RSS

Ahh Fizy Vahh Fizy!!!!

Son günlerde fizy.com dan İlhan İrem dinlemeye çok fena sarmıştım. Bir İlhan İrem bi de Levent Yüksel dinleyip, eski şarkılarla keyifleniyordum ki, fizy müyap tarafından kapatılmış.

Hayır yani bu benimle ilgili olamaz dimi, hani o kadar da önemli bi insan değilim, niye benim yüzümden kapatılsın dimi, ben bi iki haftadır fizy'ye takılmanın keyifli bi şey olduğunun farkına vardım diye değil dimi tüm bu kötü olaylar, hayır canım cık, bahtsız bedevi bile olamamamın, çölde kutup ayısına bile rastlayamacak kadar bahtsız olmamın fizy'nin başına gelenlerle bi alakası yok dimi. Benim yaşadığım yer böyle dimi, herkes şanssız bedevi dimi, sussan da susmasan da sıra ona da bana da sana da gelecek dimi!
Gidin yaaa ya....

Yine 145T!!!

Son bir ayda, tem otoyolunda 145T denen, toplu taşıma aracı üç kere bozulup, yolcularını otoban kenarında, bu sogukta magdur etti. Yani araçtır bozulur tabii fakat üç kere mi bozulur ya da üç kere önlem almazsan, aracın rutin bakımını yaptırmazsan mı bozulur? Neyse o sırada ben o otobüslerden birinde değil de temden geçen başka bir aracın içinde seyir halinde görüyorum bunları. Bi keresinde de benim içinde olduğum başka bir 145T durup, bu mağdur insanları otobüsü aldı, tabi alabildiği kadarını.

Düşünün bir kere herkes sabah sabah işine gücüne yetişme için erkenden kalkıyor. Sonra bu otobüse çift bilet basıyor. Oturabilen şanslılar dışında, ki ayakta yolcu almak yasak, sıkış tepiş, otobüse binmeye çalışıyor. Sürekli otobüs şöforü ve muavini tarafından taciz ediliyor: Seri olun!, ilerleyin!: Üst kata çıkın! : Üst kattakiler, siz arkaya , öne ilerleyin ortada durmayın! : Basamağı tıkamayın!..... gibi Ve üstüne de duraklamanın yasak olduğu, yoğun bir otobanda bozulup kalıyor. Kapasitesinin çok çok üstünde yolcu aldığı için de ancak üç dört otobüs sonra insanları bu mağduriyetten kurtarıyor. Tabi bu kurtarma mı yoksa başka bir mağduriyetin içine sürüklememi oluyor o da ayrı bir mevzuu.
Peki biz insanlar bunca eziyeti niye çekiyoruz. Çünkü mecburuz, o otobüse binemezsek işimize geç kalıyoruz. İşimize geç kalırsak işimizden oluyoruz. Bunu bilen toplu taşımacılar ve özellikle özel halk otobüsleri ve minibüsler bundan şahane bir şekilde nemalanıyorlar. Şimdi üç kuruşluk , evrimini tamamlayamamış yaratıklar tarafından sömürülmeye mi hayıflanmalı yoksa paranla gördüğün hayvan muamelesine mi içerlemeli, yoksa toplu taşımdan sorumlu yönetimlerin bu sorunu görmezden gelmesine, yok saymasına ve hiç bir çözüm üretme taraftarı olmamasına mı kıllanmalı, n'apmalı. İnsan sinirlenip sinirlenip sonra kendini anti- depresana mı vurmalı ki sinirlenmek, eylem yapmak, protesto etmek, tavır koyup bu araçları kullanmamak da faydasız, n'apmalı...
image şurdan

Değişen insan

Dün, sabaha kadar öksürmekten gözüme bir damla uyku girmedi. Lakin sabah ÖB'nin evden çıktığı ve bizim tombul kuşun eve gelme saati arasında şöyle bi dalmışım. Ama keşke dalmaz olaymışım. Rüyamda malum hastalık beni, "allah belanı versin, allah belanı versin, allah belanı versin..." nakaratında, ses tonunu alçaltıp, yükseltmeden, aynı tonda ve duygusuz bir şekilde taciz ediyordu. Sonra aniden kardeşim geldi, tabi ben hemen onu bu sahneden uzaklaştırmak için çabalarken ve "hasta ya, ne dediğini bilmiyor" diye açıklamalar yapmaya çalışırken, ter kan içinde, bir öksürük nöbetiyle uyandım.
Uzun süren hastalığın verdiği eziyet ve bu malum kabusların etkisiyle bu sıralar uyku denen şeyden uzakta zombi olarak dolanıyorum. Ve yine bu sıralar, Yaşar Kemal'in bir ada hikayesi üçlemesinde, Poyraz Musa ve diğerlerinin dediği şeyi düşünüyorum. Onlar acımasız bir savaşı yaşamış insanlar olarak artık hiç bi zaman eskisi gibi olamayacaklarını, yaşadıklarının etkisinde yaşamlarını sürdüreceklerini, zaman zaman birbirlerine itiraf ediyorlar. Ama unutmamam lazım ki, o adadaki insanlar bile hayata tutunmaktan vazgeçmiyorlar. Galiba ben de yaşadığım zor tecrübelerden sonra hiç bi zaman eski ben olamayacağım, fakat yaşadıklarımın ağırlığı beni değiştirse de, içimde kalan iyilikleri yeşertecek ve güzelliklere dönüştürecek kadar istekli olmalıyım. Ya da en azında böyle olmam gerektiğini düşünmeliyim.
image şurdan

Kabuğum ve Ben

Her gün farklı bir gün oluyor benim için bu sıralar. Kabuğumun içinde konaklamak ayrı bir tecrübe olurken, bazı zamanlarda kabuğumun dışına çıkıp başka yerlerde sabahlıyorum ve sabah iş yerime gelirken, vasıta sayısını ve pek tabii ki yol parasını da yarı yarıya düşürmek amacıyla yapılan kısa tabanvay yolculuklarım sırasında her gün ayrı bir sokaktan, burnumu denize doğrultarak, yolumu buluyorum. Daha önce hiç geçmediğim sokaklardan geçiyorum, görmediğim apartmanları keşfediyorum. Köşe başlarında, çıkmaz sokaklardaki kapı önlerinde farklı muhabbetler yapan farklı tiplerden insanlarla göz göze gelip, konuşmalarına kulak kabartıyorum. Çok güzel evlere rastlıyorum. Ulan diyorum, şurası da kiralıkmış ne güzel olur burda yaşamak.
Bi de her sokağın sahibi olmuş kedi toplulukları var. Hepsinin davranışları farklı oluyor yoldan gelip geçenlere; bazıları yalaka yalaka yanaşıyor, bazıları kaçışıyor, bazıları da çirkin çirkin bakıyor. Bi sokak var, ordaki bütün kediler park edilmiş arabaların üstüne tünemiş yatıyorlar, yine o sokakta her kapının önünde kediler için su kapları ve mama kapları var, sanki bu sokakta sadece kediler yaşıyormuş gibi bir hava var. Hiç köpek yok mesela ve olanların da sahibi var.
Yokuş aşağı yürümek de ayrı biz zevk, bi bakıyorum tramway durağına inmişim bile. Bu aralar da hava öyle yumuşak ki yani azmetsem atölyeye kadar bile yürüyebilirim.

kaplumbağa şurdan

Aspettami

Aspettami
Wait for me
I've been lost
Adrift at sea
In your dreams
Dream my way
Someday I'll find my heart
And come back to stay

Do you miss me
My darling
As I miss you
Take my hand
And pull me near
And never let me go again my dear

There was a time
I was safe in your arms
And the stars fell away like diamonds
Then we were young
And our love was younger still
Was it just an illusion
...

Yaşasın Ben II !!!

Böyle içim kıpır kıpır kımıldanmakta, aldığım onca antidepresan ve B vitaminlerine rağmen. İnsanın kendisini herkesten çok sevmesi ne kadar güç bi şeymiş. Bi şey yapmak istiyorum mesela; arayıp, birine seni kendimden hala çok seviyorum demek istiyorum ya da gidip yardım etmek, uğraştıklarına ortak olmak istiyorum hatta bu duygu bi yandan kalbimi kıpır kıpır kıpırdatıyor birine ama yine de kendimde takat bulamıyorum.
Yoruldum hakikaten, ağlasam geçer kıpırtılarım, belki günü kurtarırım lakin bir damla yaş da akıtamıyorum. Böyle karanlıkta gözüne ışık tutulmuş tavşan misali, donuk duruyorum.
Zor işmiş kendini sevmek, önce ben demek, hiç alışık değilmişim meğer, belki de ondandır huzursuzluklarım, kimse de önce sen dememiş bana hiç ne şanssızlık...

Yaşasın Ben!!!

Hayatta kendinden çok hiç kimseyi sevmeyeceksin ve kendinden çok hiç kimseyi düşünmeyeceksin.
Yavaştan kendimi sevmeye ve düşünmeye başladım. Yani normal bi insan tepkileri vermeye başladım bile. Umarım bu yoldan sapmam bir daha ve umarı bir daha hiç kimseyi kendimden çok sevmem!
İnsan olimmm iki dakka yaaa!!!!!!

sıkıcı uzun yolculukların çoğunlukta olduğu gün bitimim...

Bazen eve dönüş yolunu yarıladığım anda bana bi trak geliyor. Mesela dün olduğu gibi. Tramwaydan sonra metrobüse binmek için yaya köprüsünden aşağıya, durağa indim. Akbilimi butona dokundurup, çirkin akbil sesini çınlattım. Durak her zamanki gibi çok kalabalıktı. Bi kaç metrobüs bekledim. Sonra bi kaç tane, oturacak yer olmamasına rağmen, ayakta rahat yolculuk edilecek ve vücudun yeterli oksijeni alabileceği kadar sayıdaki yolucunun bulunduğu metrobüsler geldi ama ben binmedim metrobüslere; aslında ne binmek istedim ne istemedim, ne eve gitmek istedim ne de orda durakta öylece kalmak istedim. O sırada kırk dakka falan geçmiş. Durak bi doluyor bir boşalıyor, ben durduğum yerde duruyorum; omzumda hem fotoğraf çantam, hem de el çantam, sol omzum yük taşımaktan sağdakine göre daha aşağıda, öylece duruyorum hareketsiz. Sonra cep telefonum çaldı da kurtuldum hareketsizlikten. cebimi açtım, arayan kişiyle konuştum, konuşmam bitince ilk yanaşan metrobüse atladım. Yoksa ikinci bi trak yaşamam an meselesiydi.
Metrobüs yolculuğum bitince Avcılar'da neye binsem, otobüse mi binsem, minibüse mi binsem yoksa ilk durağı avcılar olmayan ve yoldan gelip geçen bir otobüse mi binsem diye düşünürken yine bi trak yaşadım, sonra kendime gelip, düşünmeden önüme gelene bindim. Bu sırada saat 19.00'da çıktığım yolculuğu saat 21.30 civarlarında tamamlamış oldum, markete girip, alışveriş yapmamı da sayarsak saat 22.00 da eve vardım. Her zamanki gibi elimi yüzümü bile yıkamadan, üstümdekileri sıyırıp, en yakın yatak kıyafetlerini üstüme geçirip, 36 ekran küçük tv mi açıp, genel ışığı södürüp,gece lambasını yakıp, yatağa girdim. Yarın tekrarlayacağım bu traklarla dolu olacağını bildiğim uzun, yorucu ve yıpratıcı yolculuğumu düşünürken, yorgun zihnimi ve vücudumu uykuya teslim ettim.

