilir bu daha ne kadar tekrarlıcak yaşadığım sürece. Ve ben de her seferinde sanki ilk defa yaşıyormuşum gibi şaşırıp, bu yaşadıklarımı sorgulucam, kızıcam, küfredicem, kendimden nefret edicem ama tek tesellim daha güçlü olabildiğimi görebilmek olacak ya da tam tersi.

Kaldığım Yerden Devam mı Tamam mı???

Bizim Hüseyin Çavuşla dolu dolu bir hafta geçirdik. Öyle ki O'nu teyzeme bırakırken içim bi tuhaf oldu, ağlamam geldi, bir boşluk hissettim içimde. Neyse ki yanımda sevgilim ÖB ve Alamanya'dan gelen arkadaşım Aynur vardı da beni oyaladılar ve moralimi toplamama yardım ettiler.

Öte yandan dediğim gibi uzun süredir aynı mekanda vakit geçiremediğim Aynur geldi. Yaklaşık dört gün de onunla dolu dolu geçirdik. Evde dedemle ilgilenerek ve Ankara simidi eşliğinde kahvaltılar yaparak ve bol bol türk kahvesi eşliğinde dedikodu ve şakalar komikliklerle, O'nun yarım türkçesiyle dalga geçerek, benim o eski rocker fucker, tembel, pasaklı, sümüklü ve her yere geç kalan, her şeyi bir yana atıp unutan ve önemsemeyen halimden "her şeyi kontrol altında tutan " bir tipe dönüştüğümü görüp hayretler içinde sürekli "nerde bizim o eski Schnecke diye çağırdığımız DŞ" diyerek benim yeni halimle, tipimin hiç uyuşmadığını, bu halimle bir fıkra kahramanı tadında bi şeye dönüştüğümü, benim de bunun üzerine "kahpe felek, ne felaket geldi başımaaa..." şarkısı eşliğinde yeni durumumu kabullenmenin ve fıkra kahramanı diil de aslında benim doğuştan süper güçleri olan bir hero olduğumu ve bunu yıllarca herkesten saklamak için öyle fucker rocker bir pasaklı pozlarına büründüğüm hikayesini anlatarak ve bunu üzerine farklı versiyonlar kurgulayarak eğlenceli günler geçirdik arkadaşımla.

Haa bi de Sevgilime, Aynur'la birlikte süper bir doğum günü süprizi hazırladık ve çok güzel hediyeler aldık ve süpriz de gerçekten süpriz oldu hani. Gülmekten herkesin altına kaçırdığından eminim. Unutulmaz bir doğum günü oldu. Artık başka bir sefere komik bir hikaye olarak yazarım bunu da :))

Pazar günü aynur gitti. Dedem zaten Cuma'dan gitmişti. Ben aynur'un gittiği akşam hasta olup yataklara düştüm, feci bir bademcik şişmesi beni perişan etti. Evde tek başıma, tavana bakarak yattım. Ne dedem ne Aynur vardı. O dolu dolu kahkaların, bağrış çağrışların yankılandığı duvarlar şimdi sesszice üzerime geliyordu. ÖB de işte tabi gündüzleri. Neyse vitamindi, ilaçtı, pastildi derken bugün biraz toparlandım ama motivasyonum sıfırın altında. Bir yandan da can sıkıcı haberler izliyorum. Canım hiç bişi yapmak istemiyor, halim de yok , öyle mal mal tv'ye bakıyorum. Sürekli trafik kazası haberi geçiyor alt yazılarda bir de orman yangını. haa bi de şu savaş. Sevgilimin gürcü olması bizim evdeki tansiyonu daha da yükseltti. Gürcü sevgilim ve ben ordaki sivilleri düşünüyoruz hep. Çıkar hesapları denk düşmeyen dünya yine sivillerin canını yakıyor. piyonlar hep biz siviller oluyoruz işte. Ve sevgilim evleri bombalanmış insanları görünce " işte bizim dedeler de böyle bir halde kalmışlar savaşta ve o zaman Gürcistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmışlar; Evlerini, yurtlarını, topraklarını, dillerini, dinlerini böyle bırakmak zorunda kalmışlar" diyerek üzülüyor yine. Sanki O bu yaşananları, bunları yaşamış bir topluluğun torunlarından biri olarak içgüdüsel bir dejavu olarak algılıyor. Umarım bu sivil katliama bugün tvde açıkladıkları gibi bir son verip, diplomatik yollarla çözebilirler.

Her şey bir yana hayat devam ediyor. Ben de kaldığım yerden devam etmeliyim artık diye düşünürken, ÖB'nin işiyle ilgili aldığımız bir haber daha, tam olarak sağlayamadığım motivasyonumu yerle bir ediyor yine. İlkinde biz tatildeyken almıştık haberi ve tatilimiz berbat olmuştu çünkü kafamızı boşaltmak için çıktığımız tatilimiz ...mına koydu bu haber ve beynimizde sürekli planlar projeler dönmeye başladı. Sonra döndük bu bok şehrine ve tam karar verdik; yok dedik; gitmeyelim burda işe devam edelim dedik. Her şey yine yerine oturmuşken şimdi yine bir İstanbul haberiyle kafalarımız karıştı. Fakat bu sefer bunu kabul ettik; tamam dedik; ama şimdi de haber bekleme aşamasında kaldık. Burdaki yaşantımıza devam mı ediyoruz şimdi yoksa tamam diyerek gidip yeni bir yaşama mı koşuyoruz orası da muallak. Tam anlamıyla arafta kaldık, öylece bekliyoruz. Çin işkencesi. Biz böyle arafta beklerken benim de kafamda gitme fikri zorlaşıyor. Orda yaşayacağımız zorluklar netleşiyor ve korkuyorum. Bir an önce olacaksa olsa da , hiç bir şeyi düşünmeden bodoslama atlasak , o zaman korkacak zaman olmaz diye geçiriyorum aklımdan. Off neyse işte yine kafa karışıklığı içinde Diagonal'den hallice bir umutsuzluk ve kafa karışıklığı içindeyim o yüzden Dia'yı da teselli edecek yorumlar yazamıyorum. sadece sonucu bekliyorum.
Oysa ki bloğa dönüşüm muhteşem olacaktı. Çok şahane bir manga dosyasıyla yapacaktım bu uzun aradan sonraki yeni sezonumu ama yine kafa karışıklıkları içinde kıvranırken bunları düşünür, bunları yazar buldum kendimi.

Şimdi beklemedeyim yine. Zaman aleyhime işlemeye devam ediyor. Kaldığım yerden devam mı edicem yoksa tamam diyip, burdaki sayfayı kapatıp arriva arriva çığlıkları içinde, kılıcımı çekip atımı dört nala rüzgara karşı mı sürücem?!!!

Hayatım bayat mı?!!!

Önce kendimi şu sınava verdim. Ben de bi şeye kafayı takınca bokunu çıkarana kadar üstüne gidiyorum, huyum kurusun. Öyle deli gibi çalışıyorum ki, kendimi çook yorgun hissediyorum ve hala her gün kafamdan yaptığım ders programına uyamadığımda büyük bir suçluluk duygusu içinde, içimden kendimi en ağır hakaretlerle cezalandırıp, üzüyorum. Bu arada da Pc'yi nerdeyse hiç açmıyorum. Çünkü bir iki blog derken, ordan şuraya zıplayım, şunu not edim diye şey ederken saatler geçiyor, bu eylemleri yaparken bir reflex hareketi olan göz kırpmayı da sık sık bir insan evladı olarak nasıl unutuyorsam, bir iki saaat sonra gözlerimin kuruluğu canımı acıtmaya başladığında artık pc'nin başından kalkmam gerektiğini anlıyorum. Bu sebepten dolayı photoshopta işim yoksa pc'ye hiç yanaşmıyorum. Bu arada Hüseyin Çavuş bu Cuma'dan beri bende zira teyzemin biraz tatil yapması gerekiyor. Artık bizimkiyle ilgilenmekten derse de zaman ayıramıyorum. Bizimkinin temizliği ve onunla ilgilenmek bütün zamanımı alıyor. Gece zaten hiç uyku yok. Tam uykuya dalıyorum bizimki wcye kalkıyor ve hooop DŞ de kalkılyor zira ben kalkmasam, altındaki bezini parçalayıp, penisini çıkarttığını sanıp, rastgele, atış serbest modunda bombardımana başlıyor ve işi bitince de elini yıkamak bir yana, bıraktığı sulu sepken enkazın üstüne basa basa evin içinde dolaşıyor bizim casper.
Şimdi geleli 3 gün oldu. Önceleri utanıyordu benden ama artık alıştı. Bi keresinde "ayıp oluyor" dedi. Ben de kime diye sorunca "bana ayıp oluyor " dedi. Yani utanıyormuş bizimkisi, ama yapacak bişi yok. Artık her konuda yardım almak zorunda. Öte yandan ben dedemi bildim bileli wc kullanma alışkanlığının berbat bir ilkellikte olduğunu bildiğimden pek şaşırmıyorum davranışlarına ve bu sebepten ona taviz vermiyorum. Benim kurallarım nezaretinde bu işleri yürütüyorum, biraz sinirleniyor bana ama eli mahkum. Biraz medeniyet herkese lazım!!!
Yarın taaaa 1993'de ergenken katıldığım Türk-Alman gençlik kampında tanışıp hala arkadaşlığımızı sürdürüp internet haricinde , bi kaç yıl arayla görüşmeye çalıştığımız arkadaşım Aynur, yaz tatili için Almanya'dan geldiği Olimpos'dan bu gece ayrılıp beni ziyarete geliyor. Son görüşmemizden bu yana en azından bir beş yıl oldu yüzyüze görüşüp bi şeyler yapmayalı. Heyecanlı ve dolu günler beni bekliyor.
Bir yandan ders planımı aksatmamak için çabalarken, bir yandan ev hijyenini ve düzenin sağlayıp, dedemle hakkını vererek ilgilenmeye, bu arada da yıllardır görmediğim arkadaşımla kaliteli bir zaman geçirmeye, sevgilim ÖB'yi evde huzursuz etmemeye, o'nun düzenini bozmamaya ve Bizim Fatma Girik'e günlük diyet yemek yapmaya gayret edeceğime, bu arada haberlerdeki orman yangınlarına kafayı haddinden fazla takıp sinirlenmeyeceğime, Konya'da çöken binada ölen kızların ailelerinden nasıl olur da şikayet gelmediğine ve bu olayı doğal bir şeymiş gibi algılayıp, önemsememelerini düşündükçe üzülüp, kızmayacağıma, daha sonra haberlerde, gazetelerde karşılacağım haberlere de şaşırıp, sinir yapıp şişmeyeceğime, bu sıralar düşen foto işlerime hayıflanıp, üzülmeyeceğime, kendimi yıpratmamaya özen göstereceğime, hayatımı bayat ve küflenmiş hissetmeyeceğime, bir hafta sonra buralara tekrar elim kolum dolu döneceğime kendi kendime söz veriyorum.

