RSS

Hayaller alemi!!

Sabahın altısında kalkacak insan hiç şu saatte ki saat 23.44 tam olarak, ekmek için  hamur yoğurup, pişirmek için mayalanmasını bekler mi(?) Şu an nasıl pişmanım anlatamam, gidip gelip hamura bakıyorum, mayalanmış mı diye. Gerçi uykum hiç yok, dün de böyleydi ve uyumak için kendimi zorlayıp, yatağa çivilenmem de uykumu getirmedi. Ben de bu gece, sabah sevgilime bi ekmek süprizi yapmak istedim lakin o şu an  bi üşengeçlik içindeyim, bi yandan da uyumam gerekir düşüncesi, suçluluk duygumu kamçılıyor.

On günlük tatil bize hiç yaramadı galiba. Tatilin ilk günü sabahın yedisinde kalkan biz son günlerde, öğlen saatlerinde kahvaltıya oturan tiplere dönüştük. Haliyle uyku düzenimiz de bozuldu. Hatta ÖB iki gündür o kadar depresif o kadar mutsuz ki, tatilini şahane bi şekilde geçirmiş insan modelinden çok uzak. Bugün bu mutsuzluğun bu İstanbul'a  ve o yıpratıcı işe geri dönmenin dayanılmaz yan etkisi olduğunu anladık. Ben de ona "gel gidelim burdan, mesela Girit'e yerleşelim ve bi cafe açıp işletelim" dedim. Hatta cümlemin sonuna "ben samimiyim bak bu hususta" diye ekleyince, ÖB de gülme krizine girdi. Ne var ki bunda gülünecek, samimiyim tabi, yalandan söylemedim, biraz cesur olmak lazım.
Neyse işte beyefendinin gülme şeysi geçince hayaller kurmaya başladık. Girit'e, ottini dedemin memleketine yerleşemesek de, buralarda bi adaya falan yerleşip, orda sezonluk butik bi cafe işletme, yemekleri beraberce yapma, hatta ÖB'ye bi heykel atölyesi açmayı da  hayallerimize ekleyince, ben de bi köpek, bi kaç ördek, tavuk ve keçi istedim ve tabi ki boş bir oda, fotoğraf için. Her şey tamam da bu sefer de  keçi istemem  ÖB'yi yeni bir gülme krizine soktu. Aslında bunda da gülünecek bi şey yoktu ama gülmesi hoşuma gitti, en azından şu mutsuz ruh halinden kurtulmuş oldu. Demek ki hayal kurmak çoğu zaman zor günleri kurtarmak için faydalı. Ayrıca Yaşar Kemal'in Karınca adasının yakınındaki küçük adada yaşayan Hızır'ın keçileri gibi bi kaç keçi istemenin neresi komik allasen , iki götü boklu keçiye bakamayacak mıyız canııııım.   cık cık cık....

Burda bu kadar zaman bıdı bıdı yaparken, hamur mayalanmıştır heralde. Bi gidip bakem ben hadi.....

Welcome to Smyrna!!!


ŞEKİL 1-A

 Havalimanından , İzban gibi şahane bir banliyo sistemi ile Periferideki evime olan indisiz bindisiz yolculuğum için 1,75 tl'lik kentkart okutmam karşılığında trene ayak basar basmaz, şahane çalışan klimalar, ve her koltuğa, sere serpe yayılmış yolcular karşıladı beni. Biçerova'ya kadar, yüzümde bir gülümseme, kulaklarımda, güzel melodiler eşliğinde yolculuk nasıl geçti bilemedim. Bunun sebebi, rahat, koşturmayan, evindeymiş gibi (şekil 1A)rahat pozisyonlarda treni kullanan İzmir ahalisi miydi yoksa anneme gitmemin , kardeşime, evime, denize kavuşmanın şahaneliği miydi, ayırt edemedim.  Zaten etmeye de lüzum yok, İzmir beni çoğu zaman olduğu gibi çok sakin, mutlu ve huzurlu karşıladı.


Baba tarafından Girit muhaciri yanım olmasına ve  üstüne de şu İzmir'de geçirdiğim dört yıllık eğitim macerama rağmen, rahat bir tip olamadım. Yaparız abi, sıkıntı yapma, geliriz  abicim, veririz, yat yuvarlan yahu, daha zamanı var , yetişiriz, gibi cümlelere çok mağruz kaldım hatta okuldan bi hocama bu İzmir rahatlığından, genişliğinden, sakinliğinden biraz dem vurunca : "Eee bakalım biraz daha ileriye gidince siesta bile var, dua et burda yok, bi de o olsaydı n'apacaktın burda" diyerek gülüp geçti bu şikayetime.

Şİmdi yaşım epey ilerlemiş bir insan olarak, İzmir'deki dinginlik hoşuma gidiyor, itiraf ediyorum. Hatta beni anormal derecede mutlu ediyor ama yine de İzmir'de yaşayacak kadar gaza getiremiyor. Buna en çok içerleyen de annem oluyor. Bi kaç sene önce, bizzat annem tarafından hazırlanan bi  katekulliye kurban giden kardeşim, Üç yıl önce İstanbul'dan İzmir'e yerleşti, gerçi böyle yazınca kötü bi şey olmuş gibi görünüyor ama aksine, İzmir'de yaşamak kardeşimi, daha sakin, daha az sinirlenen, şeker gibi bi insan dönüştürdü, üstelik de , kendi işinin sahibi olması bi yana, yaşam kalitesi de yükseldi.
 Şİmdi sıra bende. Annem alttan alttan ayarı verip duruyor:" alırız size bi zeytilik, yaparsının toprağa, bi prefabrik, İzmir'den de bi ev alırsınız valla şahane olur....." Bi yandan da "hiç düşünmezdim, çocuklarımın  İstanbul'da yaşayacağını" diye sitemkar cümleleri de sık sık tekrarlar oldu.

Bab'aziz!!!

Bu sıralar İran sinemasına takmış durumdayız. Her hafta en az 4 film alıyoruz, bulursak tabi. Şu an,  geçen hafta bulup izlediğimiz filme, tarih 24 haziran pazar gününün,  saat 01.18 i gösterirken TRT 1 de rastladım. Fİlm başlayalı çok olmuş hatta sonuna yaklaşmış lakin tekrar yakaladığım yerden seyretmekten kendimi alamıyorum.

Şu su böreğinin ettiği......

Bugün saçma bi güne uyandım, yataktan zor kalktım. Sanki ertesi gün bu halde olacağımı biliyormuşum gibi, akşamdan evde yapılacak tüm işleri yapmıştım, her şeyi düzenlemiş, hatta sefer tasımı ve yarın yanıma alacaklarımı bile hazırlamıştım.

İlk iş duş almaktı ama almadım. İki saat ne giyeceğimi düşündüm, zira bu şişmanlık artık canıma tak etmeye başladı. Etek giysem baldırlar pişik olur, pantolon giysem götüm çıkar, tayt giysem üstüne uzun bi şey geçirmek lazım derken, her zamanki forma kıyafetimi üstüme geçirip, kendimden memnunsuz bi şekilde evden çıktım.