Bayram!!



Bayram benim için; tenha otobüs, tenha metrobüs, tenha tramway ve yarı yarıya düşürülmüş toplu taşım ücretiydi. Haaaa bi de, trafiksiz bir hayat ve taaaaa tarihi yarımadadaki atölyemden Trakya'daki evime toplu taşım araçlarıyla bir saatte ulaşmanın rahatlığıydı.
Yaşasın bayram...





karikatür şurdan

Hıyarlık molası....

Kendimi bir hıyar ilan ettiğim ve buna büyük bir imanla inandığım şu günlerde, sevgilim ÖB'nin, sevgili arkadaşlarım MK ve G. Dinçer hanımefendilerin ısrar ve iknalarıyla, nerdeyse beni bir yıldır görememiş ve benden uzakta olup, analık içgüdüsüyle, otuz beş yaşına gelmiş bir kadın olsam da, bana yavru kuş müdahalesi yapamama ve kanatlarının altına alamama sebebiyle sinir küpü olmuş olan anneme gitmeye karar verdim.

İki gündür yavru kuş pozlarında anamın kanatları altında, kendimi bir hıyar gibi değil de, eskisi gibi değerli bir şahıs olarak hissetmenin verdiği huzur ve güvenle, cennetten bir köşede olan evimizde anacığımla beraber iki genç kız havasında Dikili senin Ayvalık benim gezip tozuyoruz, sahilde kahvaltı ediyoruz, hava sıcak olursa denize giriyoruz, etraftaki meraklı ve gıcık komşularla kafa yapıyoruz, bi gün şarap bi gün bira içiyoruz. Gece yürüyüşleri yapıyoruz ay dedenin aydınlığında, oturup yıldızları sayıyoruz. Bol bol konuşuyoruz. Annem benden daha akıllı bi kadın olduğu için ve benim yaşadığım hayatı, biraz daha uzaktan izleyebildiği için bi sürü şeyi benden daha net görebiliyor ve benim de kendimi daha net görmemi sağlıyor. Sanki cennette bir huri tarafından terapi ediliyor gibiyim.

Okullar açıldığı için burda bi kaç yaşlı çift, bi kaç dul teyze ve evini tamir ettiren bi kaç ev sahibi, bir de kalabalık oluşturmayacak kadar az olan yerleşik aileler ve köylüler dışında, kedi, köpek, güneş, deniz, ay ve rüzgar var. Akşamları da cırcır böcekleri ve sivrisineklerlerin ve ara sıra havlayan köpeklerin sesleri dışında derin ve engin bir sessizlik senfonisi eşliğinde terasımızda, bazen kahvemizi, çayımızı, bazen de şarabımızı ya da biramızı yudumluyoruz.

İyi ki gelmişim anneme. Hem ona çok iyi geldi bu ziyaret hem de bana. Bi kaç gün sonra da yine uzun süre göremediğim kardeşimle de zaman geçirmek için annemle birlikte burdan İzmir'e yollanacağız.
Şu an o kadar rahat ve huzurluyum ki, hiç bi şey kafamda büyüyüp beni yiyip bitiremiyor, hatta süperman pelerinimi de çıkarttım, sıradan, sakin ve basit bir insan moduna geçtim burda, hiç bi şeyi halletme ve yoluna koyma hissi yok içimde ve tabii ki yorgunluk da yok. Zihnim sakin bir nehir gibi dingin akıp gidiyor. Gerçi buraya geldiğim ilk gün sürekli ÖB'yi arayıp, bu oldu mu, şu geldi mi, o iyi mi, yemek var mı, şu iş halloldu mu gibi davranışlar sergilemeye devam ediyordum sonra sevgilim beni sakinleştirdi ve ona güvenmemi rica etti. Sonra ben de ilk geldiğim geceden sonraki sabah dediğim gibi superman pelerinimi çıkarıp, dolaba astım.:)

Birazdan denize girmeyi deneyeceğiz annemle dünkü gibi, hava biraz soğuk ama güneşin bulutların arasından çıktığı bi zamanı kollayıp mutlaka bugün de denize girip o iyotlu suda yine yüzmek ve hatta yine bütün deliklerime suyun kaçmasına izin vermek istiyorum.

Cennetten size gönderdiğim bu yazıya şimdilik ara vermem gerekiyor. Yine görüşmek umuduyla, sevgi kelebeği olmuş bi şekilde huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Hayatı bir hıyar gibi yaşamak!!!!!!!!

Yazı yazmak için ne bekliyorum diye sordum kendime biraz önce. Sonra içimden yine kendi kendime sorduğum soruyu cevaplamama fırsat vermeden 'onu bekle bunu bekle, yok şu hallolsun, yok bu hallolsun, yok şu şeyi de bi rayına oturtiim, aman şu da bi alışsın.... gibi işleri hayatımın tam odak noktasına koymaya devam edersem nah bi şey yazarım, öyle salak gibi , öyle mal mal maillerime bakar, feyzbuka bi göz atar, bi iki blog okuyup, canııım Mac'e, bi PC muamelesi yaparım. Hayır zaten bi şey yazmayı bırak, bi iki blog dışında blog okumayı da bıraktım, fotograf da çekmiyorum. BU aralar işleri de salladım. Gidiyorum işe mal gibi, kimse yoksa ışıkları söndürüp, dükkanı içerden kapatıp uyuyorum, telefonlar çalana kadar. Sonra muşmula bi suratla kalkıp, ışıkları açıp, o leş kokulu han tuvaletini kullanıyor olmanın huzursuzluğunda muşmula suratımı yıkayıp, pasaklı çaycının, çay kazanında, çay suyuyla birlikte kaynama ihtimali olan bi sürü bok püsürü hiçe sayarak çay alıp, dükkanda uyanmaya çalışıyorum. Sonra da mal gibi eve geri dönüyorum. Sonra da zaten evde beynimin otomatiğe bağladığı işler güçler yüzünden, evde kendim için hiç bi şeye vaktim kalmıyor. Sonra da ben niye yazamıyorum, ben niye fotoğraf çekemiyorum, niye işime asılamıyorum, niye annemi görmeye gidemiyorum, niye dil sınavını geçtiğim halde o çok istediğim yüksek lisans mülakatına giremiyorum diye düşünüyorum. Lüzumü yok düşünmemim, kendi hayatını hiçe sayan ve önemsemeyen bir hıyarım da ondan...' diye sıraladım lafları zihnimde kendi kendime.
İyi mi yaptım acaba??!!! Bilmiyorum ki, kendi kendimin üstüne çok gittim, yine olan bana oldu galiba...!!!

Çoooook Yorgunum........

Koy koy koy, içelim......!!!!!!

O şu an, buzluğa attığım bir kutu miller'in içilecek soğukluğa geleceği anı bekliyorum. Son kırk saniyeler falan. Beni benden alacak ve bugünüme bi anlam katacak o kutu.

Bir kutu biraya ne kadar çok anlam ve sorumluluk yükledim. Aynı kendime yaptığım gibi!
Neyse kızgın terlerden, serin lıkırtılara koşmaya gidiyorum...

Bir pazar sabahı!!