Zaman ilerlerken!!!!

Günler hızla birbirini kovalarken, sınava şunun şurasında hiç bişi kalmadı nerdeyse. Bense yumurta gelmiş kıçına dayanmış bir kimse olarak inatla, bu sıcakta ders çalışmaya uğraşıyorum. Fakat bunu yaparken kıçımdan da ter akıyor zira çok sıkılıyorum. Sanırım yaş da kemale erdi zor geliyor ders mers ama ben küçükken de böyleydim. Özellikle orta öğretimde okuldan da ders çalışmaktan da nefret ederdim. Ne zaman hep kafada olan gsf'ye girdim o zaman zevk almaya başladım bu okul işinden.
Şimdi bu işin devamını getirmek için uğraşıyorum. Üç yıldır ayrı kaldığım mecralara akmak için çabalıyorum fakat biraz geç kaldım çalışmaya. Aklımdan hemen şunlar geçiyor; acaba bu işi bahar dönemine mi bıraksam, o zamana kadar da bu tempoda çalışırım, kendimi daha donanımlı hissettiğim bi zaman olur hem falan filan...." Ama o zaman da yine motivasyonum şey olabilir. ÖB'ye göre kazansam da kazanmasam da bu sınava girmeliymişim, kendimi denemek maksadıyla. Ama başarısız olunca çok moralim bozuluyor. Tıpkı üç yıl önce hacettepe'de sınava girdiğimde yaşadıklarım sonucunda bütün okullara küsüp elimi eteğimi her yerden çekmekten korkuyorum. Bir de küsme huyum var. Tavşan dağa küsmüş misali!!!
Bir ara da o üç yıl önceki Hacettepe YL mulakat sınavında yaşadıklarımı anlatıcam, hem komik hem trajik bir maceraydı ama şu sıraalar bu olayın hiç bir ayrıntısını hatırlatmak istemiyorum kendime!!!!

En iyisi ben çalışmaya devam edimm. N'olur N'olmaz!!! Hahahhaha.......

Gitmek mi zor Kalmak mı ???!!!!

Tatildeyken aldığımız haberi, tatilin verdiği huzur ve rahatlık sebebiyle, mutlulukla karşılamıştık. Düşündük, konuştuk, tartıştık ve sonunda "gidelim lan, ne kaybederiz ki zaten hayatımız zor daha ne kadar zor olabilir ki!!! hahahah" diye biten bir diyalogla noktayı koyduk.
Sonunda sayılı tatil günü bitti, yola çıkma vakti geldi. Akşamdan arabaya cennetten arakladığımız cennet mahsüllerini; zaytinyağıydı, zeytiniydi, nar ekşisiydi, sebzesiydi, meyvesiydi diye diye yerleştirdik. İkea'dan annemin bana geçmiş doğum günü hediyesi olarak aldığı turuncu ve sevimli mi sevimli balkon masası ve iki tane turuncu çiçekli şezlonglarımızı ve büyük bavulumuzu da bagaja attık.

Sabah oldu uyandık, annem çoktan kalkmış, kahvaltıyı da hazırlamıştı. Derin bir sessizlikle kahvaltımızı yaptık ferah balkonumuzda zira daha karga bokunu yemediğinden herkes uyuyordu, namaza kalkan müminler dışında.

Ayrılık vakti gelmişti. Kahvaltı bitti. Geceden yaptığım ve buzdolabına astığımız listeyi kontrol ederek son hazırlıkları da yaptık , motoru çalıştırdık. Annem arkamızdan bahçe hortumuyla suladı bizi, yolumuz açık olsun, bi daha gelmek nasip olsun diye(ymiş)!!!:)))

Sıcak ve yaklaşık 10 saat süren yorucu yolculuğumuzun sonunda Evimize ulaştık. Yolculuk sırasında beynime nüfuz eden baş ağrısı eve geldiğimde bile bedenimi terk etmemişti. Hemen duşa girip, biraz uyudum, ben uyurken ÖB balkonumuzu yıkamış, yeni balkon masamızı kurmuş, şezlongları yerleştirmiş ve yiyecek bi şeyler hazırlamıştı. Sonra ben de kalktım, beraber balkonda yedik içtik. Üstüne baş ağrısı için 300'lük bir asprini de kahveyle yuvarladım. Sonra bu tatilde aldığımız haber üzerine konuşmaya başladık.
ASlında ben gitmek istiyordum, ÖB de öyle. Lakin kafamızda bir sürü soru işareti vardı. Çok güzel bir fırsattı bu ÖB için zira benim için de öyleydi. Öte yandan şu anda olduğumuz yerde de yalnızdık. Bir ben bir ÖB bir Fatma Girik bir de dedem. Kimimiz vardı ki. Dedemi ilk etapta yanımıza alamazdık ama Fatma Girik'i de yanımıza alıp basıp gidebilirdik.
Üç yıldır bir sürü sorunla tek başımıza boğuşup, derin yaralar almıştık ama her şeyi de yoluna koymuş, düzenimizi daha yeni sağlamıştık. Şimdi başka bir şehir, yeni iş ortamları, tekrar aynı sorunlar ve tekrar başa dönüş ve hatta daha da zorlu bir hayat bizi bekliyor olabilirdi ama bir yandan da kapalı kutuyu açmak istiyor, içinden ne çıkacak diye merak ediyorduk, maceraperest yanımız ne kaybederiz diye düşündürüyordu bizi ve içimizde derinlerden bi ses gidin gidin gidin diyordu.
Bugün ben iyice düşündüm. Bu kararı benim vermemem gerektiğine karar verdim. Zira ben her karar verme durumunda kaldığımda kararsızlıktan kafayı yemiş ve sonunda hep aleyhime kararlar vermiş ve hep hayatımın aaaazına sıçmış, ağır yaralar almışımdır. Bu yüzden ÖB'yi hangi kararı vereceğine dair yönlendirmek istmediğimden, Ona her ne kararı verirse onunla birlikte olacağıma, her halükarda ona destek olup, hayatını şu an olduğu gibi kolaylaştıracağımı söyledim. Artık topu ona attım. Ben karar vermek istemiyorum çünkü yine kararsızlığa düştüm, N'apcamı, ne istediğimi şaşırdım.

Hangisi doğru, hangisi uygun, Önceki planlarımızı çöpe atıp başka plan projeler içine mi girmeliyiz ya da ne!!! Hangisi zor hangisi kolay gitmek mi kalmak mı!!!!!!

Cennette İki Gidiş Dönüş Lütfen!!!

Şu anda cennetten sesleniyorum sizlere. Deniz, gözlük ve şinorkel eşliğinde deniz canlılarıyla muhabbet, güneş, evim; annem, sevgilim, sınırlı ama yeteri kadar kardeşim; günübirlik Foça, Bergama, Dikili, İzmir; İzmir'de ailem,arkadaşlarım, sevgilim eşiliğinde kordona karşı nargileli bol muhabbet; mangalda balık, bol kitap, huzur, mutluluk hatta kaplıca havuzu, kahvaltı sonrası Türk kahvesi, rahatsızlık vermeyen nazik komşular, 14 km uzaktaki babam derken sevgilime gelen telefonla aldığımız sevinçli, umut dolu, tam da cennetteyken alınabilecek cinsten, insanın tekrar hayal kurmasını sağlayan, plan projeler içinde dolandıran, tekrar hayata döndüren, by-pass etkisi yapan bir haber...

Yaaa gerçekten cennetteyiz galiba yahuuu.....!!!!