Bugün son günü olan aidati ödemek için  bankamatikleri dolaşıp, kalan bakiyeleri çekip, parayı denkleştirdim, ödemeye gitmeden önce bizim orda yeni açılan Haci Sayid denen yere oturdum,
aslında canım bi şey istemiyordu ama karnım acıkmıştı kahvaltı yapmak lazımdı. Refleks olarak bi küçük açık çay ve su böreği istedim zira bu durumda su böreği her zaman beni memnun eden bi şeydir. Oturduğum masa pisti, garsonu çağırdım, sağa sola tek başına koşturmaktan hayli telaşlı olan adam hızlı bi şekilde siparişimi aldı. Sonra bi bezle gelip masayı sildi. Fakat silmeseydi daha iyiydi, şu keyifsiz günüme pis kokular da eklenmiş oldu. Garson gidince, bezin masada bıraktığı iğrenç kokuyu daha fazla solumamak için çantamdan ıslak mendil çıkartıp masanın bana yakın kısımlarını  bi güzel sildim. Sonra çay geldi, soğuktu, kaşık kirliydi ama zaten ben şeker kullanmıyordum, ardından su böreği geldi; yanında domates ve hıyarla servis edilen bi su böreğini ilk defa yiyecektim. Görünüşü güzeldi ve bense  aç, şişman bir kadındım, üstelik de o an çok mutsuzdum.  Soğuk çayımdan bi yudum, börekten bi lokma derken yedim bitirdim, burnumda hala silinen masada kalan kötü bez kokusuyla. Sonra hiç şikayet etmeden hamur olan ve  yedikten sonra ilk defa  daha da mutsuz olduğum,  görünüşü güzel tadı kötü böreğin ve soğuk çayın parasını ödeyip çıktım ordan. İçimden " biraz sabredip, çiğdem'de yeseydim bu böreği hem günü kurtarmış olurdum hem de bu aldığım yağların hakkını verecek bi tat bırakırdım zihnimde" diye kızdım kendi kendime.

Gidip aidatı ödemeye çalıştım, almadılar, sonra bütün hesaplardan topladığım paraları bi hesaba yatırıp , gelip iş yerine , netten ödedim.

Geri kalan günüm mutsuz, tatsız bi şekilde yapılması gerekenleri yaparak geçti. Birazdan  SH ile tünelde buluşmaya gidicem, hala tatsızım, alkol alsam biraz havam değişir mi acaba diye düşüneceğim yolda, yoksa boş yere göte, göbeğe kalori depolamayalım.

Hadi çıktım ben....

ÖB'ye Doğum Günü Hediyesi

Bugün atölyede şöyle bi güzellikle karşılaştım.
Masama bırakılmış bi  kitap; Michel Foucault, hapisanenin doğuşu.
Hemen atölye arkadaşım G. hanımefendiyi aradım, nedir bu benim masama bırakılan kitap dedim:
O da :" O kitap ÖB'ye benden doğum günü hediyesi( ki bana da doğum günüm gelene kadar üç tane hediye almışlığı vardır kendisinin huyudur), üstelik de  onun en sevdiği hocasının( MEHMET ALİ KILIÇBAY) çevirisi, içine de o üzücü olayı yaşadığınız günün anısına bir de şiir ekledim, oku bak sen de " dedi. Ben de huysuz bi şekilde: " yahu daha adamın doğum gününe iki ay var, üstelik ben şiir de sevmem, kafam basmıyor diyorum sana, bana niye oku diyosun" dememe kalmadı her zamanki huyu gereği, telefonu çoktan kapatmıştı.
Neyse aldım kitabı elime, dur lan bi bakim ne şiiriymiş bu dedim. Okudum, sonra ikinci defa yavaş yavaş okudum ( IQ'um gereği), sonra beni aldı mı bi ağlama, duramıyorum, o esnada çaycı girdi içeri, ama girdiğine pişman oldu adamcağız, n'apcanı şaşırdı, sonra aceleyle çıktı, sonra yine girdi içeri telaş içinde , ben hala zırlıyorum, bi kessem sesimi, adam cesaretini toplayıp n'oldu diye soracak, soramıyor, ben biraz kendime gelip, O. Abi çay var mı deyince adam şaşkın şaşkın; "büyük mü olsun" diye sordu, sonra çıktı.

Şimdi hiç huyum değildir ama, bu G. hanımefedinin bizim o acı günümüzün anısına ki, bizi yalnız bırakmayıp, kendi büyük büyük sorunlarını bi kenara bırakıp,bizimle kederimizi paylaşıp, acımıza o anda bile ortak olmuş şahane dostumuzun bizimle özellikle sevgilim ÖB ile paylaştığı bu şiiri kayıtlara geçirmem gerektiğini düşünüyorum:


Çağın gereği....

Sosyal medya diye bi şey var dimi artık(?)
Ossurduğunda bile oraya yazıp kamuoyu yaratmak.
Sonra  da bunun adı çağın gereğini yapmak oluyor.

Çılgınlığın dibine dibine!!!

Şimdi kalk taaa Küçükayasofya'dan, Beyliğindüzüne git. İki buçuk saatin yollarda geçsin, cebinden sayılı para, telefonun yok, internetin yok, evde yiyeceğin yok, yanında sevgilin yok, arkadaşın yok, dünkü gibi bi de elektrikler de olmazsa, onca yolu gittiğime mi yanacağım, elektriksizliğe mi, yalnızlığa mı, teknolojisizliğe mi, kimseyle iletişim kuramamaya mı, allaaam acaba gitmesem de bu gece SH'de mi takılsam acaba? Yok bi de ben bu sabah evden çıkarken, buzdalobı da uzun süre cereyansız kalmaktan sinyal verip duruyordu, eve gittiğimde eğer elektirik varsa, onu da super soğutma moduna getirip normal soğukluğuna da döndürmem lazım ya da, kendimi yaa aman siktir et sokarım buzdolabına, biraz rahat insan olayım moduna mı döndürsem, hangi modu döndüreceğimi bilememezlik içindeyim o şu an.
Acaba bugün skype dan  5 euroluk konuşma satın alıp, dünyanın en pahalı aramalarını yapmanın çılgınlığına, bu rahat insan modunu da ekleyip, çılgınlığın dibini mi görsem, Hahahha kırkından sonra  böyle şeyler çılgınlığın dibi sayılıyor işte.
Böff ne sıkıcı bi insanım o şu an ya, hem sıkıcı hem kararsız. Ben dedim ama sevgilim İZmir'e giderken ben de geleyim, ben anamla kardaşımla takılırım sen de işine toplantına gidersin beraber döneriz dedim, yok dedi iki günlüğüne gitme annenlere ayıp olur dedi beni caydırdı. Oysa gitseydim oraya, buraya da böyle sıkıcı ve aptal cümleler yerine, bir izmir macerası, bi iki arkadaş , okuldan bi iki hoca muhabeti, kardeşimden bi iki çapkınlık hikayesi döşeyiverirdim. Bunun yanı sıra Kordon' da bizim çocuklarla, çimlere yayılır,  iki cigara içer, iki soğuk bira hüpletirdik.

Hayatta En Sevmediğim Üç Şey:

SAMİMİYETSİZLİK,
KABALIK,
İNSANİYETSİZLİK.

Hiç yokmuşsun meğer!!!

Şu kırk yıllık yaşamımda o kadar çok başıma geldi ki, birine çok emek edersin, bi şeye çok değer verirsin, birileri için olmadık fedakarlıklarda bulunursun ve sonra puff, hiç onların, şeylerin , bunların, şunların, oradakilerin, şundakini, bundakinin... hayatında, şeyinde, buyunda, şununda, bi anda yok olursun, sanki hiç yoktun olursun.