Günlerdir bizim atölye arkadaşımız G. hanımefendi, dolapderede sabah altıda kurulan eskici pazarından bahsediyordu. Kendisi bi ara gitmişmiş fakat bişi bulamamışmış, sonra da ordaki ahaliye sormuşmuş; "eee hani bütün sosyete burdaydı, bişi yokki burda??" diye , ahali de "apla sen geç kaldın saat olmuş on, bi şey bulamazsın bu saatte, sabah altıda kurulur bu pazar, en iyi mallar da biter bi hamlede" demişmiş. İŞte bunun üstüne biz de atölyecek, Pazar sabahı için sözleştik. Sabah G. hanımefendi taaaaa Koşuyolundan arabayla gelecek, Merter'den MK'yi sonra Beyliğin düzünden beni alıp, Dolapdere'ye gideceğiz. Ben hemen atladım bu olaya amma, sonradan düşününce ulan pazar pazar, uykumun en güzel yerinde, kalkıp çöp pazarına gidicem diye düşününce, pek de cazip gelmedi.
Akşam evde bi yandan, çamaşır bi yanda bulaşık makinesi çalışırken, ben de bi yandan yemek yapıyorum, ara sıra bizim Fatma Girik'i yokluyorum ki zaten saat başı DŞEeeeeeee diye sesleniyor, bi üşüdüm diyor bi terliyor, ha bire çamaşır değiştiryoruz, Bİ FG'yi soyuyorum bi ÖB'yi, malum hava sıcak, bu ikisi ha bire su içinde kalıyorlar. Bi yandan da alllam bu G.
uyuyakalsa da ben de evdeki bu koşuşturmacadan arta kalan zamanımda bi güzel uyusam diye geçiriyorum. Ama nerdeeeee, bizimkiler saat 05:20 civarında beni arayıp, hazırlan diye arayınca, uyku sersemi, telefondaki komuta uyup giyinip çıktım evden. Hava da kapalı, sanki yağmur yağacak. Neyse bizim çılgınları görünce uykum da açıldı. Gerçi bi ara G. hanımefendi otomobilini arkaya doğru sürerken, elini geriye, öndeki koltuğun arkasına doğru atınca, arka koltukta orta yerde oturan bendeniz bi an farkında olmadan başımı , yumuşak koluna bırakmadım diil ama hemen toparladım kendimi.
Şakalar komiklikler içinde önce karaköy'deki Arap camii'ne uğrayıp ordan da çerçöp pazarına gittik. Bildiğimiz geri dönüşüm çöplerini toplayan , vatana millete, doğaya hayırlı bi iş yapan ahaliydi burdaki pazarcılar; o kocaman, elle çektikleri çöp arabalarını çoktan boşaltmışlardı. Hepsi uyumadan gelmişlerdi belli. Bi iki tane teyze, bavullardaki eşyaları boşaltıyordu, belki onlar evden gelmiş olabilirlerdir.
Başladık dolanmaya. Beni her zamanki gibi bi kaşıntı tuttu. Psikoljik işte, bi şeyin pis olduğunu düşününce kaşınmaya başlıyorum. Üstelik bu kaşıntı ensemde ve sırtımda başlayıp, kollarımda ve sonra her yerimde devam ediyor. Bizim kızlar bi iki tahta kutu, bi iki şövale aldılar, zaten kayda değer bi şey de yoktu, bildiğimi çerçöptü işte. Ben de dijital bi fot. makinasına baktım. Çok temizdi. Aldım elime kurcaladım. Bi yerden araklandığı belliydi ama uzun zamandır satamadığı da belliydi. Çünkü 3milyon pikseldi alet ama olympustu. Amca 120 tl istedi. Ben de bıraktım. Zaten cebimde o an simit alcak param bile yoktu. Sonra amca bana daldı, almıcan ne kurcalıyon, ben de aşağı kalmadım tabii, bakmak parayla mı alla alla derken bizim diyolog atışmaya dönüştü. Neyse sonra ayrıldık ordan. Bİraz daha dolanıp, benim, yok acıktım, yok kaşınıyorum gibi mızmızlıklarımın sonunda Dolmabahçe sarayının yanındaki, denize nazır çaycıda kahvaltıyla son buldu çöp pazarı maceramız. Sonra bizim kızlar Bizim Fatma Girik'i merak ettiler. Beni eve bırakma bahanesiyle, Fatma Girik'le bi iki saat geçirdiler. Hatta bize "siz gidin ÖB ile biraz dolaşın biz FG'ye bakarız" dediler ama bizim rahat edemeyeceğimizi anlayınca ısrardan vazgeçtiler. Tabi bu teklif bizim için kabul edilir olmasa da, arkadaşlarımın bu ince davranışı hem ÖB'yi hem de beni çok duygulandırdı. Hayatta empati kurabilen arkadaşlarımın olması, beni içsel olarak biraz daha insanileştirdi.
Ve bir pazar günü de böyle geldi geçti. Bu pazar da bizim kızlar Bursa semalarında bensiz seğirtmekteler, gerçi bana da kızgınlar accık, onlarla bi gece Bursa'ya gelmeyi kabul etmediğim için ama, olsun, her ne kadar MK halis muhlis Bursalı olsa da , keşif gezisine gönderdim sayıyorum onları, Burdaki sorumluluklarım azalınca, kafam rahatlayınca onlarla fizana bile gidiceemmmm.....

yazmak!!!

Bi yazma isteği uyandıki bende, şimdi kendi kendimi bıraksam bu bloğa bi senede yazacaklarımı bu gün yazıp bitiririm. Alla allla neyse vites küçülteyim bari.
Ulan yoksa dün yediğim tatlılar bugün beynimi tırmalar vaziyeti mi yaşıyorum ben, olabilir valla....

Göt möt.....!!!!!

Hemşehrim, atölye arkadaşım, sevgili G. "Dinçer" hanım ki, Gh'nin soyadının Dinçer olmaması ve ben onun soyadını bilmeden, kendi kendime, dötümden uydurarak, ona bu soyadını layık görmem ve onun da bu duruma kızmaması ve hatta "aa yoksa yakında Dinçer mi olacağım" diye bu bilinçsiz ve yersiz davaranışı sevimli hale getirmesini de paylaştıktan sonra, G. Dinçer hanımın bizim Burdur, Çeşmedamı, Merkez civarlarından benimle paylaştığı bir sözü ben de burda halka arz etmek istiyorum. Zira bu söz öyle özlü bi söz ki, her yöre, töre, şehir, köy, aşiret sahiplenebilir;

"İŞKİLLİ GÖT DİNGİLDER"
Bir Burdur sözü....

Sevimlilik!!!

Bir "sabah sabah Fatma Girik anekdotu":
İştahla silip süpürülmüş, şahane bir kahvaltının ardından, bizzat FG tarafından üst üste koyulmuş boş tabak çanakların bulunduğu tepsinin, FG'nin önünde duran fiskos sehpasından alınması ve ardından ilaçlarının verilmesi esnasında yaşanan sevimli bir olay:
D.Ş.- İlaçlarını da al şekerim!
F.G.- Ver tatlım
D.Ş.- Ağzından da bal damlıyoo şekerim,
F.G.- Senin de tatlım...

Keşke "Dedem ve hafta Sonu!!!" diye bi başlık atabilseydim!

Geçen hafta uzun zamandır yaşamadığım psikoljik nefes alma zorluğu sendromu sebebiyle beynimin komutlarına uyarak istemdışı bol bol esneme durumundaydım. Tabi beni bu halde daha önce hiç görmemiş Atolye arkadaşlarım şaşırdılar. Bi tanesi durumu anladı, diğeri "nazar var sende nazar hem de erkek nazarı" dedi. İçlerinde en yakın olduğum MK de " ya hasta mısın, yoksa bronşit falan mı var, ya bi doktora git, kalpte bişi olmasın..." gibi teorilerle durumumdan endişe edip durdu. Neyse Şu aralar bu nefes alamama durumum azaldı. Aslında ben sebebini biliyordum da kimseye söyleyesim gelmedi. Bu durumun bu sefer başlangıcı şöyle oldu; evdeki pc'yi atölyeye taşımadan önce içindeki dosyaları Mac'e yükleyip, Pc'den kaldırma girişiminde bulunduğum zaman, benim Hüseyin Çavuş'in ölüm yıldönümüydü. Aktardırlarımı da tek tek kontrol ediyordum. Bu arada da kaç gündür, artık dedem için üzülmemeye onu mutlu ve komik anılarla anmaya karar vermiştim ve kendimi ağlamamak için tutuyordum. Galiba bu sırada nefes problemim de baş göstermeye başlamıştı. N'apim yani, benim için çok değerli olan birisini çok özlüyorum diye ağlayıp, yanımdakileri ve ÖB'yi de üzüntüye mi boğsaydım. İşte tam bu sırada ve bu psikoljideyken pc'den aktardıklarımı kontrol ediyorken, kocaman bi" ded0" dosyasına geldi sıra ve ben de normal olarak açıp yüklenmiş mi diye açtım ve bütün fotolara, bütün videolara tek tek baktım. Ama o noktada artık özlemim en üst noktaya ulaşmıştı, ağlamazsam patlardım. Hazır ÖB de salondaki mor kanepede horlamaları eşliğinde uyurken, saldım kendimi. Özellikle videolar çok komiklerdi ama ben ilk defa onları hem gülerek hem ağlayarak izliyordum. Sonra nefesim iyice yetmez oldu. Durdum, dosyayı kapattım, bilgisayarları kapattım. Öylece biraz durup, dinlendim. İçimden kendimi sakinleştirecek mantıklı cümleler kurdum. Zaten çok yorulmuştum. Biraz yatağa uzandım, biraz uyuklamışım. Sonra ışıkları kapatıp ÖB'yi yatağa getirdim ve uyuduk.
Sabah kendimi daha iyi hissederim diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Normal davranışlar içinde bulunarak, kalkıp atölyeye gittim. Normal hayatıma devam ettim, kimseye bi şey çaktırmadım, nefes problemlerim bi kaç gün aynı şiddette devam etti. Fakat şu sıralarda da seyrini azalttı, ve yine şu sıralar dedemden bahsederken gözlerim doluyor ve ben çaktırmadan gözlerimi kocaman açarak yaşların gözümün içinde kalmasını sağlıyorum ve kimsenin bana bakmadığı bi anı kollayarak elimin tersiyle siliyorum .
Bazen ölü ya da diri, birini özlediğimi fark edince uzun süre o özlem bende tramvatik bi duruma dönüşüyor. Bu sıralarda da bizim Hüseyin Çavuş'u çok özledim. Gerçi hep özlüyorum ama bazen çok farkında oluyorum. Artık bi süre böyle giderim sonra da normale dönerim.

Daldan Dala...!!!

Şu günlerden canım deli gibi Örümcek Adam II'yi izlemek istiyor ama öyle böyle değil; hani insan susar da su içmek için tutuşur ya işte onun gibi bi duygu bu. Sebebini de hiç bilmiyorum. Nerden aklıma geldi onu da hatırlamıyorum. Ama zamanım da yok. İşe asılmam lazım aynı zamanda da evde yeni düzenlemeler yapmam lazım. Geçen hafta da atölyeyi ters yüz ettim. Hatta atölye ortaklarımızdan G Hanım, bana " kıçında kurt var, yerinde bi sakin duramıyorsun" gibi bi laf etti. Aslında haklıydı da, herkes yerli yerine oturmuşken, tekrar havanlandı, yerler değişti, göt kadar yerde duvardan duvara koşturup durduk. Ama tabi sonunda yeni yerleşimi de çok beğendiler ya da nezaketen ve bi daha her şeyi yerlerine koymaya üşendikleri için beğenmiş gibi yaptılar. Ama "ben beğendim" gibi bi laf etcem ve bu yazıyı okuyan bi kaç kişi kopucak çünkü, bu lafın da derin anlamları vardır aramızda!!:))

Bi iş için bugün ve kaç gün daha evde, kutsal aletim MAC'imde çalışmam gerekiyor, atölyeme gidemeyeceğim. Nedense oraya gitmek beni çok rahatlatıyor, bıraksalar orda yatıp kalkasım var. Hatta Mac'imim bile oraya taşıyasın var ama güvenlik sebebiyle yemiyor dötüm. Şimdi bu yazdıklarımı bir diğer atölye arkadaşım MK duysa hemen başlar yine " sendeki bu aşırılık...." diye!:)
Blogda da bi şablon değiştirme zamanıdır artık. Gerçi bu aralar zamanımı programlayamadığım için yazı yazamaz, blog okuyamaz hale geldim ama bu durumuma da bi çözüm bulmak için yapılacaklar listesinde başlarda bi yere koydum bunu da .

Can sıkıntısı...