Vernacular labirentlerde bir babanın varoluşu ve aurasının hiç bir zaman yokolmayacağı üzerine:

1971

Salon hınca hınç dolu değildi, sadece iş arkadaşları ve ailelerinden habersiz, gizlice törene katılmaya gelmiş bir iki kuzen , kardeş, yiğen o kadar. Zira bu izdivaç her iki gencin ailesi tarafından da onaylanmamıştı. Yine de gelin ve damat herkese inat, medeni bir şekilde, günün koşullarına göre birbirleriyle yaşamayı seçmiş ve bunun için gereken imzayı atmışlardı. Sonra alkış kıyamet ardından toplu fotoğraflar falan filan.

Sonra yine herkese inat bu iki genç, etraflarındaki yuva yıkıcılara rağmen hiç vazgeçmediler birbirlerinden. Gerçi kavga gürültü de çok oldu evlilik yaşamlarında ama yine ayıramadı hiç kimse onları. İki de çocukları oldu; Biri kız biri oğlan.

Bu inadına evliliğin ilk ve tek kız çocuğu ergenliğe kadar çok mutluydu anne babasıyla. Annesinin keyifsiz ama bir o kadar da sağlıklı ve faydalı yemeklerinden kızı ve kardeşini kurtaran ve en abur cuburundan çeşit çeşit mezeler, patates, köfte, rus salatası, haşlama dil, sucuklu tost, yanına evde yapılmış mayonezle, satın alınmış en güzel ketcapla, midelerini bayram ettiren kahraman bir babaları olduğunu düşünürlerdi hep. Ve kardeşiyle oynadıkları oyunlar için mizansenler hazırlayan, kostumler ayarlayan, annenin en pahalı rujlarını hiç sakınmadan, yüz maskesi olarak kullanan yine aynı kahraman babaydı. Çocuklar tarafından eve getirilen her türlü hayvanın evde beslenmesi için hep çocuklarından yana olan da yine kahraman babaydı. Hatta bu hayvan merakı yüzünden evin balkonu bitlenmiş, yavru köpek viyaklamaları yüzünden konu komşuyla okkalı tartışmalar yaşanmış, balkondan düşüp ölen hayvalara yine aynı kahraman babayla cenaze törenleri tertip edilmişti. Yılbaşılarında, her sene sırası gelenin kırmızı bornozu giyip, baba tarafından noel babaya dönüştürülüp, o çocuklarını ve babayı sevmeyen teyzelere dayılara kapıdan uğranıp şekerler, çikolatalar yine aynı kahraman babayla dağıtılmıştı. Tabi annenin de hakkı yenmemeliydi bu durumda. Anne daha entellektüel olandı bu ilişkide. Sinemadan, tiyatrodan, okuldan, kitaptan, sosyal aktivitelerden sorumlu kadın bakanıydı evin.

Sonra bu inadına evliliğin ilk ve tek kızı ergen oldu. İşte o zaman başladı babayla çatışmalar. Baba otoriterdi, korkulurdu ondan. Her ne kadar onlarla oyunlar oynasa da aslında sevgisini direkt hiç yansıtmamıştı. Kızı bazen babası yanına yaklaştığında, olduğu yerde uyuma numarası yapardı çünkü bilirdi ki babası onları hep uykularında severdi. Sonra babası gelip uyuyan bu güzele bir öpücük kondurup, başını okşayıp uzaklaşırdı. ASlında baba duygusaldı ama korkardı duygularını göstermekten. Mesela Sadece içtiği zamanlarda ağlardı. İnatçıydı da, öldürseler yumuşamazdı ama bi tek kızına dayanamazdı. Bir keresinde yine saçma bir otorite savaşı sırasında baba kalbini kırmıştı kızının. Haklı olduğuna yüzde yüz inanıp aynı inatçılıkla babasına tavır yapıp tam altı ay aynı evde hiç konuşmayan kızını yumuşatmak için yapmadığı şey kalmamıştı. En sonunda bir sabah erkenden sahile giden kızının arkasından bisikletle gelip, kız denizdeyken, kızının en sevdiği sucuklu tost ve bir kişilik termosa koyulmuş sıcak çaydan oluşan kahvaltıyı bırakıp gitmişti.

Tabi çocuklar büyüdükçe, aslında her biri ailelerinden farklı birer birey haline dönüşüyorlardı. Anne bunu olgunlukla karşılarken baba endişe içindeydi. Üstüne kuşak çatışması, fikir ayrılıkları derken özellikle babayla kız arasında giderek bileylenen uçurumlar oluşuyordu. Kız 19 yaşına girdiğinde ilk defa yalnız gönderildiği tatilden dayısına bahsedip, katıldığı gençlik kampında Alman gençlerden geri kalmayıp, arka arkaya sekiz birayı nasıl götürdüğünü anlatırken, bilerek sesini yükseltmiş, babasının duymasını sağlamış ve pek tabi ki kavga kıyamet de oracıkta kopmuştu. Başka bir seferde de şehir dışında saçma bir üni. kazanan ve anne tarafından bu okula gönderilen kız, daha ilk sömestirde koluna bir oğlan takıp, "bu benim sevgilim, burda kalcak , beraber dönücez" demişti. Ama baba kızını öyle özlemişti ki hiç ses etmemişti bu duruma. Hatta o sevgilim dediği oğlanı rakı masasına davet etmiş iletişim kurmaya bile çalışmıştı. Ardından daha bi sürü ergenlik saçmalıkları devam etmişti. Aslında birbirlerine çok benzeyen baba kız, birbirlerini çok seviyorlardı ve aslında birbirlerine çok bağlılardı. Aralarında anneden gizlenen konuşmalar, gizli gizli para biriktirmeler, gizli gizli dalga geçmeler, eğlenmeler ama birden birinden birinin aksiliği ve saçma bi şeye verdiği tepkiyle yerle bir olan uyum ve ardından barışma safhası ve birbirini takip eden bir döngü işte.

2008

Babanın kızı şimdi 34 yaşında ve artık her şeye başka bir objektifle bakmakta, her şeyi artık daha geniş görmektedir ama babası çoktan gitmiştir. Kızına babasından kalan en değerli şey vernacular fotoğrafları ve şimdilerde aklına geldikçe bazen güldüğü bazen ağladığı anıları. Ama üstünden zaman geçmesine rağmen en sıcak hissettiği duygu, babası gittiğinde, normalde babasından hoşlanmadıkları için, evlerine pek sık uğramayan teyzelerin, dayıların, eniştelerin telkin ve başsağlığı için eve doluştukları sırada, içinden geçirdikleridir;" baba keşke sen gitmesiydin de bütün bu akraba denen şeyler hiç bir zaman evimize uğramasalardı. Onlar olmasaydı da keşke sen olsaydın şimdi burda!!!"

Baba gideli tam sekiz yıl olmuştur bile. Kızı gene babasına kızgındır azıcık, bu kadar erken bırakıp gittiği için onu. Halbuki, o gittiğinde daha yeni kazanabilmişti o çok girmek istediği okulunu, daha yeni tanışmıştı sonradan hayatının nerdeyse tamamını paylaşmaya karar verdiği adamı. O adamı da görememişti, okulunu bitirdiğini de, ilk sergisini açtığını da, sonra diğer olan bitenleri de. Eminim bazıları çok hoşuna gider, bazılarına da kızının tahmin ettiği tepkileri verirdi.Daha ne fikir ayrılıkları yaşayacaklardı halbuki, neleri tartışıp nelere gülüp eğleneceklerdi,
"Şimdilerde daha çok özlüyorum seni ama bir türlü o koca, uzun ağaçlarla çevrelenmiş, üstünde adının yazıldığı taşın olduğu mekana hala gidemiyorum, gitmicem işte. Oyunbozansın sen" diye geçiriyordu kızı hala aklından.
Ve içinden geçenleri şu cümlelerle bitirdi kız;
babam benim, sana diyorum: sen her zaman aklımdasın. Seni anmak için bu belirli zamanları beklemiyorum hiç, geleneklerin aksine. Ya da bu yılndönümlerinde yapıldığı gibi, helva kavurmuyorum, pişi pişirip dağıtmıyorum, lokma döktürmüyor, mevlüt okutturmuyorum sana. Sen sürekli benim zihnimde, beyaz sayfalarımdaki kurşun kalem izlerimdesin ama ben bu sefer senin için bu hikayeyi pişirdim, yanına da senin o sevgiyle, özenle hazırladığın mezelerin gibi olsun diye vernacular varoluşlarını ekledim senin için, hem de hiç orjinalliğini bozmadan photoshoplamadan, buraya tıklayan herkese dağıttım. Görüşürüz babacıımm, şeyde, hani dedim ya......

Paranoyak bir kişiliğin olayları algılayışı!!!!