Hayat bu kadar boş, hayat bu kadar acımasız, bu kadar değersiz, bu kadar duygusuz oluverir bi anda. Fakat ben de çoğu sefer böyle davarnırım, yanımdaki, yöremdekilere, esasında tam olarak böyle de olmam;  o sırada içimden öyle kızgın, öyle kırgın, öyle böyle üzgün olurum ki,  elimden bi şey gelmez, kalbime bi sığır oturur, beynime de bi perde iner, perdenin arkasında sürekli çatışma, perdenin önünde, kalbime oturmuş sığırın ağırlığının ruhuma yansıması hali.

Kimseye kızmamak, darılmamak lazım, hepimiz  çeşit çeşitiz. Zaten insan olmak da öyle böyle kolay bi iş değil. Bi bakarsın ömür geçer ama sen ne oldun, neydin, fark edemezsin.

Ben şimdi bunu niye yazdım. Ne bileyim işte, bazen çok duygusallaşıyorum, ömrümde olup bitenlere, hayatıma girip çıkanlara, onlarla olan ilişkilerime bakıyorum, içleniyorum öyle kendi kendime. Galiba biraz da bu regl dönemindeki, hormonal manyaklığın da katkıları ile aşırı hassaslaşıyorum.

Bir teşekkür....

Bir serginin daha üstesinden gelmiş bulunuyorum. Hahaha hahah hah... Gören de üretmekten, sergilemekten gözümü açamıyorum sanır oysa ki, geçtiğimiz Cumartesi katıldığım toplu sergiye,  sevgili arkadaşım SH'nin ısrarları, zorlamaları, iteklemleri ve motivasyon seansları sayesinde, kıçımı kaldırıp, katıldım ve sürekli "nasıl olcak bu iş", gibi hayıflanmaları da aksatmadım. Neyse işte kırk yılda bi işin belini kırdım, bu sebepten dolayı, bunca yıl, inatçılığıma, her şeye olan muhalefet tavırlarıma, duygusal patlamalarıma, kendimce tutuculuğuma, her şeyi kınama huyuma ragmen beni hep desteklemiş ve yanımda olmuş arkadaşıma, beni bu toplu sergi projesine zorla, ite -kaka, (her zamanki gibi) benim karamsarlıklarımdan  usanmadan dahil eden arkadaşım, SH'e içten teşekkürlerimi iletiyorum;
Selmuş, bana bu işle ivme kazandırdığın için, bana güvendiğin için, kendimi ifade etmeyi, en çok sevdiğim yöntemi kullanarak yapmamı desteklediğin için sana çok teşekkür ediyorum.

Sen bu yaylaları yaylayamazsın....



Bugün aklımda bu türküyle geldim atölyeye, ve geldiğimden beri ha bire bu türküyü kim söylemişse tek tek dinliyorum, bi photoshop, bi  bu türkü. İşte  bunların içinde en çok beğendiğim yorum bu yukardaki oldu. Bu arada bu videoyu izleyince, bizim Fatma Girik'i de anmadan geçemeyeceğim; tv de falan rastgelince, sorardım kim bu diye, çıkartamazdı tabi ama Ümit Tokcan bu deyince: "he he, bilmem mi, çok yaman adamdı, çok terbiyeliydi, bizim komşuydu, bak bu da gürcü, ne yakışıklı adam, artık pek seyrek çıkıyor  dimi tv'ye" falan deyip, heyecanla izlerdi onu.
Özlüyorum Bizim Fatma Girik'i, çocuğum sayılırdı benim, çok vakit geçirdik onunla, en kıymetli zamanlarımda onunla beraberdim, sık sık aklıma geliyor, özlüyorum, dedemle vedalaştığım gibi onunla da vedalaşmalıyım ki, zaten yeterince normal olan bu varoluş-yokoluş durumu normalleşsin . Bi türküden nerelere geldim....

An İtibari ile durum raporu:

ÖB, bi türlü yenisi alınamadığı için  atılamayan o iğrenç, rahatsız, eski mor kanepede uyuyor;
Ben de mutfakta Muffin yapma derdindeyim, deneysel yollar deneyerek;
Bi yandan radyo eksen çalmakta, onuncu yıldönümü hediyemiz kırmızı elmamızda;
Banyoda çamaşır makinası sesli sesli çalışıyor, öyle ki muftağa kadar geliyor sesi;
Evde bir pazar günü havası.....

Parmak izi!!

Nihayet, evde taa 1997'lerde alınan, içine saf, ergen bir kız çocuğu vesikalığı yapıştırılmış ve İngiltere konsolosluğunun başvuru damgasını taşıyan, aynı zamanda  sonlandırılmamış bi seyahat hazırlığının nişanesi de olan pasaport elime geliverdi. Zaten kaç zamandır arayıp bulamıyordum. Hal böyle olunca, internetten yeni pasaport için ravdevumu alıp, emiyete gitmeye karar verdim. Şansıma randevu aldığım gün çok kalabalıktı. Sıra bana geldi, gittim memurun yanına, verdim belgelerimi. Fakat aksilik bu ya, bi türlü sistemde eski defterim görünmüyor, uzunca bi süre uğraşan memure, sonunda , önündeki masada başka birinin işlemini yapan memura seslendi: " yahu bu kızlık soyadıyla önceden pasaport almış, sistemde çıkmıyor" deyince beni bi gülme aldı; kızlık soyadı, ben, yanımda kocam , nasıl bir filmin oyuncusu olmuşum o an idrak ettim ve o an yok oynamıcam, sevmedim senaryoyu  demeyi düşünürken, Önümüzdeki memur cevap verdi: " zaten sistem kızlık soyadını kabul etmiyor, öyle girme" dedi.  Gerçekten de sistem " KIZLIK" soyadımı yok saymış, yeni soyismi yazınca tak diye, eski pasaport bilgilerim ekrana geliverdi. Tabi ben durur muyum, bi kaç kelime etmeden: "yani gerçekten de çok tuhaf, evlenmeden önce bi hiçmişim" dedim gülerek ama memure hanım oralı bile olmadı, gözünü ekrandan ayırmadan, işinin verdiği ciddiyetle: " tabi o zamanlar tc. kimlik numarası da yok, karışmış sistem ama bak çözüldü böyle yapınca" diye mantıklı, resmi bir cevapla ikinci aşamaya geçti.

Bilgisayardaki işlerim bitince, parmak izi olayına geçildi. Gidip ellerimi yıkadım, bi yanlışlık olmasın, parmak izi alınırken diye, zira masanın önünde de öyle bir uyarı yazısı vardı. Tabi ben cahil ve medeniyetsiz biri olarak, parmaklarımı önce mürekkep dolu bi ıstampaya sonra da bir kağıda basacağım fikriyle, hırkamın kollarını da iyice sıyırıp, ellerim havada sıramı bekliyorum, ÖB de bana tuhaf tuhaf bakıyor, önceden bu işlemlerden geçmiş biri olarak hiç bişi de söylemiyor hain!

Neyse gençten, delikanlı bi memur, geldi, oturdu, pc'nin başına, beni çağırdı yanına, üstü siyah, plastik, kalın bir ped ile örtülü, harici harddisk boyutunda bir aletin üstünü açtı, işte o an aydım, meğer, bu alet bir parmak tarama scanner'ı imiş. Temiz ve kısa sürede, bütün parmaklarımın izleri itina ile, taranıp, kaydedildi.  