Dün şöyle bi blog arşivime göz attım da, bu İstanbul' geldiğimizden beri nerdeyse hiç yazı yazmamışım bloga, halbuki ne kadar çok anlatacak şeyim var, her gün yeni macera. Hatta talihsiz serüvenler dizisi çeviriyoruz burda sevgilimle desem mubalağa etmiş olmam. Belki de her gün her gün üst üste çok şey yaşayınca ne anlatacağımı şaşırıyorum. Gerçekten ama, bi şey yaşıyorum ve o gün klavyenin başına geçmemişsem benim için tazeliğini yitiriyor, buraya yazmak abes oluyor çünkü o olayın üstüne daha yeni yeni şeyler yaşamış oluyorum ve başta kendim sıkılıyorum. İŞte böyle böyle yok o geçti, yok bu geçti diye diye hiç bi bok yazamıyorum.
Ama bu durumdan hiç memnun değilim. Bi an önce kendimi toparlamak ve yazı yazma isteğime kavuşmak istiyorum. Belki içimden bi türlü atamadığım can sıkıntılarımın bi sebebi de az yazmaktır. Hayır artık deftere de yazmıyorum, elim kalem tutmuyor, klavye tutmuyor. Bi yandan okumayı da kestim. Şurda okuduğum bloglar dışında elime bişi aldığımı görmedim aylardır.
Bi de ortalıkta canım sıkılıyor canım sıkılıyor diye dolanıyorum. Bi iki dakka insan oliim yahuu cıkcıckıck......

Yağmurdan Kaç, Doluya Tutul, seni salak!!!

Bundan aylar aylar önce, bi fotoğraf albümü yapabilmek için ciltçilik kursuna yazılmıştım. Fotoğraf albümlerimi süper yapar hale gelmem bi yana heyecanla bi sürü geleneksel el işleri öğrendim, sonra teker teker uygulamaya başladım ve baktım ki elim de işliyor gözüm kadar. Sonra yavaştan çevrem değişmeye başladı. Artık geleneksel sanatçılarla daha fazla zaman geçirmeye başlayıp, bu arada bizim "fotoğraf sanatçılarını", "çağdaş sanat uygulayıcılarını" bi kenara bıraktım ve hatta işi gücü, fotoğrafı, yapacağım fotoğraf albümlerini de bıraktım. Ara sıra da "ulan ne güzel, bu geleneksel sanatlarla uğraşanlarda daha insancıl bi yan var, hiç dalevere, kıskançlık, fikir çalma, entrika, adam kayırma falan olmuyor" diye düşünüp, şimdiye kadar bu işlerle niye ilginmedim diye kendime kızıp durdum.
Fakat hüsran yaşamam yakınmış, çünkü kazın ayağı öyle değilmiş, onların da içlerinde biraz zaman geçirip, onlarla yaşayınca gerçekler, yalanlar, adam kayırmalar, dedikodular, hazımsızlıklar bizim sektörü de sollamış, hatta makas atıp geçmiş meğer. N'olcek sandım ki, İnsanoğlu sanki geleneksel işler yapınca egolarından mı arınacaktı ya da allah korkusuyla ahlaklı olmak zorunda mı hissedecekti kendini; öyle olsaydı, o zaman da zaten insan olmaktan öteye geçerdi, nirvana'ya yakın bi yerde olurdu.
Benim bu aralar en büyük hayal kırıklığım budur, gerçi bilmediğim bi kulvardaki acemiliğim desem daha doğru olur. Ya da yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşum da yeni haberim olmuş salaklığımdan mı desem, ne desem, A mı desem, B mi desem, C mi desem desem...??:)
Yine de her şeye rağmen hayatıma giren bi iki insan evladı için yaşamaya değer bi tecrübeymiş desem de, sıfatımın önüne şanslı kelimesini koyarak kendime "şanslı bi salak" mı desem...

Twitter'a gıcığım...!

Şu teknoloji ne alem bi şey. Daha dün internet kafelerde bi mail atmak bile angarya ve ağır bi iş gelirken, şimdilerde internetsiz yaşayamaz oldum. Hatta öyle ki beni, İnternete bağlanabilen ve içinde kullanabildiğim bütün programların olduğu kutsal bi Macintosh'un önüne koysalar ve böyle yaşayacaksın deseler hiç sesimi çıkartmam hatta bu bana bi lütuf olur. Bazen ÖB bana, "internet kuşu, bıkmadın mı" diye takılır bile. Gerçi öyle chattir, sanal sextir, onla bunla yazışmadır, hiç bi zaman o taraklarda bezim olmadı, bunu da kınıyor gibi gözikmiiim haaşaaa, buna benim, ağır paranoyak kişiliğim, kimseye güvenmeyen ve inanmayan bi manyak olmam ve korkunç komplo teorileri üreten güçlü bi hayal gücüne sahip olmam sebeptir. Eeee o zaman madem paranoyaksın, güvenmiyorsun, hastasın, manyaksın da bu kadar zaman netin başında ne bok yiyorsun diye sorarlar adama dimi(?)
Bi kere sürekli, yayınlar var nette, gastedir, dergidir, projedir, kutsal bilgi kayanağıdır işte, bunun dışında bloglar var, en çok keyif aldığım şey, voyerist bir kişiliğe bürünüp okuyabildiğim herkesi okumak ve bundan gizli bi keyif almak, öte yanda kim ne bok yapıyorsa, hemen nete damlıyor bu işler; tasarımdır, resimdir, fotoğraftır, odur, budur, şudur... Aynı zamandan çok kolay ve ucuz bi iletişim aracıdır...
Ama bu yazı giderek, yurdum okullarındaki, nadide eğitimciler tarafından, yavrularımız için hazırlanan eğitici kitapçıklar formatına dönüşmeye başladı korkuyorum. Bak sen şu twitter'in yaptıklarına, sözü oraya getircem diye ...
Neyse işte, zaman zaman değişik sanal mecralar deli ediyor ediyor beni. Mesela, ben bi ara da facebook'a gıcıktım. Orayla artık daha az ilgilendiğim için daha az sinirleniyorum. Oraya daha çok makara, kukara yapmaya zemin hazırlamış birini görünce, eğlencesine takılıyorum, bi de toplu bi aktivite yapılacaksa bana da haber veriyorlar o zaman kullanıyom, haa bi de bedava ilan için kullanıyorum. Şimdi de bu aralar twitter'a hastayım; hayır önce de anlam vememiştim ama şimdi, iyice saçmalaştı. Millet artık cep telefonlarıyla da nete daha rahat girebiliyor ya, mesela birisi bilmem ne restorantta yemek yiyor ve wc'ye gitmiş, aman ne kadar güzel sıçma mekanı, bak sıcak havlular da var diye tweet'liyooo, ya da yolda giderken: " allahım bugün çok mutsuzum, yağmur da yağıyor, makyajım bozuldu" diye anında tweetliyor. Yakında ben bizimkilerden şöyle bi tweet bekliyorum, "allaaam ne kadar heyecanlıyım, o şu an uçaktayım ve bilmem kaç fit yüksekteyim ve cepten tweetliyorummm ve bunun kimse farkında diil" Hahahahha...:)))) Haa unutmadan bi de sürekli saptama yapan tipler var burda , onlar da başka bi alem, hatta başka bi yazı konusu hahahahah...:)))
Tabi bu arada nereye bok atıyorsam orda bi hesabım olması da benim ayıbım galiba, misal, hem gıcığım hem de twitter hesabım var, ama bi sorun niye var; çünkü, sonra yakınlarım tarafından, eski kafalılıkla, anneanne moduna girmişlikle, yeniliklere karşı önyargılı olmakla itham ediliyorum da ondan var şekerim!

Otobüs maceralarına 1,2,3!!!