Neydi bu acı diye düşündü kendi kendine Abigale. İki gündür midesindeki kramplar hiç geçmemişti. Açlık hissetmiyordu. Dizleri her an bükülüp yere düşecekmiş gibi seğiriyordu. Hayat durmuştu sanki, işleri umursamıyordu. Herkesle keyifsiz ve mecburi konuşmalar dışında pek muhatap olmuyordu, bakkaldan bi ekmek ve bir gazete istediğinde her zaman kuruşu kuruşuna en bozuk paralarını veren kişi o değilmiş gibi bozuk parasındaki bütün bozuklukları adamın önüne yığmış ve çıkıp gitmişti, sonradan bakkal arkasından koşturup, bunları bıraktınız diye eline tutuşturmuştu.
Abigale eve girer girmez elindeki gazeteyi, ekmeği, bozuk para kutusunu ve çantasını bir kenara atıp, kendini yatağa bıraktı, tam uykuya dalmıştı ki sert bir kapı açılmasıyla sıçradı. O da eve gelmişti. Hiç konuşmadılar ve hatta asık bir suratla mecburi konuşmalarını yapıp geçiştirdiler, sonraki saatlerde ikisi de aynı anda aynı odada bulunmamaya dikkat ettiler.
Abigale, artık bitti diye önemsizce ve hatta kızgınca geçirdi aklından. Bitti ama o zaman bu midesindeki ağrı neydi, niye hiç bir şeye konsatre olamıyordu? Bu iki gün neden ona yıllar gibi gelmişti? İçinden, " n'apalım, ben de işime bakarım, bi sürü şey var yapacağım, onları sıraya koyarım, okuyacağım kitaplar, yazacağım öyküler, bitireceğim master, gezeceğim ülkeler, öğreneceğim yeni yabancı diller var... var da var...."diyordu ama bir türlü hiç bir şeye konsantre olamıyordu. Gidip gelip saate bakıyordu, sanki zaman durmuştu, saniyeler birbirini kovalarken, akrep ve yelkovan bana mısın demeden sanki oldukları yerde duruyorlar gibi geliyordu Abigale'e. Sürekli kendine telkinlerde bulunuyor ama fayda etmiyordu; O'nun evden çıkmasını bekliyor ve ağladığı hiç bi yerden duyulmasın diye hıçkırıklarını içine ata ata , kafasını bir yere dayayıp ağlıyordu. Sonra gözlerindeki yaşları silip, hayatının rutinine geri dönmeye çalışıyordu;Mesela günün en sevdiği saatinde bir kahve keyfi yapmak için kettle' a su koydu, fincanına kahve, ama kettledaki su kaynayıp, alet işaret verdiğinde o çoktan kahve keyfinden vazgeçmişti ve kafasını mutfak tezgahına dayayıp, sessiz sessiz ağladı; bütün kitaplarını döküp, saçtı ve hangisinden okumaya başlayacağına karar verip eline kitabını aldı, okuyor okuyor ama ilk sayfayı bir türlü geçemiyordu. Sonra bu en çok sevdiği ve en çok okumak istediği kitabıyla böyle bir başlangıç yapmak ve bu olumsuz duygularına bu kitabını da karıştırmak istemediği için, onu da diğer dağıttıklarının yanına attı ve yine hıçkırıklarını yutarak ağladı.
İkinci günün ortaları olmuştu. Yine evde karşılaştılar ve hiç konuşmadılar . Yine aynı evin içinde birbirinden kaçan iki yabancı olmuşlardı. Abigel mutfağa gitti, içinden O'nunla konuşuyordu. Sonra iyice kızdırdı kendi kendini, ağlamamak için direndi ve salona gidip sert bi şekilde bi şey demek istedi ama yapamadı sonra O salondan kalkıp yatak odasına gitti. Abigale daha da kızmıştı O'na, "iyice iletişimsizleşelim, ilkelleşelim" diye söylendi sessizce arkasından sonra da balkona çıktı. "Bitti bu iş bitti" dedi yine kendi kendine, "ne diye kendini küçük düşürüp diyalog kurmaya çalışıyosun ki" diye de çıkıştı kendine. Aslında diyalog kurmaya çalışmadığının farkındaydı. Kırmışlardı birbirlerini ve her zaman olduğu gibi O'nun gelmesini bekliyordu Abigale. Bir gurur budalası olarak, haklı da olsa haksız da olsa bunu o yapmazdı ama bu sefer O da yapmıyordu.
"İşte artık yalnızım, daha dün birbirimizi öpüp, kucaklıyorduk, güzel sözlerle pohpohluyorduk. Hayatlarımız anlamlı bir hale getirip, dertlerimizi paylaşıp ağırlıklarımızı hafifletiyorduk. Ne kadar da yalnız hissediyorum kendimi şu an, sanki yıllar önce kendimin bir yarısı O'nunla bütünleşmiş ve şimdi kendimin yarısından çoğu onda kalmış gibi hissettim. Her şey ne kadar da anlamsız artık ve hissettiğim tek şey bu mide kasılmaları ve O'nu gerçekten çok sevdiğim ve çok özleyeceğim" diye geçirdi yine içinden.
O tükenmek bilmeyen zamanlar tükendi, İkinci günün sonu geldi; Abigale de artık tükenmişti ve O'nun yanına gitti,en azından daha somut bir sebeple durumu netleştirip ne olacaksa olsun diye düşünürken, kounşmaya başladılar, sinirlendiler, sonra Abigale çıkıp gitti odadan, arkasından O geldi, sonra birbirlerine sarılıp bir süre birbirlerine öyle kenetli kaldılar bu sırada Abigale çaktırmadan gözyaşı döküyordu. Sonra gecenin ilerleyen saatlerinde balkonda keten helva eşliğinde, ikisi de biraz mahsun, iki günlük üzüntüden dolayı biraz yorgun kahve içiyorlardı. İkisi de sonunda ne kadar büyük bir sorun olursa olsun birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini bir kez daha farkettiler , sonunda gönül kırıklıkları eşliğinde birbirlerini affettiler.
Bu iki günlük küskünlük macerası sonunda Abigale ilişkilerinin akibeti ile ilgili kurduğu büyük fantastik sonları O'na anlatırken, kendi de nasıl olup en kötü ve en can yakan sonuçlara varabildiğine şaşırdı.
Biraz hayal gücü, biraz evham ve paranoyaklık, aynı zamanda gereksiz yere büyük gururlu bir kişiliğin, hayata bakışından başka bir şey değildi bu.

Ben Böyle Hayatın Taaaa amınaaa Koyiiimmm!!!!

Hayatta başarısız olmuş bir kezban olmak ne demektir; hala kendi başına yaşamaya yetecek para kazanamıyor olmaktır; şu an tek başına kalınsa ne yapacağını şaşırmış, ışığa maruz kalmış tavşan pozisyonuna girmektir; hayatta hiç bir şeye faydanın olmamasıdır; boş yere gezegende yer kaplamak, metan gazı üretmek, su, besin tüketmek, doğaya bile zarar vermekti; duygularını karşındakine tam aktaramıyor olmaktır; hayatta bu kadar başarısızken en yakınında yaşayanları da başarısızlığa sürüklemek, onların da canını yakmaktır...
Peki hayatta başarısız olmuş bir kezban olunmuşsa ne yapmak gerek; Etrafındakilerin düzenini ve ilişkilerini daha da fazla bozmadan, kıyıdan kıyıdan yollanmak gerek; üstüne bir de ifade eksikliği yüzünden anlaşılmakta da başarısız bir kezban olunduysa daha fazla inat etmemek, hem başarısız hem de kendisine kötü davranılan bir kezban'a dönüşüp yaraları daha da kanayan bir kezban olup etrafın acınası bakışları ve aşağılamaları altında daha da ezilmemek gerek.
Ama o zaman ben böyle hayatın taa amına koyim yani, hem kezban olmak ,üstüne başarısız olmak, üstüne ne hissettiğini kimsenin önemsemediği bir hayvan olmak, üstüne çulsuz olmak, üstüne bunca yıldır yalnız olmadığını sanıp da aslında ne kadar yalnız mışım lan ben, bak işte yalnızım, demek ki hep yalnızdım da yalnız değilim sanrısını yaşıyormuşum meğer diye kafaya dank etmek....
En iyisi sakinleşmek, ufaktan antidepresan ilacına uzun soluklu bi şekilde başlamak, kezban değilim, değilim, bütün bunlar değilim diye telkinde bulunmak ve bir çıkış yolu bulmak!!!!

Koy Koy Koy .Koy Koy Koy Koy Koy......

değişmez sorumuz
nedir ki sonumuz
toprak değil mi erkeni geçi
aldırma sen doldur be meyhaneci

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

çok ülkeler gördüm
çok diyarlar gezdim
öğrendim alemin sırrı nedir
dünyanın merkezi bu meyhanedir

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

ölürsün dediler
dün içirmediler
sanki sarhoş oldum bilmem neden
çıkmam tövbe bir daha meyhaneden

koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
doldur bak efkarlandım yine bu gece
koy koy koy koy koy
koy koy koy koy koy
dostlar gitmeden gizlice

Karmaşık, yorucu ve sıcak günler!!!!