Neyse, burdan da teknolojiyi her alanda kullanıyor oluşumuzla gurur duydum. Yalnız bi şey de dikkatimi çekmedi değil, şöyle ki;  pasaport işlemlerinin yanındaki masada da silah-ruhsat işlemleri yapılıyordu. Ve inanın pasaport sırasından daha çok sıra vardı. Bu kadar çok insanın silah sahibi olmak için sabahın erken saatlerinde kuyruğa girmiş olmaları da beni şok şaşırtan ve çok korkutan bi durum oldu.

Saçma bir Cumartesi!!!

Bu blogger gene değişmiş. Ne gereği vardı, zaten hayatta bi sürü yeni şeye alışmak için çaba sarfediyoruz, bi de ha bire blogger değişikleri,yani  bi de bi yenilik olsa anlıycam, takkelerin yerini değiştir dur.

Bu aralar stressliydim. Elimdeki işi teslim ettim. Hatta  bu ay ev kirasını ben ödedim. Bu duygu beni biraz serinletti.

Yine regl oldum. Dün ağrıdan loğusa kadın gibi kıvranarak yattım, yuvarlandım. Belli aralıklarla ağladım. Gerçi buna regl sancıları değil  ama yine regl olmanın vediği hormonal anormallikler sebep oldu.
Bugün de bitmek bilmeyen wc ziyaretleri, ara sıra kısa kısa sancılar, yalnız bi başıma evde çekim yaparak hafta sonumun amına goyarak geçiriyorum. Ağlama turlarım devam ediyor. Nedense bu zamanlarda hayatta bana haksızlık yapmış ve beni üzmüş herkes sıraya gidiyor aklımda ve sürekli ağlıyorum . Ve dünyadaki bütün kötülerin hayatları hayat da benim ki niye değil diye düşünüp ona da ağlıyorum. Dedem niye yok, anneannem nerde, babamla niye karşılıklı bi bira içemedik, annem niye benden bu kadar km'lerce uzakta, kardeşim niye beni aramadı bu sıralar, en yakın dostlarımla neden kaç zamandır görüşmüyorum, ..... gibi nedenlerle ağlama nöbetlerim sıraya gidiyor. Şu an mesela dünyanın en yalnız insanıyım ve en çok haksızlığa uğrayanım, aynı zamanda en başarısız, en salak, işte n tane olumsuz insanıyım.

Yarın sancılarım, duygularım azalacak hatta geçecek, wc ziyaretlerimin sıklığı normale dönecek. Daha az mutsuz ve kendimi daha az aptal, başarısız hissedeceğim.

Sabah sabah her şey sakin ve güzelmiş!

Pazar'dan beri hatırı sayılır bir yağmur yedik buralara, hayır yağmur berekettir lakin kış soğuğunu da peşine takmış yağıyor kerata. Dün ve bugün saat 07.15 itibariyle 20 dakkada atölyemdeyim. O yüzden bu yağmurun kıçına taktığı soğukla pek içli dışlı olamadık. Tabi teeee Beyliğin düzünden Küçükayasofya'nın kalbine saat 07.15 civarlarında gelmek de bi yazıya konu olacak kadar ciddi bi meseledir ki, bilen bilir, yolların çilesini, kendimi alamadım sabahın şu saatinde gönderi yazmaktan: Sevgili yarim iki gündür karşı ofisindeki toplantılara katılmak suretiyle erkenden arabasıyla yola koyulunca ben de ona yancı oluverdim, sahilden vurduruyoruz arabayla ne trafik var ne mırafik, 25 dakkada saatte ortalama 60km hızla ben hoop, Çatladı Kapı sapağındayım. İyi de oluyormuş, hiç yorulmadan ve en önemlisi nakit ve vakit kaybetmeden atölyeyi açıyorum, evden taşıdığım şahane lezzetler, artı kahve, kahvaltı faslı bitiyor, gerçi G.Ö.hanımefendinin ebru teknesi buram buram öd, boya, ıslak kağıt kokusu eşliğinde göt kadar mekanı doldurmuş oluyor ama, kahveyi fincana koyunca, o kahvenin kokusu, her şeyi bastırıyor. Böyle erken gelince vakit de bereketli oluyor. İşlerimi de bitirdim, hatta bugün elimdeki bi işi öğleye doğru bitirip teslim etmiş olacağım. Eh artıkın ben şu photoshopa doğru bi tıklayayım, herkese iyi çalışmalar o halde......

Var mı lan böyle aşk Ha ha ha(?)



Efsane ve masallarada özellikle erkek partner zenci olursa, (ki size yarın şehrazad'ın masallarından bi tanesini anlatırım burda) çok sık rastlıyoruz da böyle aşklara ama daha canlı kanlı yaşayanına şahit olmadık vallaha da billaha ha'!!!!

Öylesine.....

Şu an onuncu yıldönümü radyomuzdan insanın canını acıtan tınılar yayılıyor, ben blog dolaşıyorum, ÖB kitap okuyor, ev çok dağınık, benim gözlerim kan çanağı, meslek icabı sürekli ekrana bakmaktan ama eve gelmişim ama hala gözüm ekranda çünkü bügun nette hiç dolaşamadım, sağa sola laf atıp sosyalleşemedim, iki satır bi şey okuyup, iki fotoğraf bakamadım. Aslında şu an da gözlerim, başım ağrıyor, üstüne karnım ağrıyor. Şu radyoda çalan parça adını bilmiyorum, kim söylüyor bilmiyorum ama insanı derinden etkiliyor. Yaşamak ne kadar acıklı bi yandan dedirtiyor insana. Duygularımız olmasaydı keşke, sadece içgüdülerimizle yaşasaydık biz de hayvanlar gibi, hayat daha basit ve daha az yaralayıcı olurdu. Şimdi bu şarkıyı dinlerken bunlar geçiyor aklımdan. İnsan olmak ne zor bi şey yahu!
Ben de birazdan gözlerimi yeni serüvenime yönlendireceğim; Binbir gece masallarına başladım, birinci cildin ilk kitabındayım, okuduğum ilk yüz sayfalık bölüm için, zenci kölelerle, güzel ve soylu kadınların maceraları beni en çok meraklandıran masallar oldu şu anda!:)) Şaka bi yana gerçekten acayip bi maceranın ortasına düştüm hatta öyle ki Jules Verne'nin Esrarlı ada'sına başlamayı bile erteledim.

Böyle işte, şu an artık Cumartesi olmuş bile, iyi geceler o zaman....

Bu güzel havalar......

Havalar çok güzel gidiyorken, günler hızla geçiyor, ben atölyemde hummalı bir şekilde para kazanma telaşında çalışırken,kah güneşli kah bulutlu günler geçiriyorum. Bugün de çok sancılı çok kadınsı bir günü yaşamaya çoktan başladım. Tam da bu günlerde dediğim şeyi tekrarlamaktan çekinmiyorum: keşke bi çüküm olsaydı da her ay bu sancıyı, sıkıntıyı, değişimi geçirmeseydim der demez bütün hemcinslerim bana tırnaklarını çıkartmak için çok geçerli bi sebep bulacaklardır. Ama o kadar eziyet çekiyorum ki şu an hiç ciddiye alamam heralde denilenleri, denilecekleri.