Her gün yeni bir mecara yaşayacağımı bilerek çıkıyorum evden. Hele bu çift katlı otobüsler evlere şenlik. Hatta ben 145T diye bi blog açsam, maceraya macera demezsiniz ama bi de yeni bi blogun yükünün altında ezilemem vallahi hem güncelleyemediğim zamanlarda da bir de bunun suçluluk duygusuyla rahatsızlanamam. Çünkü ben ne zaman kafaya bi şey takıp onu yapmazsam, bademciklerim şişiyor, ateşim çıkıyor ve sürekli yatıyorum. Hatta öyle ki hayatımdaki diğer rutin işler bile sekteye uğruyor; mesela evle ilgilenmiyorum, kendimi salıyorum, üst üstte dört gün duş almadığım günler oluyor, çöpler, kutularına sığmıyor, ütüler yığılıyor, ev toz içinde yüzüyor... neyse işte liste böyle uzuyor. Ne anlatıyordum , haa evet otobüs dedim 145T dedim, geçen gün şöyle bi olay oldu:
Saat 11 civarında duraktaydım. Dükkana çok geç kalmıştım, o yüzden kendimden çok memnunsuzdum ve yine gözlüklerimin arkasındaydım. Durakta üç beş kişi vardı. Bi kız özellikle dikkatimi çekmişti, halktan ayrı bi yerde konuşlanmıştı ve kulağında kulaklık vardı. Üstünde mor , etekleri balon bir pardüse vardı, diz kapaklarına kadar gelen çizmelerinden sonra eteği başlıyordu, yukarı doğru; gözünde bütün yüzünü kapatacak bir gözlük ve kolunda da galiba benim bilmediğim ama bazı kadınların çok iyi bildikleri, pahalı bi marka olduğu bütün şatafatından belli bi çanta vardı ve benim sırt çantamdan daha büyüktü.
Bir süre sonra otobüs geldi, ben her zamanki gibi yukarıyı kolladım, baktım dışardan görünecek kadar boş yer var, binmeye kadar verdim. Bu sırada bu halktan kendini soyutlamış kız, otobüse yöneldi, hemen yol verdim ona, kafama göre şöyle bi plan yapmıştım; bu kız benden önce oturacak ben ona uzak bir yer seçecektim, tabi seçeneğim varsa. Niye öyle düşündüm bilmiyorum, bazen önyargılı olabiliyorum galiba ondan. Bu kıza gıcık olmuştum, bi de kulağındaki kulaklıklara kıl olmuştum, şimdi Çapa'ya kadar kulaklarında fışkıran müzikle kafamı ziksin istemedim.
Neyse kız benim iki koltuk gerimde kalmıştı. Otobüste her zamanki doluluk vardı. Çift katlının üst kat koridorları dolmuş, merdiveler üst üste oturanlarla görünmez olmuştu. Paralı yola tam girmiştik ki, bu kız arkasında oturan çocukla münakaşa etmeye başladı. Meğersem bu kızın koltuğu kırıkmış, kız yaslandıkça arkadaki çocuğun dizlerine değiyormuş koltuk, arkadaki çocuğun da dizler uzun tabi bi itiş kakış olmuş sonra kız çocuğu tacizle suçladı. Olay büyüdükçe büyüdü. Çocuk kıza, kız çocuğa şorladı da şorladı, çocuk "ben n'aptım sana yaa alla allla" derken öbürü "kes sesini otur gerizekalı, konuşma beaah" dedi sonra çocuk ayağa kalktı, " manyak mısın lan sen" diye kükredi, bunu gören otobüs ahalisinden bir amca "evladım boşver sen uzatma bari, gel yer değişelim" dedi ve çocuğun yerine oturdu, çocuğu da sonradan öğreneceğimiz üzre eşi hanımefendinin yanına oturttu. Ama kız susmadı, bi kere çocuk ona manyak dedi ya, bence o ona takıldı, fıtı fıtı, yanındaki kadına dert yandı durdu sonra kendi kendini gaza getirerek polisi aradı ve çocuktan şikayetçi olduğunu söyleyip polis ekibi istedi, bunu duyan otobüs ahalisi, şaşkın bi halde kıza dediler ki, "ne istiyorsun çocuktan, biz gördük bişi yapmadı çocuk, delikanlı insanın üstüne bu kadar gidilmez, iftira atılmaz..."bunu üstüne kız "siz bende daha mı iyi bileceksininiz ne yapıp yapmadığı , oturduğunuz yerden konuşmayın" dedi; başka bi teyze grubu da " çağır kızım çağır bizi de şahit göster biz şahidiz, sana bişi yapmadı bu çocuk, biz de senden şikayetçiyiz, otobüste huzursuzluk yarattın..cık cık..." bu sırada kız yine bağır hıraş ağlamaklı bi şekilde otobüsteki herkese haykırdı; "hepiniz yobazsınız, siz böyle davranmaya devam ettikçe bu sapıklar daha çok yüreklenirler, işte sizin cahilliğinizin, yobazlığınızın ceremesini biz çekiyoruz..." derken başka bi teyze " kızım sen gasteye mi çıkmak istiyosun, nedir senin bu durumun, rahat bırak insanları, " deyince kız yine kükreyerek " ben zaten gazetede çalışıyorum, asıl ben istesem hepinizi üçüncü sayfa haberi yaparım, terbiseyizler..." dedi sonra başka biri " atın bu kadını arabadan, istemiyoruz bunu şöför bey!!! " dedi başka biri " yazıklar olsun, senin gibileri de gasteci yapıyorlar" dedi. Kız bu arada Beyoğlu ilçe emniyetiyle konuştu, bütün otobüsü şikayet etti, çok zor durumdayım memur bey dedi, bu tel konuşmasına takılan, kızın kendisini taciz ettiğini iddia ettiği çocukla az önce yer değiştiren adam, "bakın hanımefendi, şimdi siz bu çocuktan şikayetçisiniz ama, ben eşimin yanına oturttum bu delikanlıyı, öyle bi şey olsaydı yapar mıydım böyle bişi, ayrıca bakın biraz önce siz bi yaslandınız koltuğa dizimi deldiniz nerdeyse ama ben sesimi çıkartmadım hem siz bizden şikayetçi oluyorsunuz, deminden beri hakaretler ediyorsunuz , ben de savcıyım, şimdi ben de sizden şikayetçi olursam n'apıcaksınız, olmaz ki böyle ama" dediği esnada merdivenin en altında oturan genç bir adam hışımla yukarı çıktı, tam benle kızın arasındaki koltuğun önünde elini kaldırarak, "kes lan sesini, bak ben öbür çocuğa benzemem, kodum mu oturturum, kadına saygı maygı yoktur haaa bende" dedi, kız daha da bağırmaya başladı, polis dedi, şikayet dedi, sana ne dedi, sen kimsin dedi dedi de dedi, sonra bu genç adam daha da dellendi "ulan polisi çağır, bütün karakolu çağır askerim ulan ben, bana polis molis sökmez" dedi. O esnada bütün olayları bir film seyreder gibi seyreder ben, kendimi şu hareketimle bi anda olayın içinde buldum; bu genç adamın kolundan tutup, boşver yaa sen karışma bak askerliğin yanar diye bi laf ettim sonra ettiğim lafa güldüm, adam da güldü, neyse adamın kolunu tutup kendime doğru çekmeye devam ettiğim esnada, önümde oturan kadın da ayağa kalkıp adama sakin olmasını ve mevzuyu uzatmamasını, kızın bu durumdan daha memnun olduğunu anlattı mantıklı bi şekilde ve adam sakinleşip aşağı indi. Bu sırada kız eşini dostunu arayıp, otobüstekileri iyice tahrik etmek istercesine, "ya neler geldi başıma, tacize uğradığım yetmiyormuş gibi, bir de tuhaf tuhaf insanlarla uğraşıyorum, yobazlarla savaşıyorum burda" diyerek ağlamaklı bi hal takındı. Sonra baktım ki Çapa'ya gelmişiz. Ben inmek zorunda olduğum için macerayı terketmek zorunda kaldım, sonunda n'oldu bilmiyorum ama hala kavga gürültü devam ediyordu.
karikatür şurdan

Ben de böyle bi şeye dahil olmak istiyorum mesela!!

Ya da 19 Mayıs şenlikleri böyle yapılsın mesela...

Bu eğlenceli şeyi de ahan da burda gördüm poppytalk

Dün 23 Nisan idi, insan neşeyle dolmuyor idi!!!

Uzun zamandır hatırladığım en güneşli 23 Nisan'dı dünkü 23 Nisan lakin yaşadıklarımız da bir o kadar yağmurlu , soğuk ve karanlıktı.

Aslında güne çok neşeli ve enerjik başladık hatta ÖB'nin Kayseri'den getirdiği halis muhlis sucuklara kırdığımız yumurtalarla yapılan mükemmel bi kahvaltıyla devam ettik. Sonra uzun süredir ilk defa başbaşa yapacağımız bir aktiviteyi planladık ama keşke planlamaz olsaydık. Planımız şöyleydi; Karşıya arabayla geçmek, Valide sultan Validebağ Korusu'nda gazete ve çay eşliğinde bi şeyler okumak ve yine orda uzunn bi yürüyüş yapmak idi.

İçimizde sevinçle yola çıktık, fakat yolda kaza varmış, tam 90 dakka köprüye ulaşmamız sürdü, hatta yan şeritteki sürücü, bi yandan gazetesini bile okuyabiliyordu, arabasını kullanırken. Ve hatta böyle bi sahnenin ancak "Türk Malı" bi yerde olabileceği acı gerçeğiyle bayağı da gülüşüp şakalaştık. Ama bu sıkışıklık durumu uzayınca, ÖB gerim gerim gerilen, her şeye kızan, söven asabiyet yapan bi canavara dönüştü, ben de kendi kendime şakalaşan bir zevzeğe dönüştüğümü farkettim ve arabada büyük bi gerilim baş gösterdi. Ben pancurlarımı indirdim ve iletişimi kestim hatta öyle ki köprüyü geçmişiz farkında değilim. Neyse asıl stress karşı yakada peşimize düşecekmiş de ondan da haberimiz yokmuş. Koşuyolunu bulana kadar canımız çıktı; Yol bulmaya çalışırken biraz yavaşlamamız sebebiyle arkamızdaki araçların tacizine uğramamız, ÖB'nin sinirinin ayyuka çıkması, yol iz bulma sevdamız, trafikte bu aceleci ve anlayışsız sürücülerle bir savaşa dönüştü. Allahtan el kol hareketi, selektörle ve kornayla taciz dışında içlerinden birisi de elinde silahla çıkıp kafamıza sıkmadı, zira bu aralar dumanı üstünde silahlanma yasası mecliste onaylanmışken, çoluk çocuk herkesin silahlanmaları çocuk oyuncağına bağlanmışken, başımıza gelecek en olağan şeyden şans eseri kurtulduk.
Neyse işte sonunda Valide Sultan'a gittik, tabi o kadar saat yoldan sonra acıktık, Yurdumun öğretmenlerine ayrılmış bi bölümünde bir yığın emekli emeksiz öğretmenle oturup bi şeyler yedik, Karşımızda hababam sınıfının çekildiği okul ki zaten bu kadar eziyete değecek tek sebepti bu okul. Sonra iyice sakinleştik ve çantamızdan okuyacaklarımızı çıkarttık, ama ikimiz de bir türlü konsantre olamadık çünkü yanımızdaki bir masada oturan bi grup öğretmenden bi tanesi ha bire okuldaki sorunlarını bas bas bağıra çağıra bütün öğretmenlere duyurma telaşında gibi anlatmaya başladı, ; çocuklarımıza, bilgi, görgü, öğretsinler diye emanet ettiğimiz öğreticilerden bir tanesiydi bu kişi ve adab-ı muaşeretten bir haberdi ve ona tahsis edilmiş cennetten bir köşede idi ve istediği gibi davranma özgürlüğü var idi...

Aslında bu Valide Sultan Validebağ Korusu Atatürk tarafından eğitimcilere verilmiş, sonra belediye almış sonra bi sürü şey olmuş, rant işleri, politik davalar, çıkarlar falan işte sonra tekrar eğitimcilere tahsis edilmiş bir kısmı. Son olarak da bu korudaki boş olan bir binanın da sokak çocukları için rehabilitasyon ve eğitim merkezi yapılmasına karar verilmiş ve yıllar önce Atatürk'ün eğitimcilere hediye ettiği bu korunun fahri sahipleri öğretmenlerin engellemeleriyle yapılamamış bu proje; nedeni de bu yurdumuz eğitmenleri kendi çocuklarını alıp rahatça zaman geçirebilecekleri burayı kimsesiz ve evsiz çocuklarla paşlaşmak istememeleri imiş. Çevrede yaşayanların bir kısmı da bu fikirde birleşince, bu güzel yerin suç cenneti olacağı, huzurun ve güvenliğin kalmayacağı, bu çocukların potansiyel suçlu oldukları konusunda belediyeyi ya da bu işle hangi birim ilgileniyorsa orayı da ikna etmişler ki bunun sonucunda da köşedeki boş binaya sokak çocukları gelememişler; Orası da atıl kalmasın diye yataklı bi öğretmen oteline dönüştürmeye karar verilmiş ilgili makam tarafından. Bana bunu orda yaşayan bir arkadaşım anlattı. Hatta kendisi ve küçük bir azınlık da bu fikirlerin tersini savunan bir dilekçeyle ve hatta orda bu çocuklara belli günlerde gönüllü eğitim vermeyi de tahahhüt ederek imza toplamışlar aralarında ama bi işe yaramamış. Ne diyelim , o zaman yurdum öğretmenlerine yeni yataklı evleri hayırlı gelsin diyelim.
fotoğraf şurdan, bi de şöyle bi paylaşım linki verilmiş

Bira almaya gittim,dönücem!