Kaç hafta olmuştu dedemi görmeyeli. Aradım bi ara çok hastalanmış, hala yatıyormuş. Dedim teyzeme geliyorum alıcam dedemi, dedi yok alma hasta adam, dedim yok alıcam , hem açılır biraz, bu kadar zaman yatılır mı yahu, normal insan hasta olur cıkcıkcık.... Öyle böyle gittik almaya. Aşağıda sitenin otoparkında teyzemle bekliyorlar. Dedemi ilk defa kravatsız, takımsız gördüm o gün. Üstünde çamaşır suyu olmuş bir eşofman, kat kat giydirilmiş birbirinden ucube kalın giysiler(bu sıcakta) ve üstünde 80'li yıllardan kalma bir hırka vardı.
Hüseyin çavuş bizi görünce sevindi. Belli ki teyzemi çok yıldırmış, teyzem de sevindi bizi gördüğüne. Neyse attık arabaya dedemi koyulduk yola. Bizimkisi yol boyunca hiç konuşmadı. Ne bir ahlama ne bir oflama. Sakin sakin oturdu arkada eve gelene kadar. Zar zor çıkarttık merdivenleri. Bir de altında yetişkin bezi haşır haşır, bir yandan keskin bir sidik kokusu. Girince eve, direkt odasına gidip, yatağa girmek istedi. Konuşurken zar zor sahip oluyordu ağzındaki dişlerine.
Eskiden biz küçükken dedem hasta olduğunda odamıza girip ağlardık, "niye yatıyor dedem, ölücek dimi" diye etrafımızdakileri suçlardık kardeşimle. Çünkü alışık değildik dedemin yatmasına. O kadar az hasta olurdu ki, hep unuturduk daha önce hastalandığını. O bizim için her sabah biz kalkmadan kalkan, bize erimiş peynirli ekmek yapan, sobayı yakandı, dedemizdi işte.
Hele benim için daha da önemliydi. Almanya'da doğmuş ve orda almanların eline bırakılmaya razı olmayan annem babam tarafından bir kaç aylığına, onların izin tarihlerine kadar anneanneme ve dedeme bırakılmıştım. Tabi benim dünyadan haberim yok o aralar. Meğersem dedem beni hiç istememiş, büyük bir mezhep ayrılığı yüzünden, dedemin onaylamadığı babamla evlenen anneme küs olan ve annemle babamla konuşmayan dedem bir de rızasının alınmadığı evlilikten olan veledi yani beni hiç istememiş. Hatta yezidin dölü diye hep uzak durmuş benden ama çok değil, annemler gittikten bi kaç gün sonra ateşlenen ve hastalanan bu bebeğe kayıtsız kalamayan dedem, o hasta olduğum gün beni kucağına almış, hatta o geceden sonra hep koynunda yatırmış. Sonra annemler izne geldiklerinde onlara beni vermemiş, "bırakın burda büyüsün, şimdi yaşına girmeden yabancının eline düşmesin çocuk "demiş, bu arada anneannem de ağlamış sızlamış ve sonunda annemler iki yıl sonra kesin dönüş yapmaya karar vererek, beni dedemlere bırakıp gitmişler. İşte o günden sonra anneannem ölene kadar, benim ve dedemin ayak ucunda yatmaya razı oldu ve benim dedemle olan diyaloğum dillere destan oldu. Çünkü annemler geldiğinde bile dedem benimle ilgilenmeye devam etti. Nereye gitse götürürdü beni; eskiden Ankara'da gençlik parkında nargileciler vardı, oraya giderdik, dedem kavede nargile içer ben de beyaz gazoz ve leblebi tozu yerdim.Kronolojik Fotoğraf albümüm dedemle fotoğraf stüdyolarında çekilmiş özel portrelerle, annemin Alamanya'dan getirdiği Agfa marka fotoğraf makinasıyla çektiği, an be an yaşantımı ve dedemle ilişkimi birebir anlatan fotoğraflarla dolu.
Naz niyaz, her istediğim yapılırdı. Dedemden korkardı herkes. Hatta rivayete göre, ortanca ve daha o zamanlar bekar olan dayımın arsız sevgilileri dayımı tavlamak ve dedemin gözüne girebilmek için benim boklu bezlerimi yıkamak için sıraya girerlermiş. Sonunda en çok boklu bezimi yıkayan, en yalakası, en içten pazarlıklısı da zaten dayımı kapmış, büyüyünce bunu daha iyi görebildim.
Ben de bir yetişkin olunca dedemin aslında benim bildiğim, tanıdığım kişi olmadığını, karakterini, huylarını, tepkilerini, zihniyetini algıladım ve bana taban tabana zıt olan karakteriyle tanıştım hatta psikolojik bir savaş geliştirdik aramızda ama Anneannem ölünce ben temmelli dedemin yanına taşındım annemlerden ayrılıp. Ve onca kavga ve başkaldırıya rağmen aramızdaki sevgi ve bağlılık hiç bitmedi.
Şimdi dedem yine hastaydı. Ve ben odaya girip yine çocukken yaptığımız gibi zırıl zırıl ağlamaya başladım. O sırada içerden bana seslendi zayıf bir sesle, gözyaşlarımı silip yanına gittim. Çay istedi benden, zar zor konuşarak. Tamam dedim, mutfağa girdim, çayı koyarken yine ağlamaya başladım. O sırada ÖB geldi, şaşırdı beni ağlarken görünce. Dedim ki "dedem ölüyor!", dedi ki "saçmalama!! Biraz hasta olmuş o kadar, kaç yaşında adam halsiz kalmış, teyzen de bakamamış N'apsın o da yaşlı, cahil kadın". Ama yok ben durduramadım gözyaşlarımı. Dedim ki "hiç dedemi böyle halsiz, böyle tepkisiz gördün mü , bu üç yıldır hiç böyle gördün mü?"dedim. O da şaşırdı. Sakinleştiremedi beni.
Dedemin odasına gittim. Onu yıkanmaya ikna ettim. Biraz ÖB'den kuvvet desteği aldım, sonra biraz kendine geldi. Biraz da hafif giydirdim, Yorgan yerine, battaniye nevresimledim ama hemen Uyutmadım, çayla bi şeyler yedirdim zorla.Baktım bizimkisi ahh vahh etmeye başladı. Benim de gözlerimdeki yaşlar azaldı. Bir de yatmadan bol şekerlisinden, tam sevdiği gibi bir bardak sıcak süt içirdim. Gece de sık sık kontrol ettim, nefes alıyor mu diye. Sabah da öyle 12'lere 13'lere kadar uyumasına izi vermedin. Saat 10'da uyandırdım, zorla balkona çıkarttım, kahvaltısını yaptı en atomundan, sonra da bi multivitamin patlattım. Bol bol sıvı içirttim zorla, ayran, kefir, su. Zorla, oflaya puflaya yemek yedi 6 öğün.Biraz toparladı kendini.
Pazar günü olduğunda ve teyzeme gitme vakti geldiğinde, Güzel bir sakal traşı yaptım, güzelce kokular sürdüm, misler gibi giyindi, morali düzeldi. Hatta daha gitme vaktine çok varken, eskiden olduğu gibi, acele etmeye "ben dolmuşa binip gidiyim mi" demeye bile başladı. Bu sefer bu aceleciliğine ve gidicem gidicem diye tutturmasına, ha bire gömleğimi ütüledin mi diye sormasına kızmadım bilakis çok sevindim, eski performansına yavaş yavaş kavuşuyor diye!:))Bu sefer dedemin gitmesine izin vermedim ama eninde sonunda gidicek hatta belki de yakında. Eh zaten geldi 87 yaşına o da gitmek istiyor. Ama her gidecekmiş gibi yaptığında ya da bir gün gerçekten gittiğinde ben yine o çocukluğumdaki duygularıma dönüp, "gitme dede, gitme Hüseyin Çavuş", diye ağlayarak" Gidiyor dimi dedem" diye etrafımda suçlayacak birilerini arayacağım.

Bas Gaza Türkiye Bas Gaza...!!!!!!

Bütün Türkiye Maça kilitlenmişken, ben de ara sıra dışardan gelen çığlıklara göre içerde maçı seyreden ÖB'nin yanına gidip merakımı giderip tekrar pc'min başındaki uğraşıma dönüyordum, bi süre sonra tazı burnum mutfaktan gelen çöp kokusunu algıladı ve "ulan yine unuttuk çöpü atmayı, bizim mal kapıcı da şimdi içiyodur maçı bahane edip, ondan bi daha dolaşmaz apartmanda, iyisi mi ben silahlar patlamadan, serseriler gaza basıp caddeleri istila etmeden çöpü atıp da gelim" dedim kendi kendime.
Attım çöpü, dönerken yan apartmanın bir penceresinden gelen seslere yöneldim: İki orta yaşlı teyze, biri diğerine; "değiştirin değiştirin kanalı, içim almıyor wallahi, ay çok fena oldum" dedikten sonra öteki de muhtemelen evdeki üçüncü kişiye; " değiştir değiştir wallahi ben de bi acayip oldum" dedi. Ben yine içimden "ulen bi bienalde bir Türk'ün bi sanatı, bi eseri sergilense, ya da herhangi bir festivalde bir Türk ödül alsa bu kadar heyecan yapmazsınız kevaşelerrr!!!" diye geçirdim içimden. Sonra yukarı çıktım ki meğersem son dakkada Türkiye gol yemiş ve elenmiş. Demek bu teyzelerin içi ondan böyle şey olmuş hımm... ÖB de "bu sefer iyi oynamışlardı ama şanssızlık oldu" dedi.
Eeee Gary Lineker'in dediği gibi: "football is a very simple game. for 90 minutes 22 men go running after the ball and at the end the germans win."
Hem ayrıca bu bir oyun, eğlenmek için lakin bizim için at, avrat, silah Üçlüsünün son halkası gibi bişi oldu. Neyse işte böyle.
Ben de bu biten futbol macerasından sonra yine bizim için yazdığım şarkı sözlerini iftiharla sunarım: Bas gaza Türkiye bas gaza; Bas gaza Terim bas gaza; Yediğin zamlar tam gaza; Sen maça ver aklını bas gaza; Elektrik zammı kapıda; Bas gaza Türkiye bas gaza; zamlı zamlı bas gaza...
Not1: Haaa bu arada gerçekten de gaza, kornaya,silaha ve havai fişeğe basanların sesleri de yatak odamızın kapalı penceresine rağmen kusursuzca duyulmakta o şu an!!!!
Not2: Ayrıca benim seyrettiğim; Türkiye ve Milli Futbol takımımızla tek yürek, cesur yürek, heyecanlı yürek olduğum ve takımımızın hiç bir maçını kaçırmadığım tek futbol müsabakası 2002 FIFA Dünya Futbol kupası olmuştur.