Kırk yaşıma çok az kalmışken hala bir ergen kadar regl sancıları çeken bir kadın olarak şu günlerde bütün hayatımı top yekün değiştirmenin "su basmanı"nı çoktan hazırlamış olduğumu burdan duyurmak isterim. Bunu şu an burda bunu okuma ihtimali olan en az bir kişiyle bile paylaşacak olma düşüncesi bile bu sancılarımı biraz olsun hafife almamı sağlıyor. Tabi daha fazla ayrıntı veremiyorum. Ancak somut bir adım daha attığımda bunu yazabilirim ki zira çok plan projeci bi insan olduğum ve yakın çevrem tarafından hayalperest olmakla ünlendiğim içindir ki benim hiç bir düşüncemi gerçekleştirilebilir bulmazlar hatta sözde bile destek olmazlar, tıpkı bu atölyeyi açmaya kalkıştığım zamanki gibi.

Şimdi bu güzel havada, kah güneşli kah bulutlu güzel atölyemde, çalışmak zorundayım ama bu durumdan şikayetçi olduğum anlamına gelmesin sadece kanım biraz delişmen akıyor bu sıralar kıçımı sandelyeme oturtmakta biraz sıkıntım var yoksa çalışmak şahane:)))

Herkese güzel günler, hayatta bunu hak etmeyen insanoğullarına bile.....:)))

Bugün de bu türkü takıldı aklıma!!!!!!


 Nerden aklıma geliyor hiç  bilmiyorum, rüyamda mı ne giriyor aklıma, ağzıma dolanıyor, sonra atölyede çalışma arkadaşımın kafası zikiliyor tabi, n'apim yaa engel olamıyorum kendime, zaten canım çok sıkılıyor, photoshop bi çekim bi photoshop bi çekim, eğleniyorum durduk yere , züğürt tesellisi.......:)))))

hafta sonunun kabusu!!!

Bu hafta sonlarını hem seviyorum hem sevmiyorum. bugünkü yaşamımızda haftasonları evde takılmayı tercih ediyoruz, makul fiyatlarda insan olmanın zevklerini yaşıyoruz; süper ev ekmekleri, bi arkadaşımız tarafından sürekli hediye edilen halis muhlis organik köy yumurtları, anne zeytini, taze çay eşliğinde süper kahvaltılar, başbaşa kalabilmenin sakinliğinde oynaşmalar koklaşmalar, ardı ardına kiralanmış, dvd izlemeler, beraber yemek yapmalar, uzun ve yorucu yürüyüşler.... Lakin bir de temizlik ve düzen denen gerçek de insan olmamızı gerektiren zorunluluklardan. İŞte o anlardan birini daha yarına ertelemiş bulunuyoruz. Düşünsenize, evi süpür, sil, toz al, ütü yap, çamaşır, bulaşık, banyo, mutfak hijyeni derken saatlerimizin bir kısmı yorgunluk ama temiz bir yaşam alanı olarak sonuçlanıyor tabi bi dahaki temizliğe kadar. Oysa ki o zaman diliminde kaç sayfa kitap okur, kaç tane fotoğraf üretir, kaç proje planlar, kaç film izler, kaç kalorimi hayalini kurduğum müşhiş kaslarımı geliştirmeye harcardım. Bu yazı da biraz ergen feryadı gibi oldu ama kim seviyor ki allaasen söyleyin, her hafta zorunlu bi halde temizlik yapmayı......
Temizliği genelde beraber yapıyoruz sevgilimle fakat o sıkıcı ve yorucu,"kutsal temizlik günü" birimizden birinin işi çıkıp da evde olamıyorsa, genelde bi bakşa güne erteliyoruz ama bazen de sevgilimle birbirimize temiz ev süprizi yapıyoruz ve bu birbirimize verdiğimiz en manalı ve en emek kokan hediyelerden biri oluyor her seferinde!

Kafa güzel!!!!

Bugün başka kafadayım. Galiba evimdeki yalnızlık, tarçınlı çay, sıcak bi duş ve deliksiz bir uyku benim kafayı toparladı. Şimdi geldim atölyeme, burda da yalnızım bugün, çaycı büyük, taze bi çay getirdi şimdi. Photoshopta dosyaları açmadan bi iki blog okuyup, bi iki cümle girmek istedim günlüğüme: Çaycının uzun süredir görmediği orta yaşı biraz geçgince bi misafiri geldi, benim de dükkanın kapısı açık, havalansın biraz mekan deyü, bu sebepten onların sohbetine kulak misafiri oluyorum bi yandan, misafir amca konuşuyor:"biz de kayın babayı kaybettik daha gençti, 65 'ti, işte kanser oldu, kurtulamadı, hayatta hiç bi şeyi dert etmeyceksin, değmez.... hamdolsun, iyiyiz çok şükür, ... evet kağıt deposu evet battı, sağlık olsun hiiç kafaya takmıyoruz...... allahıma şükürler olsu, hayat güzel, yaşayacaksın, takmayacaksın kimseyi kafana, mesele yapmayacaksın.... Çay içerim, bi şeker yeter... aslanım be.. saol O.... cığım..... Eee sende ne var ne yok......"

Öyle gerçekten de, yaşamak bir lütuf, kimse için onu harcaya değmez. Tabi yaşamak yanında dertleri de getirir ama, fazla budaklandırmayacaksın, mutlu ve huzurlu olduğun zamanları çoğaltacaksın. Ne kadar olumluyum bugün, sevdim bu halimi ......

Hatasız Kul Olmaz !!!!!!

Hoş Değil!!!!

Şu güzel havada nasıl keyifsiz başladım güne hiç anlamıyorum. Çok mutsuzum neden bilmiyorum. Atölyede de aynı hava, bi gerginlik, ilk defa oluyor bu , belki de benden kaynaklanıyordur. Gerçi kimseye kaba davranmadım, gerginliğimi belli etmedin. Sanırım bugün eve erken gideceğim, perfonmansım da çok düşük, şu saat olmuş daha bi dosya bile açmaya varmadı elim. Hatta içimden neyse yahu......

Gün kötü, ben kötü, ortamlar kötü........

....Ceğim ....Cağım....!!! Peh peh peh!!!!!

Resmen gıcık oluyorum arkadaş!! Geleceğim deyip gelmeyip bir de bunu haber vermeyenlere. Arayınca açmayanlara, hayır, insan duymaz, tel.ine bakınca görür ve arar ama yok üstünden on gün geçer sonra arar bu açmayanlar, "beni aramışsın" deyü!!!
Bir de yapacağım deyip yapmayanlara da gıcık oluyorum. Mesela geçen gün ben de çok eski bi dostuma börek yapacağım deyip yapmadım, çok ayıp ettim, kendime de eleştirim aslında bunları yazarken. Ben de hiç hoşlanmadığım, adaba uymayan bi davranışta bulundum.
O yüzden mi acaba kendisini boş yere beklentiye soktuğum dostumun bu aralar bana kötü davranması, her fırsatta beni aşağılaması; Eğer öyleyse; bu yapacağım, edeceğim, geleceğim, arayacağım, ....cağım, ...ceğim deyip de sözünde durmayanlar hatta üstüne mazeretlerini bildirmeyenler tarafına bi kerelik bile geçmiş olmam bütün bunları hak etmiş olmam demektir. Bu da bana ders olsun.....


Olaylar olaylar!!!!

Sanal alemden uzaklardayım bu aralar, blog yazamıyorum, blog dolaşamıyorum. İş hayatım hızlandı, para kazanıyorum galiba. Çok yakınlarım tarafından gereksiz yere alçakgönüllü davranılmaktan men edildim, öyle davrandığım anda azarı yiyorum onlardan, iyi ki varlar; insan azar yemekten bu kadar memnun olur mu, benim gibi kendini bilmez için etrafımda böyle yakınlarım olması bi nimet. İnsan kendi değerini bilmezse ne para kazanabiliyor ne de yaptığı işler iyi olsa bile memnuniyet duyabiliyor.