Ersen Ve Dadaşlar!!!

Dün gece Bizim Şino BH'nin saçlarını keserken SH de yeni moda saç stillerini bize sevdirmeye çalışıyordu. Sonra bizim yadsımalarımıza dayanamayıp bi moda blogu açtı ve ordaki giyim tarzlarını göstermeye, fikri sabitlerimizi yıkmaya uğraşıp durdu. Sonra bana bi gözlük gösterdi ve "böyle bi gözlük istiyorum mesela ben" dedi, ben de "git lan o ne öyle Pet Shop Boys gözlüğü len bu, moda bu mu yani" diye bi laf edince, SH de bana dönüp, "ay DŞ sen anneanne modunda bi insansın yaa, her şeyi kınayan, sen de 90'larda deri ceket giyip, gümüş yüzükler takıp, rocker takılırken annenin -ay bizim kız da eskiye özeniyor, aynı Ersen ve Dadaşlar gibi giyinmeye başladı- demiş olma ihtimali ile aynı şey bu dediğin" deyince, biz bi koptuk bi koptuk Ersen ve Dadaşlar benzetmesine anlatamam gülerim yani o kadar!! Sonra düşününce evet lan biz de bi ara 90'larda genç olarak yaşarken dar siyah pantolonlar, altı kazınmış saçlar, gümüş takılar, asker postalları giyerdik. Sonra ispanyol paçalar giymeye başladık. Sonra da işte bu haldeyiz yani ben bu haldeyim. Acaba gerçekten anneanne modunda takılıp, gençlerin gerisinde mi kalmaya başladım lan(?) Eğer öyleyse ve eğer bi çocuğum falan olursa çocuk tezeği şimdiden avuçla yedi demektir!!! Korkunnnnçççç!!!!
Ersen ve Dadaşlar Şurdan

Sahalardan Uzak Kalmış Bi Futbolcu Gibi Bi Şey Olmak!!!!

Bu sıralar zamanın göreceliğinde hayatım harala gürele, hızla akıp gitmektedir. Önce dükkandır, yeni mekan arkadaşlarıdır, kurstur , bizim Fatma Girik'tir derken bütün bunlardan geriye aklımda kalanlarsa; Değişik bi iki arkadaşın hayatıma yeni girmesi, bazılarının da uzaklaşması, derken deri traşlama çabaları, bi Ebru teknesiyle tanışma, Dükkana çekçekli bavulla eşya taşıma, Kadırga simidi denen yiyeceğin hayranı olma, her gün cübbeli ahmet hoca kılıklı tiplerle selamlaşma, ÖB'yi nerdeyse hiç görememe, bizim Fatma Girik'e sürekli rüşvet mahiyetinde hediyeler alma...
Bugün ise, her zamanki gibi uzun ve zorlu bi yolculuk sonunda eve ulaştım sonra bizim Fatma Girik'e renk renk lif ipi aldım; zira ÖB bugün Samsun semalarında raks eder iken bizimki de iplerle halleşirken, mutlu mesut bi gece geçirmenin hayalini kurmaktaydım ve aynen de öyle oldu. Sakin, asabiyetsiz ve bol yalanlı( yalan derken yangil nerde, Öb nerde gibi sorulara, sendikada, seni aramış ya, geç gelcem demiş yaa, bak ne kadar düşünceli arayıp gecikeceğini haber veriyor, ÖB de mesai de geç gelcek yaaa... gibi) bi gece geçirmenin dayanılmaz hafifliğinde, sahalara dönen bi futbolcu edasıyla hafif koşu yapar gibi, bi bloguma girim de bi iki satır bişi yazayım, bi ceh deyeyim dedim.
Hadi o zaman bu güzel, huzurlu, ev sakinlerinin mutlu olduğu günü güzel bir duşun yumuşaklığında yatağa sızarak ve bi gözüm açık sevgilimin sağ sağlim semalardan yeryüzüne inmesini temenni ederek tilki uykusu modunda şey etmek üzre huzurlarınızdan ayrılıyorum.

not: uzun süredir elime kalem almamanın ezikliği ve tutukluğu içinde huzursuz bi yazı yazmış olabilirim ama yine de yayınlamak istiyorum. Bu da böyle olsun.

İki 33'lük!!

İki 33'lük birayla sarhoş olacağım günleri görmek de varmış kaderde!! Bu durumu hiç kendime yakıştıramamakla beraber, uzun zamandır hiç içmediğimi de farketmiş bulunuyorum. Sahiden de içmeyi, eğlenmeyi unutmuşum bu aralar. Sürekli istikbalimi kurtarma peşine düştüğüm aşikar da, öyle hırslı bi tip de değilim n'oluyor yani bana diyesim geldi kendime! Galiba bu kırık yaş bunalımına adım attım, gerçi kırka daha üç beş yıl var amma yine de neydim ne oldum tribine girdim. Zaten o yüzden can havliyle bu dükkanı tutmadım mı, can havliyle kendimi hiç hoşlaşmadığım fotoğraflar çekerken bulmadım mı(?). Bi de şimdi çoluk çocuk mevzuları çıktı. Ulan nedir bu üreme arzusu anlayamadım ki arkadaş. ÖB'de had safhada lakin bende tık yok. Gerçi anaç bi tarafım olduğu ortada; problem çözmedeki kıvrak ve pratik zekamı ve herkese hatta FG'ye bile haddinden fazla verdiğim sevgiyi göz önünde tutarak sevgi ve duygu doluluğumu da eklersek bunların toplamından fevri ve sabırsız hallerimi, haksızlığa uğradığımda dönüştüğün saldırgan kaplan durumumu, affetme konusundaki yavaşlığımı ve zaman zaman takındığım alıngan ve gereksiz gururlu hallerimi çıkartırsak mükemmel bir ana hatta insan tablosu çiziyor olmam benim bile gözümden kaçmadı değil hani. Ama yine de bi insan yetiştirmeye karar vermek gerçekten de çok sorumluluk isteyen ve çok ciddiye alınması gereken bir konudur benim için. Özellikle ben bir çocuk doğuracaksam, o çocuğun büyürken insanlık evrimini tamamlaması benim için en önemli şeydir. Bu da çok kolay bişi değil zira çevremdekilere bakınca kendileri evrimlerinin tamamlandığının farkında bile olmayan canlılar olarak gezinirken bi de onların üremesi benim için en korkunç korku filminden daha korkunç. Neyse ya bu biraların etkisi geçmeye başladı galiba. Ben en iyisi bi bira daha açıp dükkana götürceklerimi ayırmaya devam edip bu sonu dipsizleşen üreme sorununa bir es veriim!!:))

Sabah sabah Shantel'le çoşmak

Bu sabah ev ahalisi olarak saat 11.00'da kalktık. Hemen FG'nin kahvaltısı hazırlandı tabi, Yazık garibimin dişleri de yok ya hiç doymuyo o yüzden ona özel bişiler hazırlanıyor ve bizden önce yemesi gerekiyor, zira canı çekiyor ekmeği ısırarak yememizi bile. Neyse işte sıradan bir hafta sonu günü, kahvaltı, toparlama, yemek yapma, evi temizleme, çamaşır, ütü, FG'nin banyo operasyonu , sonra diş hekimi randevusu, sonra eve dönüş , yine yemek, yine temizlik, falan...

Şimdi kahvaltı işi bitti. Temizlik ve yemek işini halletmem lazım ki diş randevusu için çıkmamız lazım lakin şöyle bi bi iki mail bakim derken aklıma İtunes'u açmak geldi ve açıp direkt Shantel dinlemeye başladım. Ben de bi çoşku hali ki sormayın, galiba haftalardır bu iş yeri için debelenmekten ve evde sürekli aşayiş ve düzeni sağlamaktan çok sıkılmışım. Tabi bi de üstüne rejim yapmak anam anam diyim ben sana durumuna getirmiş beni.
Bi de bugün SH'nin hoşgeldin ev partisi var, aklım orda ama gidemicem. Şimdi ben orda şakalar komiklikler içinde arkadaşlarımla çoşarken sevgilimin tek başına FG ile ilgilenmesi adil olmaz. Kaldı ki o bu iki haftadır çok stresli çalıştı ve uzun iş seyahatlerini günü birlik yaptı ki ben de tek başıma kalmiim FG ve şeysi ile. Neyse ben de şimdi çoşuyorum kendi kendime, yatak odamda mac'imin karşısında Shantel'le çoşarak SH'nin gelişini kutluyorum sabah sabah. Dur arayayim şu kızı da bi de telefonda hoş geldin diyeyim onu da çoşturayım Shantel eşliğinde hahah:)))))

Bir Fala İnanmak!! Peh Peh Peh!!!!

Arkadaşlar arasında şakalar komiklikler içinde, eğlenmek için birbirimize baktığımız falları saymazsak hayatımda hiç parayla fal baktırmadım. Baktıranlarla bi dolu dalga geçip, hiç ummadığım insanların bile randevular alarak falcılara gitmelerine ve söylenenlerin gerçek olduğunu başkalarına ispatlamaya çalışacak kadar inandıklarına şaştım kaldım hep.
Peki ben bu fal muhabettini niye açtım dimi? Burdan toplumsal bir mesaj vermek, akıllı olun bak, paranızı zamanınızı harcamayın demek için değil tabii ki.
Gıyabımda benden habersiz benim için baktırılmış bi falın yorumlarını aldım dün akşam. Tabii önce büyük bi kahkaha attım, sonra; eeee o ne demekmiş, niye öyle demiş, saçma değil mi flan filan derken kendimi hem kızıp hem de can kulağıyla beni hiç tanımayan ve hiç görmemiş birinin, benden habersiz benim hakkında söylediklerini dinlerken buldum. Sonra konuşmalar bitince yine dalgacı bi tavırla sanki biraz önce ciddi ciddi her şeyi dinleyen ben değilmişim gibi davranarak konuşmayı bitirdim.
İşte sonra olanlar oldu. Dünyanın en saçma şeyi olduğuna ve mantığımın hiç bir zaman almamasına aldırmadan, fal bakan kişinin ki falcı bile değil, dediklerine o andan itibaren inanmak istedim. Evet itiraf ediyorum; Hatta inandım ve içimi bir sevinç kapladı, keyfim yerine geldi. Gerçi bugün, dünkü kadar inanmıyorum hatta umudum bile yok söylenenler konusunda ama işte dün ben bir fala gerçekten inanmak istedim, beni hiç tanımayan birinin benim hakkında söylediklerinin gerçek olması olasılığına %100 inanmak istedim. İşte bu da benim ne kadar sefil, çaresiz, bedbaht, zavallı, salak bir durumda olduğumun vesikasıdır...
Karikatür şurdan

Hayattaki yeni bir açılımın heyecanı!!!!