Bir İnsan; Bir sanatçı; Bir anarşist; Bir müzsiyen; Kazım Koyuncu!!!

Her gün üç ölçek dinlediğim, hiç gitmiş gibi düşünmediğim insan, hatta onu dinlerken bi konseri olsa da gitsem diye aklımdan geçirdiğim, gidişini hiç kabullenmek istemediğim güzel insan: Aslında Seninle ilgili böyle bir anma gönderisi hiç yazmadım, yazmak istemedim ama bu sene bi böyle gidişini kabullenmişim gibi duygularım depreşti, bi böyle bi tuhaf oldum da senle ilgili yazmak belki iyi gelir diye düşündüm.
Ahh keşke.....
fotoğraf şurdan

Cennete Bi Gidiş-Dönüş Lütfen!!!

Evime ulaştığımda, her zamanki gibi annem beni benzincide elinde ineceğim dolmuşa verilmek üzre hazır tuttuğu bozuk paralarla bekliyordu. Çıkıştım ona hemen:" Ya anne bi izin vermiyorsun, evimin kapısını kendi anahtarımla açmamı, çocuk muyum ben; walla bi daha gelicemi haber vermicem yaw, cıkcıckcık..."diye ama beni ciddiye almadı tabi hatta "çok konuşma hadi, ben çocuklarımı sokakta bulmadım, öyle başıboş bırakamam"dedi. Aslında ne yalan söyliim bu sefer pek tepki vermedim zira annemin sevgisini ve ilgisini özlemişim.
Yüküm olmadığından , bakkaldan çavdar ekmeğimizi alıp 1.5km'lik yolu, sağımızdaki solumuzdaki zeytin ağaçları eşliğinde yürüdük, saat daha sabahın 08.00'iydi ama acayip sıcaktı. Eve vardık, hemen kahvaltı, ardından bi telefon; kardeşim, özlemiş beni, son kavgamızın üstünden bir yıl geçmişti, o günden beri görüşmemiştik tabi tel. konuşmalarını saymazsak. "Gelsene" dedi bana ben de "sen gel yaw denize gireriz burda, şimdi İzmir yanıyordur bunalırız orda" dedim O da hiç ikiletmedi "doğru lan ben gelim hadi" dedi ve üç saat sonra evdeydi:))
Annemin keyfine diyecek yoktu. Rahmetli Fehmi amcanın bisikletini de alıp, üçümüz denize gittik. Ohh öyle güzeldi ki. Uzun süredir ilk defa bisiklete binmenin, yüzmenin, kardeşimle şakalaşmanın, annemle suyun içinde boğuşmanın keyfini çıkarttım.
İlk akşam Kardeşim mangal yaktı, yedik de yedik, yanında da biraları götürdük. annem de yok ben o kadar içmem diye diye yarım benim biradan yarım kardeşiminkinden derken nerdeyse bizim kadar birayı hüpletip kikir kikir kikirdemeye başlayınca asıl eğlence o zaman patladı. Ama sonra, çektiğimiz videoyu seyredince o halde bile bizimle kafa yapanın annem olduğunu farkettik ve bu sefer de annem bizimle bayağı eğlendi.hahahaha... çok komik kadın yaw şu annem!!!:)))
Site öyle güzel olmuştu ki, sanki bolluk ülkesine gelmişim gibiydim. Her yer yemyeşildi. Bahçelerdeki meyve ağaçları artık üstündeki meyveleri taşımaktan yorulmuş, kollarını toprağa doğru indirmişti. Herkes reçel sevdasındaydı, en çok da kayısı, her evin bahçesinde güneşte dinlenmeye bırakılmış, üstü tülbentle örtülmüş kayısı reçelleri vardı.
Son günümde annemle deniz dönüşünde kapımızın önünde bir leğen dolusu dalından yeni toplanmış vişne karşıladı bizi. Laz komşumuz tam üç tane vişne ağacının dallarını basan meyvelerini konu komşuyla paylaşıyordu. Hemen herkesin kapısının önünde içi meyve dolu leğenler görülebilirdi. Eeee çok olunca millet de n'apsın birbirleriyle paylaşıyordu, ne güzel.
O kadar vişneyi bir arada görünce benim gözüm döndü tabii, duşu muşu es geçip, tuzlu bedenim ve yaş bikinimle, hemen balkona yerleşip vişneleri çekirdeklerinden ayırmaya başladım, bi yandan arada ağzıma atıyor bi yandan da anneme" anne bunların hepsini reçel yapalım" dedikçe annem" kızım delirdin mi, o kadar vişneyi nasıl ayıklıcaksın, delirirsin aç gözlü kızım benim"diye dalga geçiyordu. Hakkatten de bi süre sonra yıldım, "aman doğru ya yeter bu kadar kalanı senin olsun anne" dedim ve kalktım vişnenin başından ama sonra pişen reçeli 6 kavonoza zor sığdırınca ne kadar çok vişne ayıkladığımı da farkettik!:)) İnsan aç gözlü olmaya görsün.!!!
Tabi denizden ve meyvelerden, biradan, şakadan komiklikten artakalan zamanlarda da annemin laptopundaki baş belası vistayla ilgili sorunlarını çözmeye çalışmaktan nete de giremez oldum, zaten annemden de pek fırsat olmadı zira bizimkisi laptop recai olmuş, bi de akı boku yüklicem diye aletin ..mına da koymuş, sürekli bi "DŞ yavrum bi yukarı gel, bişi oldu, bi yukarı gel şu ne demek , şunu nasıl yapıyorduk" diye diye benim de beynimi şey etti durdu. Ama tabi bu laptop olayı anneme çok yaramış, artık nerdeyse aramızda kuşak farkı kalmamış hhahaha teknolojik anne olmuş çıkmış, her şeyi nette yapıyor, gazeteleri nette okuyor, her yenilikten haberi var, kendine thunderbird bile indirmiş, maillerini direkt ordan kontrol ediyor bi de her yeni çıkan kitaptan haberi var ve daha neler neler...:))
Bu arada Kardeşim geleli üç gün olmuştu ve gariptir hiç kavga etmedik, galiba çok özlemiştik birbirimizi, denize gittik, sahildeki çıtırlarla eğlendik, akşam gelsin biralar gitsin mangalda yemekler, salatalar. Çok güzel günler geçirdim. Sonra kardeşim döndü, iş güç tabii, üç gün sonra da ben döndüm.
Annem ve kardeşim " bi dahaki sefere hadi inşallah maşallah temelli gelirsin ÖB'le " diye bana temenni de bulundular, Hatta bi ara kardeşim tekrar İstanbul' a gitme ihitimalini konuşurken annemin morali bozulmuş,"Maden aynı ülkede yaşıcaz ne diye uzaklara gidiyordunuz be çocuğum, gittiniz zamanında döndünüz geri artık yakınımda olun, artık çok uzakta olmanızı istemiyorum" diye gönül koydu bize.
Çok güzel günlerin ardından buraya döndüğümde burdaki hayatımdaki değişikleri henüz farkedemedim ama sanal alemde neler neler olmuş; mesela Nakhar vize alamamış; üzüldüm; Hüthüt kuşuna deli saçması bi yorum gelmiş, çok tepki alınca yorumun sahibi şaka şaka diye geçiştirmiş, pigmelerle dans eden Uganda'ya geri dönmüş; Diagonal Öss'ye girmiş, nişanın yapmış, Gay kedi yine her zamanki istikrarlı güncellemelerine tam gaz devam etmiş, mahallenin delisi hasta olmuş; persona filmlerle ilgili yazılarına devam etmiş;timeconsuming İstanbul'da yaşamaya başlamış; doktor bora eski karadeniz turunu yüklemiş yine en başa, tabi diğer blogda hastalarından öğrendiklerini nonstop aktarmaya devam etmiş; readerdan okuduğum bloglarda da bazıları yazmış bazıları aynı kalmış; blogunu güncellemeyenler de hala harekete geçmemiş......!!!! Yani sanal dünyamda hayat devam etmiş, tecrübeler, duygular akıp gitmiş....
Şimdi ben de kaldığım yerden devam etmeye başladım, bakalım....

Dönücektim ve Döndüm!!!