Annem burdaydı, sağlık sorunları vardı onları halletti. Kendisi çok iyi bir ev arkadaşı olmuştu bize, yeni gitti. Ara sıra da atölyeme geliyordu, eve beraber dönüyorduk, eğlenceli oluyordu.

Geçtiğimiz Şubat ayının 17'sinde sevgilim ÖB ile beraberliğimizin onuncu yılını doldurduk. O gün bi şey yapamadık, genelde böyle şeyleri planlayamıyoruz. Beni, yüzüktür, çiçektir pek açmaz, o sebepten öyle hediyeler almadım, benim de sevgilime almak istediğim hediyeye param yetmediği için sadece, gönlümden onun için geçeni söylemekle yetindim. Fakat bi hafta sonra sevgilim durmamış , o özel günümüzün anısına şirin mi şirin elma şeklinde kırmızı bi radyo almış, hatta bu radyoya mp3 de bağlayabiliyorsun, çok şahane oldu, evimiz şenlendi.

Burdan uzak olduğumuz zaman süresinde dört kilo daha hafifledim. Gerçi annemin süper kekleri, ekmekleri ve akşamları çayla birlikle bize sunduğu süpriz tatlılarını da götürmekten geri kalmadım . Zaten annemin bu tehlikeli hareketleri olmasaydı 3 kilo daha hafifleyebilirdim.

Ebru öğrenmeye başladık. Değerli bi dostumuz bize ebru öğretmeye gönüllü oldu ki kendisi ebru konusunda gerçekten master yoda mertebesindedir. Umarım bizden sıkılmaz. Zira GD ve ben biraz başına buyruk ve deneysel takılan tipler olduğumuzdan dolayı pek söz dinleyemiyoruz ama bu sefer disiplinli olma yoluna girdik ki bu ebru denen şey biraz sabırlı bi şekilde disiplinli olmayı gerektiriyor.

Dedim ya olaylar olaylar, İnternetten kendi kendime Osmanlıca öğrenmeye başladım. Bunu da sizinle paylaşmak istiyorum, netten açık öğretim derslerinin videolarını izliyorum, şu sıralar iyi gidiyor, gerçekten de öğrenmeye başladım, vakti ya da parası olmayanlar için süper bi öğrenme yöntemi diyebilirim başlangıç için.

Ayrıca bloga görsel koyma işi de bu sıralar yattı, zira elim çok kalabalık, organize olamadım.

Haa bi de taşınma meselesi var, bu gerçekten mesele, ne vakit var ne nakit

Ulan bir aylık hayatımızı resmen özet geçtim, ne sıkıcıymış ya la!!!

sıradan......

Bu son iki hafta çok çalıştım, kar demedim, uzun yol demedim, atölyeye düzenli bi şekilde gidip, işimi hiç aksatmadım. Hatta hala aklım hep atölyemde diyebilirim. Şu hafta sonlarını bile çalışarak geçirmek istiyorum esasında lakin öyle yaparsam bu sefer de sevgilimle zaman geçiremeyiz. Şu bahar bi gelse de günler biraz daha uzasa.

Bu sıralar blog'da da biraz değişiklikler yapmak istiyorum, biraz daha görsel ağırlıklı olmasını istiyorum; özellikle de kendi ürettiğim görüntüleri kullanmak istiyorum. yazılarımı ayrı, görüntülerimi ayrı etiketlerde göndermek istiyorum bu sanal aleme fakat sevgilim benimle aynı fikirde değil, o blogumun içeriğinin bozulmamasından yana, O'na göre bu görsel şeyleri başka blogda şey etmek daha uygun olurmuş ama bana göre de iki blogu birden güncellemek çok ağır bi yük olur. Bu konuda kararsız kaldım.

Bu arada bizim mekanda bi yerde atölye arkadaşım G. hanım bana yeni başlayacak bi kurstan bahsetti, Pazartesi, fiyatı uygun olursa bu ay başlayacak kursa kayıt yaptıracağım, öte yandan da şu başımın belası İngilizce işinin konuşma ve anlama kısımları için de harekete geçmem gerek, ve daha böyle bi sürü plan proje işindeyim desem yalan olmaz. Kafamda büyük fikirler peyda oldu, ama bunun için düzenli, sabırlı ve çalışkan olmalıyım.

Tabi yaşantımıza da bazı müdahaleler lazım, mesela insan evladı için uygun bir kanepe lazım evimize, sonra çocukluğumdan kaçırdığım iki koltuğun tamir edilmesi gerek, hatta sevgili sevgilime göre bir de 46 ekran led tv de lazımmış ama onu bir süreliğine "hayatımızın lüks gereksinimleri" listesine kaydırdık.

Bugün hava çok güzel, bu beyliğin düzünde bile hava yumuşak, karlar eriyor, biz evimizi temizlemenin hafifliği ile şöyle taksim semalarına doğru yol alacağız birazdan, kitap , kahve, eş dostla buluşma durumlarına gireceğiz.

hadi blog, hava çok güzel çıkıyoruz biz.....

Kar yağıyor.....

Sabah bi ara sevgilimden şu sözleri duyar gibi oldum;" baksana ne biçim kar yağıyor..." , fakat, bu kelimeler rüya gerçek arası geldiği için uyanmadım, ya da bilinçaltımda, bu sözlerin karşılığı, yataktan kalkayim diye yalandan heyecan yaratma cümlesi diye kodlayıp, ciddiye almadım. Tabii uzun zamanlar oldu, günlerce, lapa lapa kar yağdığını görmediğimiz; hatta çocukluğumuzdur , en taze ve en heyecanlı kar anılarının olduğu zamanlar, bunca yaşımıza rağmen.

Şu an atölyedeyim, nerdeyse han bomboş, bi çaycı bi ben, ara sıra mekandan çıkıp, hala yağıyor mu diye bakıyorum, nasıl geldim bilmiyorum ama evde duramıyorum, çok canım sıkılıyor, yollarda kalacağımı bilsem o uzun ve meşakkatli yolu aşıyorum, zaten burda yapacak çok işim var, zira kaçırdığım hayatımı yakalamaya çalışıyorum.

Kar hala yağıyor, çaycının canı sıkılıyor, ara sıra laf atıyor bana: "geldin de nasıl gidicen, bi çadır kurarsın artık caminin bahçesine keh keh keh..." diye. Gerçekten kar güzel yağıyor, sıcak atölyemde , yanımda sıcak çayım, işimi yapıyorum, huzurluyum bugün nedense, kar yağıyor......

Hastalık oldu böyle olduuuuu gel gel gel..........!!!!!!!

Bu hafta bi türlü götümü toparlayamadım, her sabah bu gün kesin gidiyorum atölyeye diye kalktım yataktan ama, wc'den doğruca yatağa gömüldüm yine. Oysa ben ne hasta hallerde yollara koyulmuşumdur , lakin o zamanlar da pek verimli olamıyordum, kendimi ya Selmuş'un evine zor atıyor ya da atölyedeki kanepeye kıvrılıp, akşam eve geri dönebilmek için güç topluyordum.