Kopuşlar yaşadığım şu zamanda, bi silkelenip, can havliyle karar verip, orda burda bi şeyler yapmaya çalıştığım, manevi olarak itilip kakıldığım, VE yeteneğimin ve bilgilerimin hor görüldüğü, VE öyle böyle olmadığım halde, öyle böyle olduğumun söylendiği, VE kimin nasıl isterse öyle algılamak istediği ortamlara veda etmeye karar verdim.
En yakın arkadaşlarımın bu heyecanıma ortak olmaması bu kararı verirken beni en çok üzen şeydi. Oysa ki ben her zaman en yakın arkadaşlarımın ve bi kaç dostumun heyecanlarına ortak olmuş, maddi açıdan pek faydam olmasa da manevi olarak sonuna kadar desteklemişimdir. Çünkü ben bilirim ki benim dostlarım dediğim insanlar bi şey yapmaya karar verdiklerinde, başarılı olma ihtimalleri düşük olsa bile desteklenmeyi hak ederler. Sanırım ben de ediyordum. Tabi bu yaşadığım durumdan dolayı üzgünüm ama öte yandan, insanın hayatta yaşadığı her duygu başka bi tecrübeye kapı açıyor ya, işte bi kapı daha açtım hayatımda, o yüzden kırgınlığım ileri safhalara kaymadı bu yeni algı kapımda, bilakis kendime olan güvenim daha da yerine oturdu ve bu hayatta ne yapmak istiyorsam başkalarının onayına ve fikrine ihtiyaç duymadan yapabileceğimi anladım. Tabi bi yandan da sevgilimin bu işlerden en son haberi olmasına rağmen, kendi başıma verdiğim bu karardan çok hoşnut olması ve beni canıı gönülden desteklemesi ve hayatta hep böyle olmam gerektiğini söylemesi de koltuklarımı epey kabartmadı değil hani!!
Sonuç itibariyle artık benim de bir çalışma mekanım var. Maddi yetersizlikler sebebiyle bi kaç ortaklı bi yer olmasına rağmen çok heyecanlıyım. Kendimi süper iyi hissediyorum . Artık daha ne denir, hayırlı uğurlu olsun denir!!!:)))

Kopuşlar...!

Yine koptum her şeyden. Nasıl bu hale geliyorum walla ben de farketmiyorum. Bi süre sonra bi hortumun içinde döne döne yol alıyorum ama nereye doğru gittiğimi hiç bilmeden, toz toprak içinde düşe kalka ama hiç durmadan ha bire hortumun gücüyle sürükleniyorum. Sonra da işte sonrası malum; Son gücümle kendimi hortumun dışına atıyorum, bitap halde, şaşkın, nerde olduğunu anlamaya çalışan bi yabancı edasıyla ne haldeyim, nerdeyim, ne kadar yol aldım, geriye mi gittim ileriye mi bilemeden, bi baş dönmesi içinde günlerce kendime gelmeye çalışıyorum. Tabi bu arada her şeyden kopuyorum. Arkadaşlarımdan, ailemden, sevgilimden, burdan, dışardan, sokaktan.. Bu kopuşlarım bu aralar sıklaştı kendime hayrolsun diyorum. Daha da olmazsa bi terapist hayretsin diyorum başka da bişi demiyorum!!:)))
Not: Ama ufak ufak blogları okumaya döndüm, maillerimi kontrol etmeye başladım, ufak ufak eşi dostu arama isteği oluşmaya başladı falan......

Sıradan işlerin gazabından notlar!!!

Yeni bir çalışma konusuyla tekrar start vermiş bulunuyorum. ÖB on gün yok. Ama yalnız değilim. Anacığım var yanımda. ASlında ÖB de olsa iyi olurdu. Yaptığım işlerden en iyilerini seçmeme çok yardımcı oluyordu. Neyse artık, O gelene kadar kendi seçimlerime güvenmem lazım. Ben de nasıl bi insansam, mutlaka ÖB'nin beğenmesi lazım. Gerçi bazen onun beğendiklerini ben beğenmiyorum ama bunun nedeni benim olaya teknik olarak bakmam ve biraz da müşgülpesent olmam.

Kar dün durdu ama buralar çok soğuk. Ev sıcak ama yine insan gece uyurken çok üşüyor. O yüzden gece uyurken bi de üstüme annemin ördüğü komik yeleğimi giyiyorum, haminne gibi bişi oldum. Ayrıca geçen ay ÖB'nin bana zorla aldığı kalın kar montunu bu sıralar üstümden hiç çıkartmıyorum. Bi de çocuğa o kadar bıdıbıdı etmiştim, kalın şeyi bana baskıyla aldırdı diye. Mont harbi kar montu, çok sıcak tutuyor ve su, hava geçirmiyor. Otobüste bile çıkartmıyorum, zaten şişkoyum, bi de bu montla oturunca koltuktan taşıyorum, ayı gibi bişi oluyorum, zarafetten uzak ama mecburum otobüsler de çok soguk hasta olmamam lazım, çok işim var.


Kar yağar, bi kamyonun damperi bi üst geçiti götürür ve ÖB heyecanla Proust'a sarmıştır.

Bloğu son güncellediğimden bu yana hala kar yağıyor. Gerçi şiddeti biraz azaldı ama olsun. Bi de bizim burda feci bi kaza oldu dün. Trafikte damperi açılan bi kamyon, bi üst geçiti tarumar etti. Şİmdi dünden beri üst geçitten arta kalanları söküyorlar. Korkunçt bi görüntüydü. Allahtan hava iyi değildi yoksa iyi havalarda kalabalık olan köprüde bi katliam olurdu. Can sıkıcı!!!!

Hummalı çalışmamın ardından iki gün boşluğum var. SOnra maratona tekrar devam etmem gerekecek. Çok çalışmam lazım. Sevgilime sözüm var, çok para kazanmaya başladığımda O'nu çalıştırmıcam, evinin erkeği yapıcam, hayat zaten çok yıpratıyor onu, bi de üstüne entrikalarla dolu bi iş yaşamı iyice perişan oluyor. "Eeee ben n'apcam o zaman sıkılırım" diyor bu sözüm üstüne , ben de "heykel yaparsın, FG ile bol bol vakit geçirirsin" diyorum. Ve bol bol okur bi de, bu zorlu şartlarına rağmen kitap okumaya her zaman zaman ayırabiliyor, hayranıyım kendisinin. Şİmdi bu sıralar Marcel Proust'a sarmış durumda. Hayretler içinde Proust okuyor. Heyecanla bana anlatıyor Proust'u. Ben de merak ettim ama ben bazen bazı yazarları hiç anlayamıyorum. Satır satır da okusam anlayamıyorum işte. O zaman çok sıkılıyorum kendimden. O yüzden Proust'u çok merak etmeme rağmen şu sıralar okumaya cesaret edemiyorum. Zaten kendimden çok sıkılmış durumdayım, demoralize olmak şu an beni kötü etkiler, özellikle de kendi mesleğimde bi ivme kazanmaya başlamışken.
Proust yüzünden bi köşeye kıvrılıp, ben niye anlamıyorum, ben salağım ben salağım diye badtrip yaşamak aman tanrıııım ne korkunç bi sahne ahahahhaahah!!!!!!:)))))))))
Neyse işte aslında benim o şu an bu iki günlük boşluğumda biraz elimedeki ingilizce hikaye kitaplarıma dönmem ve geri kalan vaktimi de annemle geçirmem en hayırlısı olcek. HAdi ben kaçtım o zaman.

Acıların Kadınıyım, Yıllar yılı Dert Yolunda...!!!!!