Çırpındıkça battığım bi bataklıktaydım sanki, ben çabaladıkça, çözüm bulmaya, iletişim kurmaya çalıştıkça daha da batıyordum. Sanki bir kabustaydım ve yürüsem de aslında yol katademiyordum, olduğum yerde koşuyordum. Kaç yıldır bi şeylerin arkasına sığınarak canımı acıtıyorlardı. En sonunda ben de tepki vermeye başladım. Ben de can acıtmaya hatta her geçen gün daha da şiddetli acıtmaya başladım. Bir yerden kopsun herkes irinini boşaltsın istedim. Ama o da olmuyordu. ben acıttıkça öteki daha acıtıyor sonra yine ben yine öteki derken kendimi bir döngünün elemanı olarak buldum. Oysa ki neleri çözmüş, neleri yoluna koymamıştım ki; boyumdan büyük meseleleri halletmemiştim ki ama bunu çözemedim. Sonunda bir fırtına kopardım hem de doğum günümde, artık hallettiğim problemlerin ısıtılıp ısıtılıp önüme konmasına izin vermemeye karar verdim ve sonunda bir fırtına kopardım hem de doğum günümde. Kökten çözümlerle çalkanan beynim daha da hızlı çalışmaya başladı ama neden sonra ÖB beni durdurdu ve bana " Bu sefer ben halledicem; her şeyi yoluna bizzat ben koyucam" dedi, söz verdi hem de doğum günümde. Ve bu söz hep aklımda kalacaktı ve dokuz haziran iki bin sekiz, bu hep aklımda kalacaktı; yaşadıklarım, o gün hissettiklerim, inadına beni neşelendirmek için km'lerce uzaktaki dostlarımın nette yaptıkları şovlar, yakınımdaki dostlarımın sıcaklağı, iyi şeyler kötü şeyler...

Bu sözün ardından ben kafamda radikal kararlarım evime gittim, anneme. Ve orda olduğum sürece ÖB'yi hiç aramadım. Sürekli düşündüm; şöyle yaparım, böyle olur, şunu şuraya koyarım, olmadı, alır böyle koyarım derken sonunda kafamdaki her şeyi netleştirdim. Her şeyin dışına çıkıp uzaktan izledim ve aslında ne kadar doğru kararlar verdiğimi anladım. Rahatladım. Artık ne ne durumda ne yapabileceğime duygularımı karıştırmadan karar vermiştim ve artık can sıkıcı tekrarlar yaşamayacaktım, yoluma kaldığım yerden devam edecektim.

Keşke annemin de bütün bu yaşadıklarından haberi olsaydı. Eminim o daha önce daha sağlıklı kararlar vermemi sağlar, bunca eziyeti çekmeme engel olurdu. Ama artık bir yetişkindim ve onu kendimi bulaştırdığım meselelerle üzmek istemedim keza kardeşimi de!!

Sonunda ÖB'yle aramızdaki sessizliği yine ÖB bozdu. Beni ilk arayan o oldu. Telefonda saatlerce konuştuk, öyle uzun konuştuk ki annem ve kardeşim bi sorun olduğunu anlamasın diye evden uzaklaşırken kendimi sitenin yanındaki karanlık ve ıssız tarlanın ortasında buldum, sonra biraz sakinleştik ikimiz de, sonra konuşmaya devem ederken ben tarladan çıkmaya ve ışığa doğru yaklaşmaya başladım. Artık sol kulağım kıpkırmızı olmuştu ve daha fazla konuşmak istemedim ve konuşmayı bitirdik.

Sonraki günlerde de hiç aramadım ÖB'yi. Oysa özlemiştim çok ama yorulmuştum da, kolum kalkmadı onu aramaya.

Evimdeydim, sanki burdan hiç ayrılmamışım gibiydim. Her şey bıraktığım gibiydi, odam, yatağım, kitaplığım... Uzun süredir ilk defa, yıllar önce öğrenciyken şımarıklık yapıp aldığım 200cmx200cm'lik koca yatağımda, o tanıdık anne kokusunun sindiği nevresimlerimde, deliksiz gece uykuları uyumaya başladım. Uzun süredir ilk defa uykumu almış olarak sabahın 6'sında dinç bi şekilde uyandım, Uzun süredir ilk defa domates, biber, keçi peyniri , anne yapımı reçel, zeytinle ve anneyle kahvaltı ettim. Uzun süredir ilk defa okuduğum kitabıma odaklanabildim, uzun süredir ilk defa bisikletle alışverişe gidip durdum, uzun süredir ilk defa huzurlu , mutlu ve sakindim.

Sonra yine ÖB aradı. Biraz bozuktu bana haklı olarak çünkü hiç aramadım onu; O aradığında da tek ilgilendiğim, sorduğum Fatma Girik'ti. Bana "gelicek misin" diye sordu. Ben de "evet gelicem" dedim. Çocuk diildim ya, dönücektim elbet, orda iki tane evim, bir Fatma Girik'im bir dedem ve bir sevgilim vardı. Dönücektim elbet, orda kurduğum hayatımı yarım bırakcak değildim elbet!!! Dönücektim elbet ordaki hayatımın kahramanlarına benimle gelip gelmeyeceklerini sormadan gidip de dönmemezlik yapamazdım. Hayattan o kadar da korkmuş Kezban pozlarına giremezdim, dönücektim elbet!!!!

Denziatı; Kordon; İzmir!!!

Hafta içi; iş güç, Fatma Girik; haftasonu; Fatma Girik, Hüseyin Çavuş, temizlik, yemek derken bütün sorumluluklarımızı yerine getirdikten sonra , kendimize de bi yarım ya da bir saat ayıralım dışarı çıkıp yürülerim dedik.

Nitekim yürürken Bahçeli'de salaş bir yer çıktı karşımıza, rock çalıyor, tahta masaları ve yüksek tabureleri var ve 50'lik fıçı 3,95ytl, cazip geldi tabiii bu İzmir Kordon'daki Denizatı'nın ilk hali gibi görünen yer ve hemen çöktük. Biralarımızı istedik yanına da Fındık. Muhabbet hemen İzmir'e kaydı tabii, mekanın Denizatı'nın ilk haliyle benzerliği sebebiyle( bir de yanda balıkçı varmış, ben de deniz kokuyo yaa burası ne tuhaf diye düşünürken farkettik haahahaha....) ; "ne içerdik ya dimi ÖB, sen İzmir'e gelirdin teleferiğe çıkardık, içerdik de içerdik, sonra kordon'a gider bizim çocuklarla cigara takılırdık, denizatında da bi çeşit cila yapıp, son vapurla karşıya, eve döner deliler gibi sevişir, gecenin bi yarısında tatlı aramaya çıkardık sokağa"diye sesli bi şekilde düşünmüşüm, ÖB de hemen " evet ya ne güzeldi o günler, benim için senin yanına gelmek çok güzeldi, çok hoşuma gidiyordu "dedi. Hemen sorgulayıcı soru geldi benden tabii bunun üzerine " Bu şehirde sürekli beraber olmamıza rağmen mutlu değiliz dimi" Dedim ve ÖB şöyle devam etti:" Aslında mutluyuz ama sen her şeyi kafana takıp, çözülmez sorunlar haline getiriyorsun, çok önemsiyorsun ve hep burdan gitmek istiyorsun" dedi. Biraz sessizlik oldu. Sonra sessizliği bozan yine ben oldum: "Evet doğru söylüyorsun, hep burdan gitmek istiyorum bu yüzden de burda bi şey yapamıyorum, bütün hayatım gitmek üzerine kurulu, burda yaşarken hep bunu hayal ederdim sonunda tam başarmıştım ki sen çıktın karşıma ve beni yine buraya sürükledin" dedim ve ikimiz de sustuk.

Bi süre yan masadaki gençlerin konuşmalarına kulak kesildik, hep arabalardan ve maçtan bahsediyorlardı, oysaki dış görünüşleri tam bir rockçı gibiydi ve sanki anarşist bir ruha sahip gibilerdi ama hiç biri ne müzikten ne de başka bi şeyden bahsediyorlardı, akılları fikirleri para, paranın satın alabileceği arabalar ve futboldu, işin garip yanı kızlar da aynı onlar gibiydi, onlar da oğlanların sohbetine bir iki şuh kahkahayla eşlik ediyorlardı. Hayal kırıklığı ve muz kabuğu eşliğinde hadi birer daha 50'lik yuvarlayalım olduk.

İkinci 50'likte uzun süre içmeyen bünyem sarhoş olmaya çoktan başlamıştı. Şu an bana tır var şoför yok deseler hiç tereddütsüz, ben kullanırım diyecek haldeydim. Bir an masadan uzaklaştım. Böyle anlarda normalde yapmak isteyip de yapamayacağım şeylere yeltenen biri olarak önce, malum kişiye tel. açıp; "sen var yaaa senn, sen benim hayatımdaki EN BÜYÜK HAYAL KIRKLIĞIMSIN, bu kadar aciz bir insan olduğunu şimdiye kadar göremediğim için sana mı kızmalıyım yoksa kendime mi bilemiyorum; şu andaki mutsuzluklarımın en büyüğü, hayatımın en büyük çözümsüzü olduğun ve hayatta en çok önem verdiğimi extra mutsuz ettiğin için azııına sıçmak, koca burnuna kafa atmak, tekme tokat dalmak istiyorum sana göt lalesi" diye bir mesaj atmak; Kardeşimi arayıp:" yaa kardeşim seni çok seviyorum, ama anlaşamıyoruz, ne zaman biraraya gelsek birbirimizi yiyoruz ama senle karekterlerimiz farklı, o yüzden n'olur bana gönül koyma, beni seni bu hayattaki her şeyden daha çok seviyorum ve çooook özlüyorum" demek; annemi arayıp: " Yaa anne seni çok özledim, cebimde 100 ytl olsa bu gece basıp sana gelmek isterim, hatta cebimde hep nakitim olsa her aklıma geldiğinde 12 saatlik yola aldırmaz gelirim" demek ve karşımda sevgilim olmasa avazım çıktığı kadar, anıra anıra başarısız hayatıma ağlamak isterdim ama bi kaç saniye sonra uzaklaştığım masaya sevgilimin koluma dokunması ve " n'oldu daldın canım " demesiyle birden dönüverdim. Ve "hiçç öyle daldım işte, saçma şeyler geçti aklımdan" diyerek ikinci bardaktaki son yudumumu da fondip yaptım.