Hastalık, halsizlik, soğuk derken işte , eve tıkıldım kaldım, ilk iki gün hastaydım yattım, yayıldım, üçüncü gün canım çok sıkıldı, heyecanla sevgilim ÖB'nin eve dönmesini bekledim sonra da ona sardım, daha doğrusu sataştım, allahtan beni çok iyi tanıyan ve halden de anlayan biri olduğu için, pek bana bulaşmadı hatta beni neşelendirmeye bile çalıştı tüm rezil ve huysuz halime rağmen. Dördüncü günde de yine atölyeye gidiyorum diye kalktım yataktan ama bu sefer de salonda tv'nin karşısındaki o iğrenç kanepede elimde de tv kumandasıyla takıldım kaldım. Kaç gündür tv gündüz kuşağı izleyicisi olduğum için nerde ne var biliyorum artık. Önce eski diziler ama çook eski dizilerin tekrarı oluyor sonra da tabipler başlıyor programa, o sırada bi iki kadının sunduğu zırtapoz showlar var alternatif olarak, işte onları zaplaya zaplaya, kucağımda tepsi, kahvaltı yaptım, sonra tepsiyi bi kenara iliştirip, uyukladım, sonra kalktım, kahve içtim, yine yatış, yuvarlanış, çerez olarak aptal gündüz kuşağı saçmalıkları, ev sıcak, kapı çalan yok, evi bok götürüyor ama şaşırtıcı bi şekilde umrumda değil, arada tv'nin sesini kısıp kitaplıktan bi kitap indiriyorum, alıp bi iki karıştırıp masaya koyuyorum, bunu okuyim diye, bi iki saat sonra bi kitap daha bi tane daha derken salon dağılmış kitaplarla doluyor, hiç sevmediğim bişi ama bu da beni rahatsız etmiyor, derken akşam oldu ve bi Cuma gününü; bizim için haftanın son çalışma gününü de yedim ve çaktırmadan da küçük, huzurlu, sakin, sessiz bi tatil yaptım galiba.

Adaleeeeeeeet, nerdesiiiiiiiiiiiin(?)!!!!!!

Lapa lapa.......






İşte 14 Ocak Cumartesi, kar böyle ahenkle yağıyordu......

Müzik:Philip Glass/ Candyman

Eski defterler açılınca.....

Yaklaşık dört gündür sevgilim şehir dışında, bi ara geldi valizini boşalttı, temiz olanlarla tekrar doldurdu ve gitti. İş seyahati diyor ben de yiyorum, şaka şaka gerçekten çok çalışıyor. Tabi ben de bu arada yalnızlıktan piskopata bağladım bile. Bi gece Selmuş'da kaldım. Sonraki günlerde evde tek başıma ki zaten bi ara on sekiz saat aralıksız uyumuşum, çok hastaydım da. Bu hastalık mevzuunu da bahane edip, atölyeye gitmeyi bırak, ekmek almak için bile dışarı çıkmadım, hatta bi ara kapı çaldı ama hiç oralı bile olmadım, salonda sırtıma metal iskeleti batan kanepede bi sağa bi sola döne döne uyudum. Yalnızlığımın son gecesi, biraz da iyileşmenin verdiği hareketlilikle sıkılmaya başladım. Ivır kıvır işlerle oyalanmaya başladım, dip köşe sakladığım kutularımı kurcalarken, 1998-2003 arası yazdığım ve hayrettir hala saklıyor olduğum bi defterime rastladım. Açtım yavaş yavaş okumaya başladım.

Bu deftere, hayatımda o sıradaki her şeyi nasıl da açık seçik yazmışım çok şaşırdım. Biraz da acımasız geldim kendime, bu gerçekten yaşanmışları okuyunca. Sanki biri beni dikizlemiş de benim ağzımdan yazmış gibi bi duyguya kapıldım. Bi yandan da okumaktan kendimi alamadım: bi kaç örnek vermek gerekirse, çoğunlukla depresif ve mutsuzmuşum, tembelliğimden ve kararsızlıklarımdan çok şikayet etmişim,hep ölüm varmış aklımda, hep hayattan sıkılıyormuşum, okul beni çok bunaltmış, oysa ki okula girmeden önce de en büyük hayalim olarak kayıtlara geçmişim, hiç fotoğraf üretememişim okula girdikten sonra, mutsuzluklarımın en tavan yaptığı zamanlar olmuş zaten. Ara sıra değişik şeylere sarmışım, mesela; "...ve neden orkid koruyucu kılıfları hep hastane yeşili oluyor..." diye bi şey yazmışım ve bu bana sevimsiz gelen tasarım ve regl olmak konusunda bir sayfa yazı yazmışım, bak şimdi bile hayal meyal hatırlıyorum o orkid kılıflarını; bi sürü sancılı ilişki yaşamışım, o yaşımda bunlara nasıl tahammül etmişim şimdi bile okuyunca canımı sıktılar; ailemden, köşe başlarında olan yakınlarımı kaybetmişim, bu sebepten büyük travmalar yaşamışım ki o zamanlardan kalma şeyleri hala yaşıyorum; Ara sıra İstanbul'a gelmişim, Musti ve Selmuş'un yanına, çoğunlukla çalışmak için olmuş bu, şu meşhur Yağmur cafede, zaten tek mutlu ve eğlenceli cümleleri bu İstanbul'a geldiğim zamanları anlatırken kurmuşum, mesela bi bilet yapıştırmışım, görünce hatırladım;
Harbiye açık Hava Tiyatrosu, 01 Eylül 2001: İstanbul'da gittiğim ilk konser; Bülent Ortaçgil, Doğan Canku, Kerem Görsev, Okay Temiz; Üstelik bu konserin en önemli kısmı da yok parasıyla bana sürpriz yapıp bana bu konser biletini hediye eden Musti'den gelmesidir, yıllar sonra tekrar teşekkür ederim kendisine ve hala hayatımda olduğu için de çok mutluyum. Sonra halihazırdaki sevgilim ÖB hakkında yazmaya başlamışım, onunla ilişkimizin başladığı gün ÖB defterimi alıp "Ö... D....yi seviyo" yazmış, altına da İzmir-Bostanlı,17 şubat 2002 diye tarih atıp imzalamış:))
Bu sayede gerçek ilişki tarihimizi de öğrenmiş oldum, çünkü ikimiz de hatırlayamıyorduk kesin tarihi! Ve ÖB hayatıma girdikten sonra, bütün yazılarımı sanki onunla mektuplaşıyormuşum gibi yazıp, 2003 yılında da bırakmışım yazmayı.
Böyle böyle okudum defterdekileri evdeki yalnız geçen son gecemde. Biraz ağladım, geçen günlere, niye bu kadar mutsuzmuşum hep, hayatımı çok gereksiz zorlaştırmışım diye. Gerçi şimdi de farklı sayılmam, hala hayatımı zorlaştırmaya ve günlerimi her şeyden kendimi sorumlu tutatak, suçlayarak geçirmeye devam ediyorum. Bundan vazgeçmek zorundayım, yıllar önce yazdığım günlüğümü okurken buna karar verdim, değişmeliyim, artık kalan zamanımı da çarçur etmemeliyim, umarım başarabilirim...

Yeni kelimeler...