Derdin biri bitiyor biri başlıyor. Her şehrin kendine göre dertleri var, insana yaşattığı acılar var. Mesela Ankara benim için hep hastalık ve hastane tecrübeleri, işsizlik, parasızlık, can sıkıntısı, sevimsiz akrabalarla muhatap olmak zorunda olmak, altından benim diyen adamın kalkamayacağı sorumlulukları çekmek, etrafındakilerin anlayışsızlığını çağrıştırır. Buna rağmen bi gün otobüse binip Ankara'ya gitmek, eski evin önünden geçmek, dedemin önceden yaşadığı yere gitmek, orda çocukluğuma, ergenliğime, yetişkinliğime, kendi kurduğum aileme ağlamak istiyorum. Niye böyle bi şey istiyorum bilmiyorum. Belki de bu yeni şehirde yaşadığım dertler bana çok yabancı ondandır. Biraz tanıdık dertleri hatırlayıp biraz onlara ağlamak istiyorum. Saçma dimi (?) Evet bence de . Neyse gelelim bu şehre; Bi ton dert var burda, hangi birini anlatayım, hangi birinden dert yanayım. En iyisi yumuşak bi şeyle geçiş yapayım bu şehirde yaşadıklarıma, şöyle trajik komik bi şeyle;
Çileli otobüs yolculukları yaşıyorum şu sıralar mesela. Nasıl oldu bilmiyorum, birdenbire bu Beyliğin Düzünün populasyonu mu yükseldi, o yüzden mi bilmiyorum ama sabahın hangi saatinde olursam olayım sürekli, medeniyete kavuşamamış bi otobüs dolusu hatta çift katlı olduğundan iki otobüs dolusu ve hatta ayakta üst üste tıkıştırılmış yolcularla üç otobüs dolusu insanla iki saatlik yolu ayakta gitmekten artık isyan bayrağını çekmem an meselesi. Bi yandan da buraya kara kış geldi, sürekli kar yağıyor, hatta döne döne yağıyor bizim düzlükte ve hatta 14. kattan bakınca sanki kar tanelerini en aşağıdan bi aletle yukarı püskürtüyorlarmış gibi, tersine, yerden gökyüzüne yağıyor. İşte doğa koşulları da zorlaşınca benim otobüs yolculukları da daha bi ağırlaşıyor daha bi çekilmez oluyor. Yani araba kullamaktan nefret eden ben şimdilerde ulan bi araba mı alsam demeye başladım. Ama o da ayrı bi dert, bu İstanbul'da medeniyet pratikte evrimini tam tamamlayamamış bi kavram olduğundan kelli, bi de trafikteki ayılarla papaz olmak var. Hatta benim için daha tehlikeli, pek öfke kontrolu olmayan bi insan olabiliyorum bazı durumlarda. Bu da bana üstüne bi de maddi külfet olur her daim.
Bu sıralar işten güçten annemle pek zaman geçiremediğimden, geçen gün onu da yanıma katıp, önce Çapa- Eminönü sonra Karaköy- Taksim sonra 4. Levent- Taksim ve üstüne de bizim çift katlıda, iki saat yirmi beş dakkalık bi' yolculuk yapınca, kadıncağız benimle takılacağına bin pişman oldu ve bana dönüp, "kuzum ömrün yollarda geçiyor, bu ne böyle, ben bu kadar saatte İZmir'den Dikili'ye on kere gider gelirdim. Ben İZmir'de bi baştan bi başa gidiyorum, sanki hiç yol gitmiyormuşum gibi geliyo, vallahi çok zor" dedi. Tabi o İzmir'in sakinliğine alışmış, burası baydı onu. "Bi de yollarda her dakka kavga gürültü ne biçim insan bunlar canım???"diye söylendi. Ben de " Eee o kadar çeşit var, kavga da olcek haliyle, sonra ben de kavga ediyorum, ben de medeniyetsizleştim iyice burda anne ya da insanlıktan çıkardılar beni!:)))" dedim.
Neyse işte şimdilik gidip geliyorum, sabah çıkıp gece evde oluyorum, annem burda olmasına rağmen onu özlüyorum, ÖB'yi zaten sürekli özlüyorum. Ya ben geç geliyorum ya onun şehir dışı seyahati oluyor falan filan işte. Birbirimiz hasret geçiyor günler diyeyim.
Bi de kendime bi yer tutma hikayesi vardı ama onu da başka bi yazıya artık. Zira fotoğraflar, Photoshopu şişirmiş beni bekliyorlar, sonra bir ara çekimim var bugün, kara kışa rağmen. İşleri biraz yoluna koysam bu blog olayına dönücem adam gibi , ben de çok sıkıldım, ama zaman yetmiyor. Acaba bi vınn alıp, uzun otobüs yoluculuklarındaki zamanı mı kullansam bu blog yazıları için ya da nete girebilen, ve rahat yazı yazılabilen bi' cep telefonu daha mantıklı olur. Amannn her şey paraya bakıyor canım. Daha öncelikli olanlar var. Neyse hadi bana byeee.
Başıma komik bişi gelirse zamanım yok demem uğrarım buraya, paylaşmak için!:)

Tanju Okan'ın ettiğine bak!!!!!

Sabahtan beri Tanju Okan dinleyip aşka gelmek, duygulanmak! Hatta günün en olmaycak saatinde bakkaldan bi kutu bira alıp, işini yaparken, bi yandan da usul usul, gizli gizli içmek, sonra iki saat uğraştığın fotoğrafı kaydetmeden kapatmak, sonra zaten bu hayatta hiç bi şeyi beceremiyorum diye umutsuzluğa kapılmak, bu sırada Tanju Okan dinlemeye devam etmek, sonra bi birayla sarhoş olmak, sonra umutsuzca iki saat uğraştığın fotoğrafı tekrar açıp, komputer ekranına malak malak bakmak, arada dedeni özlediğini hatırlamak( ne alakaysa), keske bi sigara yakıp dünyanın her derdini bi iki dakkalığına rölantiye alabilseydim diye hayıflanmak, gündüzün aydınlığında efkarlandıkça efkarlanmak , sonra fluluğa sebep olan göz yaşlarını silerek, fotoğrafı düzeltmeye devam etmek, sonra Tanju OKan dinlemeye devam etmek...

Eski yılın son saatleri, yeni yılın ilk günü!!!!

(resim şurdan)
Bütün gün yorulmuş bedenim, eve ulaşmak için tramvaydan metrobüse, metrobüsten minibüse doğru koşturdu. Bu sırada araçlara ulaşmak için sürekli kuyruğa girildi; üst geçite çıkma kuyruğu, üst geçitten inme kuyruğu; bi kaç kere araçlara binerken ezilme tehlikesi ve bunların sonucunda sinir birikmesi ile eski yılın son saatlerinde şunları yaşadım:
Minibüs kuyruğuna kadar ayakta yolculuk etmenin yorgunluğu ve elimdeki yüklerin dayanılmaz ağırlığı ile üstüme doğru gelen bir karartıya dönüp baktığımda, karanlıkta bile parlayan kel bir kafa benden oldukça yüksekte bi yerde parlıyordu, onu taşıyan vücudun akşam karanlığında bile üstüme düşürdüğü karartının aksine; sonra benim dönüp bakmamla üstüme çıkılma hamlesi, minibüs kuyruğu bu mu sorusuna dönüştü, ardından cevap hakkı bana geçtiğinden ben de bak kuyruğun sonu şurda dedim, kel ve iri yaratık, kuyruğun sonuna geçerken benim sert cevabıma alınmış olacak ki, "ne de şık söyledin beah" gibi bi laf etti, ben umursamadım sonra bi kaç kere tekrarladı, o sırada minibüs geldi, ben buna dönüp, "nasıl söylicektim haa nasııı???" diye çıkıştım, bi kaç saniye de piskopata sarmış bi şekilde baktım, o sırada da ben buna okkalı bi küfür etsem, "ulan dallama, senden mi öğrenicem şıklığı, zarifliği, daha biraz önce tepeme çıkmana ramak kalmışken, medeniyete yetişememiş toynaklı" diyerek ve elimdekileri önemsemeden yere fırlatsam ve buna bi güzel girişsem, acaba ne kadar dayak yerim ne kadar dayak atarım, diye düşünürken, karşımdaki zebellaha bakınca bunu gözüm kesmedi, bakışlarımı gelen minibüse binebilmek için ayırdım bu ayıdan. Sonracıma, minibüste şoförün tam arkasındaki üçlü koltuğun yanındaki boşlukta ortadaki ben olmak üzre üç kadın sıkıştık. Zira başka da ayakta bile duracak yer yoktu. Önümdeki kadının kulağında kulaklıkları vardı ama dışarıya hiç ses gelmiyordu hayret, ya kapatmıştı müziği ya da insan gibi dinliyordu, sadece kendi duyacağı şekilde; arkamdaki kadının da eli kolu benimki gibi doluydu ama benimkinin aksina onun elinde hediya paketleri falan vardı. Minibüs hareket edince, benim bu arkamdaki kadının telefonun çaldı. Bu da konuşmaya başladı ama ne konuşma, bağıra bağıra, maşallah bütün minibüs onu dinledi, sonra kadın hiç susmadı, bu sefer de o sağı solu aramaya başladı gene bağıra bağıra konuşarak;kadına ters ters baktım anlamadı, sonra acı bize bak zaten kıç kıça gidiyoruz, bi de kulağımızın dibinde yüksek sesle bağırma edasıyla acı acı baktım onu da anlamadı, sonra aşağılayarak baktım gene anlamadı.Şunu uyarayim de insan olsun dedim ama neden sonra vazgeçtim, küçücük minibüste tam 32 kişiydik ve bi tek ben rahatsız olmuştum ve biraz sakinleşmem lazımdı artık, sürekli kötü insan rolü bana yazılıyordu insanlık dışı hallere verdiğim tepkilerden ve daha da kızgın oluyordum bundan ötürü. Bu sebepten ben de diğer 31 kişi gibi voyerist bi tavırla kadının konuştuklarını dinledim; Kadının teli ilk çaldığında patronuydu galiba daha dikkatli dinlemeye başlamamıştım konuşmaları, bi şey sordu, bu da cevap verdi, sonra da yeni yılını kutladı. Ardında bu sefer bu aramaya başladı, önce anasını aradı, anası da sordu herhal buna naaptın, nabıyonuz bugün falan dedi, bu da bugün izinliymiş, Bakırköye'e gitmiş, cilt bakımı yaptırmış, hamam, sauna yaptırmış, kese attırmış, ohh rahatlamış, kendine yeni yıl hediyesi vermiş falan, sonra bunun Sinan diye bi kocası var galiba, işte onunla dışarı çıkıcaklarmış, arkadaşları çok ısrar etmiş, şimdi eve ulaşmaya çalıyomuş, çok trafik varmış, allah korusun iyi ki arabayla çıkmamış, anası da yalnız kalmıcakmış, birilerine gitcekmiş falan filan işte, sonra bi arkadaşını aradı yeni yılını kutlamak için ama çok uzun konuşamadı allahtan çünkü aradığı kişi kuafördeymiş hahah!!! Sonra bi kaç arkadaşını daha aradı, bağıra bağıra yeni yıllarını kutladı sonra zaten ben ineceğim yere geldim. Acaba ben indikten sonra kimleri kimleri aradı tüh tüh tüh tüh!!!!!
(grafik çalışma şurdan)Minibüsten indim, ÖB ile buluştuk, alış veriş yaptık; deterjan , ekmek, sabun, süt, yumurta... falan işte, sonra marketin kalabalığından ziyade marketin talan edilişi şaşkına çevirdi bizi, sonra şaşkınlığımız geçti çünkü, bizim aksimize ordaki herkes eski yılın gidişi, yeni yılın gelişi için alışveriş yapıyordu biz de salak gibi buna şaşırıyorduk, halbuki sonraki gün de yapabilirdik alışverişi , hiç düşünemedik işte.
Neyse eve vardık. Annem sofrayı kurmuş bizi bekliyodu. Yemeğimizi yedik, sonra hepimizi tatlı bi uyku bastırdı, hepimiz uyumuşuz, yeni yıla bi saat kala, telefonlarımız çalmaya başladı, uyanıp normal insan moduna geçelim dedik, hem annem de "yeni yıla uyuyarak girmeyeli canım" dedi. Gelen aramaları, kutlamaları kabul ettik.Sonra yeni yıl oldu;
Birbirimizi öptük, uykumuz açıldı, bu beyliğin düzünde hava birden aydınlandı ani patlamalarla, o kadar çok havai fişek atıldı ki bi yarım saat onları izledik sonra da en iyisi uyumak bak yeni yıla da girdik diyip, daha sıcak olan yataklarımıza tekrar girdik.
Herkese iyi yıllar !!!!!!