Bi yarım saat daha burda takılıp kalktık zira daha fazla içmek beni gerçek hayattan uzaklaştıracak ve bu yüksek ve rahatsız tabureler kıçımıza daha da batacaktı. Tam kalktık yağmur yağmaya başladı, he heheh ne güzelll....

hayat güzelmiş oldum, tır verseler kullanırım ya da şu yüksek inşaatlarda kullanılan vinçlerin asarsöreleni hahahahaa.....!!!!!!

Not: Fotoğraf da şurdan. Biz denziatında biralarımız yudumlarken iri dalgalar yoldan geçen arabaları ve kaldırımda yürüyenleri ıslatır, rüzgar o dalgaları oturduğumuz yerden yüzümüze savururdu, aynı bu fotoğrafataki gibiydi. Tabi bizim ÖB'yle takıldığımız zamanlarda kordon ve denizatı çoktan şimdiki halini almıştı onu belirteyim de sonra tanıdıklar şaşırmasın dimi ahahaha......

Gönüllerin kralı Ooooo Yeeee Oooo Yeeeeee!!!!!!

Sene 1994,Kayseri, Erciyes Uni. Daha hiç birimiz o çok istediğimiz okullara girebilmiş değiliz. Hepimiz birbirimizden habersiz aynı kampüsün içinde ve hiç tanımadığımız bir Anadolu kentinde oyalanmaktayız.

Hani bi söz vardır, bok boku kenefte deli deliyi dakkada bulur diye. Bizimkisi de o hesap. Kulakları çınlasın, bir Ali İhsan hocamız vardı, sürgün; oruç tutmuyor, namaza gitmiyor diye adama okulun en köhne, bir o kadar da en güzel yerinde bir atölye vermişler, sen burda takıl demişler. Resim yapmaya gelen olursa ilgilenirsin diye. İşte biz de bu emekliliği yaklaşmış, çakır gözlü, yakışıklı resim hocamızın mekanında, onun yarı gerçek yarı hayali maceralarını dinlerken karşılaşmıştık birbirimizle. Tabi önce çok gıcık olmuştum hepsine. Zaten paronayak bir insan olarak herkesin diğerleri gibi olduğunu düşünüyordum, büyük kantinin önünden geçerken beni tenekeciye bak sen diye taciz edenlerden, evime kadar takip edenlerden sanıyordum herkesi. Yani Ali İhsan hocanın atölyesine takılması önemli diildi, onlar her yerdelerdi zaten. Neyse işte sürekli Ali İhsan hocanın oradaydık, hepimiz ucundan azıcık sanatla ilgileniyorduk. Tartışıyorduk, kavga ediyorduk, hoca bizi ayırıyor, bazen hoca birinin fikrini tutmayınca korkuyor ve onu kovuyordu atölyesinde, kimi zaman bize yemek yapıyor gelin çocuklar diyordu. Böyle böyle hep rastlaşıyorduk yeni okulda yeni arkadaşlarla. Biri Ordu'dan gelmiş, Biri İzmir biri Kütahya biri de Ankara.

Bir gün İzmirli Ankaralıya gelip Ordulu'nun Bugün doğum günü var, kampüste kutlucaz sen de gel dedi. Neyse zaten yapılcak en iyi şey kampüste vakit geçirmekti. İki arkadaş kampüse indi.
Aslında Ankaralı'nın niyeti kampüse inmek ve kendi kafesinde arkadaşlarıyla takılıp sonra da Ali İhsan Hoca'ya gitmekti. Ama bir anda kendini doğum günü çocuğu Ordululuyla ve onun büyük kantinden fırlamış tipli arkaşlarının arasında buldu kendini. Bu tipler değil miydi kantinin önünden geçerken onu hep taciz edenler, korkutanlar, evine kadar takip edenler. Şimdi dayak yemek pahasına bile olsa açacaktı ağzını. Nitekim de öyle yaptı. Herhalde Ordulu hayatının en gergin ve en suçlayıcı doğum günün geçirmişti benim sayemde.

Bu doğum günü olayının üstünden bir kaç hafta sonra Ordululuyla otobüste karşılaştık. Benim de başıma kazakistanlı biri musallat olmuş, kurtulamıyordum. Hayır aynı dili bile konuşamıyorduk. Kötü davranıyorumdum onu bile anlamıyordu. Aşık olmuş salak, halbuki benim de kıza benzer bir halim yoktu o zamanlar, görenin kabus sanıp korkacağı bir kılıktaydım ve hatta her an ülkücü gençlikten dayak yeme potansiyeli olan bi tiptim. Yani her durumda tehlikeliydim. Neyse Baktım bizim Ordulu da aynı otobüste ama bana yanaşmıyordu tabi haklı olarak. Ama n'apsam yahu , Şu malaktan kurtulmam lazım. Evimi falan öğrenir, al başına belayı sonra. Bir kaç dakka sonra tüm gururmu yerler altına alarak bizim Ordulu'ya yanaşmış, "Aaaaa mkh naber yaa, görüşemedik o günden beri " diyerek şapır şupur öpmüştüm. Tabi çocuk da şaşırmıştı. Sonra "aç mısın nereye gidiyorsun" diye sormuştum. Yurda gidiyormuş, yemek de yememiş daha. Bu durumu ganimet sayan ben, kolundan tutup eve bir iki durak kala inip MKH'yi de koluma takıp markete gitmiş , soğuk sandwich malzemeleri alıp bizim eve götürmüştüm bizimkisini. Ama MKH hala şoktaydı, yemek yedikten sonra durumu anlatmıştım ona. Hiç kızmamıştı bana aksine aramızda gizli bir arkadaşlık başlamıştı bile. BU olaydan sonra bi kaç kere şehirde karşılaştık yanında yıllar sonra aynı okula girip hatta sene farkına rağmen ortak derslerimizin olacağı ekürüsü kütahyalıyla birliktelerken ve her karşılaştığımızda beni kolumdan tutup zorla yemek ısmarlamıştı.

İŞte böyle aynı takımı tutmayan iki insan gibi, fikir ayrılıklarımız uçurumun eşiğindeyken uzaktan arkadaş olduk. Okulun kapanmasına yakın MKH makinalarından birini satmaya karar verdi. Ben de yabancıya gitmesin diye aldım hemen. Sonra ayrılık vakti. Birbirimize ev telefonlarımız verdik ve hangi zamanlarda bu numaradan ulaşılabileceni söyledik birbirimize. Sonra herkes evine, yurduna, köyüne gitti.

Musti'nin bana sattığı makina sayesinde daha derin bir arkadaşlığımız başladı. Hep makinayla ilgili bi şey sormak için taaa köyünü bile aradım.İşte o aramalar sırasında bizimkinin Mimar Sinan Fotoğrafa girdiğini bizim kütahyalının da Dokuz Eylül Fotoğrafa girdiğini öğrendim. Sonra sonra bizimkilerle paylaşımlarımız çoğaldı. Çok iyi dost olduk.

Şimdi sene 2008 ve aynı şehirlerde yaşamıyor olsak bile geriye bir ben bir MKH kaldık. Hala en iyi dostum, hala hayatımda ilk gördüğümde çemkirip de sonradan en çok sevdiğim tek kişi, hala en çok kavga ettiğim, hala en çok küstüğüm, hala moralim bozulduğunda en çok ağladığım, hala en çok görüştüğüm, hala bu kadar yıl olmuş doğru düzgün bir hediye alamadığım(ama azimliyim, çok para kazandığımda çok hoşuna gidecek bi şey alacağımdam eminim hahahah....), Hala ...... Hala ..... Hala hala hala diyebildiğim;
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OSSUUUUN DOSTUMMMMM!!!!
Pastanın aslı şurdan

Bu aralar!!!!

Bu aralar uzun cümleler kuruyorum.
Bu aralar yaşadıklarım birikti anlatmak içi nasıl toparlarım bilemiyorum.
Bu aralar kendi kendime otosansür uygulamaktan sıkıcı yazılar içinde boğuluyorum.
Bu aralar yazdıklarım bana ait diilmiş gibi şey oluyorum.
Bu aralar sakinleştim.
Bu aralar herkesten ve şeylerden uzaklaştım, kendimi dinliyorum.
Bu aralar hep yapıcı olmaya çalışıyorum.
Bu aralar yazılarımdan kimse alınmasın diye nazik olmaya çalışıyorum.
Bu aralar bütün bu olmaya çalıştıklarım canımı çok sıkıyor.
Bu aralar içimde tekrar birikenler patlamasın diye acı çekiyorum.
Bu aralar, bu aralar aslında ben ben diilim beahh!!!

Bir Fotoğrafçı: Erwin Olaf!!!

1959'lu Hollandalı Erwin Amca çok acayip işler yapmış. Özellikle chessmen serisindeki işleri Joel-peter Witki'inkileri anımsatsa da aslında teoride tamamen farklı işler ve anlatımlar. Tabi diğer serileri de görülmeye değer. Hakkında bilgi edinmek için buyrun burdan yakın