Ne güzel bu yıl, ücretsiz kurslarda Osmanlıca'ya kaydolmuştum, ama hastalık, doktor, bakım, meşguliyet, eve yetiş, derken ilk dört dersi kaçırdım. Beşinci derse katıldığımda ise, kalabalık bir sınıfın bana çince kadar yabancı gelen metinleri öğretmen eşliğinde cümle cümle Türkçe'ye çevirdiklerini gördüm. Sonra da öğretmene gidip: "n'apim ben şimdi, siz çok ilerlemişsiniz, ben kendimi çok fena hissettim" deyince: "hemen ümitsizliğe kapılmayın, önce alfabeyi öğrenin" dedi ama nafile, artık bi başka bahara kaldı bu Osmanlıca işi, içimde bi ukte.

Sonra aklıma İhsan Oktay Anar geldi,Gerçi kitaplarını çoktan okumuştum ama aklımda kalan kitaptaki hikaye ve çok fazla yabancı kelime olduğuydu. Hatta dün Selmuş'la bu konu hakkında konuşup şu karara vardık; bi kitabı alel acele, keyfini sürmeden, bi an önce hikayenin peşine düşerek yalamadan yutuyoruz sonra da asıl o kitabı okurken yaşanacak serüveni es geçiyoruz. İşte bundan mütevelli ben de daha önce okuduğum Suskunlar'a tekrar başladım, her sabah uzun otobüs yolcuğum sırasında bana eşlik ediyor, zaten hikaye belli, satır aralarındaki inceliklerin tadına vara vara, acele etmeden okuyorum. Şİmdi daha bi anlamlı daha bi güzel geldi. Zaten otobüs yolculuğum bitiyor, kitabı kapatıyorum, bu sefer de kitapta geçen bütün mekanları adım adım geçiyorum, sanki olay yeri inceleme yapıyor gibiyim, kitapta geçen yerlerin şimdilerde tabi ki artık yokolmuş kahvehanenin, evlerin, divanyolu üstünde dilenen dilencinin yerlerini tahmin etmeye çalışarak yürüme yoluma anlamlar katıyorum. Bi yandan da Osmanlıca , Farsça kelimeler öğreniyorum, daha önce okurken bunları hiç önemsememişim; mesela şunları öğrendim; (tabi şapkalı alfabe fontum olmadığı için doğru yazamayacağım)
tennure, cima, mahdum, necaset, mebun....

Kayıp zamanlar!!!!

Bugün biraz fazla uyumuşum, malum annem gitti, sevgilim de sabahın kör karanlığında 05.00 civarlarında başka bi şehre uçmak üzre evden ayrılınca, sessiz sedasız evde, uyumuş kalmışım. Gözümü açtığımda 09.30'u gösteriyordu duvardaki saat, bu zamana kadar uyumama rağmen yine yorgun kalktım yataktan, bi rüyalar bi rüyalar görmüşüm ki, burda anlatsam uzun metrajlı saçma bi film çıkar ortaya, o yüzden anlatmamaya karar verdim, zaten bi an önce de unutmak istiyorum, gereksiz insanlar, gereksiz zaman kayıpları, değersiz şeyler... işte rüyamda olanlar, gerçi bu tip şeylere rüyadan çok kabus deniyor zira rüya güzel bi şeydi dimi(?)
Neyse bu uykuda olanlar yüzünden beş karış surat ve sıfır motivasyonla ve geç kalmışlığın suçluluk duygusuyla kendimi bi bok gibi hissederek duşa girdim, giyindim, param olmadığı için, sabah kahvaltısına extra para harcamamak için evde bi şeyler yemeye zorladım kendimi. Sonra evden çıktım, zamanlamam müthişmiş, hemen otobüs geldi, atladım geldim hemen, trafik de yoktu, ee tabi, saat olmuş 11.00, trafik mi kalır tem'de. Her zamanki durağımda, Aksaray'da inip, (tek vasıta olsun diye) yürümeye başladım, Beyazıt'a, lakin altı ikiye ayrılmış olmasına rağmen, rahatlık ve sıcak tutma konusunda bir yenisine değişmeyeceğim botlarımla vedalaşıp, ÖB ve annem tarafından zorla ve kınama usulu ile aldırılan yeni botları giydim ki giymez olaydım; şu an bile bileklerimin arkası ve sol ayağımın serçe parmağı zon zon zonklamakta; acılar içinde yürüyorum, ayaklar fena, bi de sabahki rüyanın siniri de var hala üstümde, bana bi delilik geldi, bi sinirliyim, etrafımadaki insanlara kötü kötü bakmalar, turistlerin davranışlarını kınamalar, derken, karşıdan iki erkek Rus turist ellerinde şişe biralar, içe içe yürüyorlar, beyaz tenleri de soğuktan olmuş pancar, "hah" dedim, "amına kodumun ayyaşları, Rusya'da sandılar kendilerini, saat daha 13,00 olmamış, bira içmeye başlamışlar, hayır hava da soğuk, ne bokuma canları çekiyor bu biray cık cık cık" diye söylenerek yanlarından geçtim. Bi beş dakka geçti geçmedi, bende bi susuzluk, bi asitli bi şey içme isteği, bi biraya özenme, bi sıcaklama halleri ki sormayın, sanki iki dakka önce bira içen rusları kınayan ben değilim, cebimde de sayılı para, aradım bizim kızı, "çık" dedim atölyeden, "ben bira içiçem" o da koştu geldi, oturduk her zamanki mekanımızda, hem de bu soğukta dışarıdaki masalara, sonra MK de katıldı bize, ayarlasan olmaz bu kadar, otuduk içtik bi iki, sonra da herkes işine gücüne gitti. Geldim atölyeye bi sik yapamadan öylece oturuyorum, bi iki photohoplanacak fotoyla uğraştım onları da beğenmedim, kendi kendime çekim tekrarı verdim. Şİmdi de Selmuş'a gidip, demleneceğim, bugün de alkole adadım kendimi, bi bok çıkmaz bugün benden artık yarın hayırlısı bakalım.

Sabahat Akkiraz - & Mercan Dede - Kerbela (Extended)



Biz çocukken, akşamları, dedem, rakı sehpasını hazırlar, bi kaç gün önceden yayıp, kuruttuğu tütününü piposuna ince ince yerleştirir, odasına çekilir, bi yandan yaktığı piposundan büyük dumanlar çekip, bi yandan da bi çatal haşlanmış et, rakısından koca koca yudumlar alırken, pikabından da beyitler dinlerdi, biz de evde can sıkıntısından kardeşimle o odadan bu odaya koşturur, gürültü ve kavga çıkarır dururduk. Bir ara dedemin demlendiği odaya dalınca dedemi kafasını sallaya sallaya pikaptan çıkan musikiyle uyumlu bi ritmde ağladığını görüp şaşırırdık, sonra biz de ağlamaya başlardık, dedem ağlıyor diye, anneannem gelip bizi alırdı odadan; "ağlamayın gurban olimm size, dede üzüntüden ağlamiiiiyir yavrum" derdi de bize hiç fayda etmezdi.
Şimdi bile ne zaman bi alevi türküsü dinlesem , bu uhrevi işlere kayıtsız biri olarak ağlamadan duramıyorum, ahh dedem n'aptın sen bize....

yaşlılık!!!!!

Azize (original)



Bizim atölyenin mensubu G.Ö. hanımefedinin bugünkü gidiş müziği bu oldu, gitmeden az evvel, bu klip eşliğinde atölyenin ortasında iki dönüldü, iki kıç kıvrıldı sonra da müziğin bitmesi beklenmeden dans eşliğinde yola çıkıldı, ben zavallısı da oturduğum yerden figüran kıvamında giden hanımefendiye bakakaldım......